7.9.07

Sanayileşmenin Felsefi Altyapısı

Sanayileşmenin Felsefi Altyapısı

Şakir Kocabaş *

“Sanayileşme” kavramı Avrupa’da Endüstri Devrimi sırasında ortaya çıkmış bir kavram olup esas olarak dokuma üretiminde insanların elleri ve ayaklarıyla yaptıkları işleri büyük imalathanelerde buhar makinaları kullanarak yapmakla başlayan ve diğer üretim sahalarının gelişmesine yol açan bir makinalaşma ve fabrikalaşma hareketi şeklinde tarif edilebilir. Bu kavram belli bir tarihi dönemdeki iktisadi gelişme için ortaya atılmış, fakat daha sonra başka makineleşme dönemleri için de kullanılmaya başlamıştır. İnsanlık tarihi, üretim açısından üç safhaya ayrılır: Avcılık dönemi, tarım ve hayvancılık dönemi, sanayi devrimi ile başlayan makinalaşma dönemi. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru bunlara yeni bir dönem daha eklenmiştir: Otomasyon ve Bilgi Çağı dönemi. Ancak bu son döneme Bilgi Çağı yerine Enformasyon Çağı demek daha doğru olacaktır, çünkü bilgi kavramının insan davranışlarını gerçekliği arama ve adaleti sağlamaya yönlendiren bir boyutu bulunmaktadır.

Günümüzde “sanayileşme” terimi, hemen her alanda gelişmeyi ifade için kullanılmaktadır. Tarım ve hayvancılık bile “endüstriyel tarım” terimiyle geleneksel tarımdan ayrılmaktadır. Ayrıca “sanayileşme” terimi de hangi çağ için kullanıldığına bağlı olarak anlam kazanmaktadır. Sanayileşme projeleri de buna göre değerlendirilmektedir. Mesela artık “ağır sanayi hamlesi” projeleri, bu günkü manada iktisadi gelişmeye götüren projeler olarak kabul edilmemektedir. Bunun yerine “ileri teknolojiler” veya “yüksek teknolojiler” kullanarak gerçekleştirilecek “hafif sanayi hamleleri”, hatta “ağırlıksız” yazılım teknolojileri ön plana çıkmaktadır.

Ayrıca iktisadi sektörler arasındaki dengelerin de değiştiğine dikkat etmek gerekiyor. Orta Çağ’da tarım sektörü, 19. Yüzyılda sanayi sektörü, 20. Yüzyılın sonlarında hizmet sektörü ağırlık kazanmış bulunuyor. Öte yandan geliştirilen yeni teknolojiler, uydu teknolojisi ile planlama, biyoteknoloji ve tarım aletlerinin gelişmesi tarım sektörünün; robotik ve otomasyon teknolojilerinin gelişmesi endüstri sektörünün; bilgi sistemlerinin gelişmesi de hizmet sektörünün yapısını hızla değiştiriyor. Bütün bu alanlarda yüksek teknoloji geliştirme hamlelerinde sürekli eğitim ve bilgi kazanımı merkezi bir yer almaktadır. Her alandaki gelişmelerde olduğu gibi, teknolojik gelişme için de iyi yetişmiş insan gücü önde gelen ilk şartlardan biridir. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Ülke bazında düşünüldüğünde, siyasi bağımsızlık birinci derecede önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzdeki endüstriyel gelişmelerin siyasi ve coğrafi dağılımına baktığımız zaman bazı temel tesbitlerde bulunmamız mümkündür. Teknolojik gelişmeye elverişlilik açısından ülkeleri iki ana sınıfa ayırabiliriz: 1) Teknolojik gelişmeyi ekonomik kaynakları çerçevesinde hiçbir ciddi siyasi engele takılmadan planlayıp yürürlüğe sokabilen ülkeler, 2) Teknolojik gelişme potansiyeli olduğu halde siyasi bağımlılık yüzünden bu alanda gelişmesi engellenen ülkeler. Birinci grup ülkelere, ABD, Japonya, Batı Avrupa Ülkeleri, Rusya, Hindistan ve Çin’i örnek gösterebiliriz. Bunların dışında kalan ülkeleri ikinci grupta sayabiliriz.

Bilindiği gibi Japonya sermaye birikimi ve sanayileşme sürecine 19. yüzyılın sonlarına doğru Meiji döneminde girmiştir. Fakat Japon sanayiinin gelişmesi, bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kontroluna geçmesiyle fiilen durdurulmuştur. Ülkeyi kontrol eden Amerikan yönetimi Japonya’daki bütün tersanelerde, makina ve uçak fabrikalarında üretimi durdurmuş, bu tesislerin tencere, tava, çatal-bıçak imali dışındaki faaliyetlerini yasaklamışlardı. Buna karşılık Japon üniversiteleri uçak ve gemi mühendisleri yetiştirmeye devam ettiler. Üniversiteden mezun ettikleri mühendisleri de, esas faaliyeti engellenen fabrika ve tersanelerde ayırdıkları bir “çizim odası”nda dünyada kendi alanlarında yapılan çalışmaların yayınlandığı dergileri izlemekle görevlendirmişlerdi. Bu durum 10 sene kadar devam ettikten sonra, Amerikan yönetimi Kore savaşı nedeniyle Japonya’ya koyduğu birçok endütriyel kısıtlamayı kaldırınca, Japonlar hızla gemi sanayiindeki hazırlıklarını uygulamaya soktular ve kısa sayılacak bir süre içinde süper tankerler imal edecek duruma geldiler. Elektronik ve diğer alanlarda da gelişmelerini hızlandırarak bir çok alanda dünyada öncü durumuna geçtiler.

Hindistan’ın durumuna gelince: Bu ülkenin son 20 yılda hızla tarımdan yüksek teknolojiye doğru geçtiğini görüyoruz. 1993 yılında, Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde çalıştığım sıralarda bir proje toplantısı için Ankara’ya gitmiştim. Orada Tübitak’ın misafirhanesinde bir kahvaltıda, elli yaşlarında, iyi giyimli esmer bir adam yandaki masada oturuyordu. Kendisiyle selamlaştım ve konuşmaya başladım. Hindistan’dan geldiğini ve Tübitak’ın kendisini Türkiye’de bir mikroçip tesisi kurma konusunda görüşlerini almak için davet ettiğini söyledi. Ben de kendisine, mikroçip sanayiinde Tübitak’ın mevcut hedefinin 1985 yılı teknolojisini aşmak olduğunu duyduğumu söylemiştim. Bunun için de yaklaşık 60 milyon dolarlık bir tesis kurmak gerektiğini duymuştum.

Hintli uzmana: “Hindistan’ın milli geliri çok yüksek olmadığı halde ülkeniz bu ileri teknoloji yatırımlarına nasıl kaynak ayırabiliyor?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Size anlatayım: Hindistan bağımsızlığını kazandıktan Cumhurbaşkanı Gandi, bilimsel araştırmalara devlet bütçesinden belli bir kaynak ayırmıştı. Bir ara ülke kıtlıklar dolayısıyla büyük mali sıkıntılara düştü. O zaman bir gurup uzman Gandi’ye gelip, ‘Efendim, halk açlıktan büyük sıkıntı içinde, bilimsel araştırmalara ayırdığımız kaynakların bir kısmıyla tahıl ürünleri ithal edelim,’ diye bir teklifte bulunmuşlardı. Fakat Gandi bu teklifi reddetti ve ne olursa olsun kimsenin o kaynaklara dokunmaması gerektiğini, hatta bilimsel araştırmalara ayrılan bütçenin arttırılarak devam ettirilmesini söyledi. Gandi’den sonraki Hint hükümetleri de bu politikayı sürdürdüler ve sonunda Hindistan kendi geliştirdiği uydu teknolojilerini kullanarak yaptığı tarım planlamasında ilk defa bu sene (1993) tarımda kendine yeter bir ülke haline geldi. Gelecek seneden itibaren de tarım ürünleri ihraç edecek.” Hintli uzmanın bu sözleri hala kulaklarımda çınlamaktadır.

Ülkemizdeki duruma gelince, böyle bir devlet politikasını maalesef Cumhuriyet tarihinde göremiyoruz. Yıllardır sürdürülen eğitim politikaları hayatta hiçbir işe yaramayacak ilkeleri ana okulundan üniversite son sınıfına kadar zorla ezberlettirmekte ve insanları dar kalıplar içinde düşünmeye zorlamaktadır. Bu tür politikalar kendisine güvenmeyen, bu yüzden de taklitçilikten öteye geçip yeni fikirler üretemeyen fertler yetiştirmektedir. Bu tür kişilerden oluşan toplumların gelişmeci bir yapıya geçebilmeleri için, önce baskıcı eğitimin kişilik bozan etkilerinden ve bunun dünya ile alakası olmayan ilkelerinden kurtulmayı başarabilmeleri gerekmektedir. Bu da fazladan bir gayret sarfı demektir.

Son yıllarda durum düzeltileceğine daha da kötüleşmeye doğru gitmektedir. Ülkemizde maalesef hem dışardan, hem de içerden, gelişmeyi engelleyici politikalar sürdürülmektedir. Dışardan gelen siyasi ve ekonomik baskılar, ülke içinde de haksız ve adaletsiz bir yönetimin iç barışı sürekli bozan kültürel, siyasi ve ekonomik baskılarına eklenmektedir. Bir ülkenin, kendi iç barışını bozucu politikalarla gelişmesi mümkün değildir. İç barışın bozulması, her şeyden önce o ülkede insanların motivasyonlarını, yani iş yapma arzularını köreltir. Bir fizik sisteminin bile iş yapabilmesi için o sistemde etkin kuvvetlerin vektörel toplamı birbirine eklenerek artacak şekilde yönlendirilmiş olmalıdır. Aksi halde eğer kuvvetler birbirinin etkisini yok edecek şekilde yönlendirilmişse, o sistemden faydalı bir iş beklememek lazımdır. Daha basit bir örnek verecek olursak, bir motora bağlı dişli çarklar ters bağlanmışsa, o motorun ileri gitmesi mümkün değildir. Böyle bir motor, ya kendini dağıtıp parçalanır, ya da geri gider.

Eğer bir ülkede, sanayileşmeyi planlayıp yönlendiren bağımsız ve etkili devlet kurumları yoksa bu iş, o ülkede yaşayan insanların sanayi ve ticaretle uğraşan kişilerden meydana getirecekleri sivil toplum kuruluşlarına düşüyor demektir. Bu tür sivil toplum kuruluşları kültür, bilim, teknoloji, ekonomi ve strateji konularında dünyadaki gelişmeleri sürekli izleyebilecek araştırma gurupları kurarak gerekli planlama ve yönlendirmeyi yapabilirler.

Unutmamak gerekir ki ülkeler ve devletler bağımlı olabilir, fakat medeniyetler bağımsızdır. Öyle görünüyor ki, yirmibirinci yüzyıl, medeniyetler arası etkileşimlerin yüzyılı olacaktır. Ancak medeniyetlerin etkileşimi, bazı çatışmacı stratejistlerin görmek istediği şekilde sadece savaş ve çatışmalarla olmaz, sosyal, kültürel, ekonomik ve endüstriyel münasebetlerle de olur.

Şirketler artık eskiden olduğu gibi bir ülkenin sınırlarını kendi sınırları olarak kabul etmemektedir. Neresi gelişmeye elverişliyse faaliyetlerinin ağırlık merkezini oraya kaydırmaktadırlar. Bunun son örneğini birçok Türk firmasının, ülkemizdeki siyasi, iktisadi ve kültürel baskılar sebebiyle faaliyetlerini Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Macaristan gibi eski Doğu Avrupa ülkelerine kaydırmalarında görüyoruz.

Bu durumda, ülkeler arası sermaye ve teknoloji hareketlerinde sosyal ve kültürel etkşilemler ön plana çıkmaktadır. Bu şartlar altında, sermaye arttırmaktan başka hiçbir amaca yer vermeyen Batı tipi şirket anlayışı yerine daha sağlam temelli yeni şirket anlayışları geliştirmek gerekmektedir. Örnek olarak, başka ülkelerde faaliyet gösteren şirketler, iş yaptıkları ülkedeki net kazançlarının küçük bir yüzdesini rahatlıkla o ülkedeki sosyal yardımlaşma faaliyetlerine ayırabilirler. Bu tür faaliyetler, bir şirketin iş yaptığı ülkedeki durumunu sağlamlaştıracaktır.

Özet olarak ifade edecek olursak, dünyada bilim ve teknoloji ve bunlara bağlı ekonomi, siyaset ve kültür alanındaki hızlı gelişmeler toplumları yeni bir takım çözümlere doğru zorlamaktadır. Herşeyden önce bu gelişmeleri yakından takip edip ileriye dönük gelişme projeleri üretmek gerekiyor. Önümüzdeki dönem, dünyada çok yoğun medeniyet ve kültür etkileşimlerinin ön plana çıkacağını düşünüyoruz. Bu şartlar altında toplumların gelişme stratejilerini mevcut devlet politikalarıyla sınırlandırmalarının büyük bir yanlışlık olacağını, kendi geleceklerini tayin edecek politikaları kendilerinin üretmesi gerektiğini söylüyoruz.

* Doç. Dr. İTÜ UUBF

Gerçeklik ve Lisan

Gerçelik ve Lisan

1) Kelimeler

Gerçeklik
Bilgi
Adalet
Mizan
Kelime

2) Gerçeklik ve Lisan Arasındaki Alaka

Gerçeklik lisanla (kelimelerle) ifade edilebilir.

Gerçekliğin en karmaşık yapıları bile lisanda ifade edilebilir. Bu ifadeler bazan mecazi (metaforik), bazan da meseli (allegorik) olabilir.

Lisanda gerçekliğin en doğru bir şekilde ifade edilebilmesi, sahip olunan kavram sistemine bağlıdır.

Gerçekliğin lisandaki ifadesinde kullanılan kelimeler arasındaki gramer bağlantıları önemlidir.

Tarif: Kelimelerin farklı kullanım yapılarına “kavram” denir.

Bir lisanın zenginliği, içindeki kelimelerin çokluğu ile değil, bu kelimelerin o lisanda nasıl kullanıldığı ile ölçülmelidir.

En güçlü lisan, hem kavramları çok olan, hem de bu kavramlar arasındaki bağlantıları gerçekliği ifadede en uygun olan lisandır.

Güçlü bir lisan, en önemli kavramlarını diğer bütün kavramlarıyla bağlantılandıran bir lisandır.

Bütün kelimeleri gerçekliği doğru ifadede kullanılabilecek bir lisanın bazı kelimelerini iptal etmek, o lisanı gerçekliği ifade açısından zayıflatır.

Bir lisanda gerçekliği doğru ifadede kullanılan anahtar kelimeler iptal edildiği zaman, o lisanın gerçekliği doğru ifade etme özelliği ortadan kalkar.

Bir lisanda, gerçekliği doğru ifade etmede kullanılan bir kelime iptal edildiği zaman onun yerine mutlaka başka bir kelime geçer. Bu şekilde iptal edilen her kelime lisanın gerçekliği ifade özelliğini bozar.

Gerçekliği en iyi ifade gücüne sahip bir lisanda, gerçekliğin en küçük ayrıntılarını ifade etmeyi sağlayacak yeni kelimeler o lisanın kendi kavramsal yapısı içinden çıkartılabilir.

Gerçekliği en iyi ifade gücüne sahip bir lisanda yapılacak bütün kavramsal değişiklikler o lisanın bu özelliğini bozar. Böyle bir lisana, başka bir kavram sisteminin kelimeleri aşılanacak olursa, o lisanla gerçeklik arasındaki alaka temelde ortadan kalkar.

Bir lisanda kelimeler ancak kullanıldıkları zaman hayat kazanır ve kullanıldıkları sürece canlı kalır.

En üstün lisan, kelimeleriyle gerçekliğin en doğru ifade edildiği lisandır.

Yaşayan iki lisandan hangisi gerçekliği daha iyi ifade ediyorsa, o daha güçlüdür.

Güçlü ve canlı bir lisan, zayıf lisanları yutar.

Bir lisan, çoğu zaman insan zihninde bir yazılım gibi çalışır. “Lisanın kullanımı zihnin aynasıdır.”

“Kullanılan lisanın sınırları düşüncenin de sınırlarıdır.” (Wittgenstein)

Kur'an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri

“Kur’an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri” Üzerine

Doç. Dr. Şakir Kocabaş

Prof. Dr. A.Y. Özemre’nin “Kur’an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri” başlıklı çalışması, Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışı ve yönetimiyle ilgili ayetlerin, günümüzün bazı teori veya senaryolarının hipotez veya kabullerine dayanarak yorumlanamayacağını bütün gerekçeleriyle ve sistematik bir şekilde ortaya koymaktadır. Konuşmama Prof. Özemre'nin söylediklerine büyük ölçüde katıldığımı ifade ederek başlamak istiyorum. Ayrıca kendisine bu önemli çalışmasından dolayı bir okuyucu olarak teşekkür ediyorum, ve bu çalışmanın maddi ve manevi olarak desteklenmesini diliyorum.

Kur’an’da “yaratılış” ile ilgili ayetlerinin herhangi bir teori veya senaryonun hipotez veya kabullerine göre yorumlanamayacağı bu çalışmayla iyice anlaşılmış bulunmaktadır. Şimdi burada şu soru karşımıza çıkıyor: Kur’an’la gerçeklik arasında nasıl bir alaka vardır? Daha özel olarak da, Kur’an’la fizik bilimler arasındaki alaka ne olmalıdır?

Kur'an’ı dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki onunla gökler ve yer arasında hakk (= gerçeklik) kavramı açısından çok yakın bir alaka bulunmaktadır. (Hakk kelimesi Kur’an’da doğru, yerinde, gerçek ve gerçeklik gibi birkaç değişik manada, ve hepsinden de önemlisi, hüvel hakk ifadesiyle Allah’ın bir ismi/sıfatı olarak geçmektedir.) Kitap'ta Kur'an'dan bahseden bazı ayetlerde onun hakk olarak indirildiği ve onda anlatılanların da hakk (= gerçek) olduğu bildirilmekte, göklerin ve yerin yaratılışından bahseden ayetlerde de göklerin ve yerin hakk (= gerçeklik) olarak yaratıldığı bildirilmektedir.

Kur’an’ın hakk (= gerçeklik) olarak indirildiğini, ve onda anlatılanların hakk (= gerçek) olduğunu bildiren ayetlerden bazıları şunlardır: (Bakara 2/252, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/105, Maide 5/48, Nahl 16/102, İsra 17/105)

Göklerin ve yerin de gerçeklik olarak (= bil hakk) yaratıldığını bildiren ayetlerden bazıları şunlardır: (En’am 6/73, İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3).

Allah Teala, Kur’an hakkında ayrıca “emrimizden bir ruh” diye bahsetmektedir:

“İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik; sen Kitap nedir, inanmak nedir bilmezdin …” (Şuura 42/52)

Kur’an, insanların zihinlerine ve kalplerine yerleştiği zaman böyle insanların meydana getirdiği bir toplumun adeta canı ve hayat kaynağı gibi bir özellik kazanır.

Allah Teala göklerdeki nizamı da, göklere ve yere vahyetmiş olduğu emri ile tesis ettiğini şu ayette ifade etmektedir:

“Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde yedi sema olarak kaza etti ve her semaya emrini vahyetti …” (Fussilet ???)

Demek oluyor ki, göklerdeki nizamla Kur’an-ı Kerim arasında hakk (= gerçeklik) ve emr kavramları açısından çok yakın bir alaka bulunmaktadır. Bu yüzden de Kur’an’la göklerde ve yerde meydana gelen olaylar arasında gerçeklik açısından daima göz önünde bulundurulması gereken çok güçlü bir alaka bulunmaktadır. Aşağıdaki şema bu alakayı özetlemektedir:


Kur'an <-----------------------> Gökler ve Yer
(hakk olarak indirildi) (hakk olarak yaratıldı)
| |
| |
V V
kelimeler <-----------------------> olaylar

İşte bu yakın alaka dolayısıyla gökler ve yerdeki olayların en iyi ve en doğru olarak anlaşılması ancak Kur'an'daki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal doku içinde mümkün olacaktır. Bu gün dünyada, bütün bilimsel teorilerin kavramlarıyla oluşturulan diller de dahil, hiçbir dil yoktur ki Kur'an kadar zengin ve tutarlı bir kavram sistemine sahip olsun. Buradan da, gerçekliği tanımanın, anlamanın ve ifade etmenin en sağlam yolunun, onu Kitap’taki kelimeler dokusu içinde anlamaya çalışmak ve bu doku içinde ifade etmeye çalışmak olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kur’an’da en temel kavramlardan birini meydana getiren “hakk” kelimesi, eski yunan düşüncesinin etkisiyle, İslam düşüncesinde 10-12. yüzyıllarda yerini giderek vücud (= varlık) kavramına bırakmıştır. Hatta o kadar ki, vücud kavramı sadece felsefede değil, kelam ve tasavvufta da merkezi bir kavram haline getirilmiş ve aslında hakk kelimesi çerçevesinde anlamsız olan bazı meseleler bu kavram etrafında tartışma konusu yapılmıştır. Buna rağmen hakk kelimesi adl (= adalet) kavramıyla olan alakası dolayısıyla müslümanların lisanından tamamen kopmamış ve bu kelimeyle birlikte Osmanlı medeniyetinin yıkılmasına kadar yerini korumaya devam etmiştir.

Rönesans öncesi Avrupa’sında da, müslümanların o zamanki Avrupa düşünce hayatı üzerindeki derin etkisiyle gerçeklik kavramı bir ara, kendilerini "hakk aşığı" (= lover of truth) olarak vasıflandıran düşünürlerin dillerinde dolaşmışsa da, daha sonra hemen hemen bütün felsefesini varlığın kategorileri üzerine kuran Kant'la birlikte gerçeklik kavramı önemini tamamen kaybetmiş ve varlık kavramı Batı düşüncesinde merkezi bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.

Fizik bilimlerin konusu, bilindiği gibi, göklerde ve yerde meydana gelen ve “fiziksel olay” tarifine giren olaylardır. Bütün bilimsel teoriler belli bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bilimsel gözlemler, deneyler ve hatta ölçmeler de teoriye göre yapılır ve sonuçlar da bu teorinin dayandığı kavram sistemi içinde ifade edilir. Fakat son birkaç yüzyıldır gelişen süreç içinde, bugünkü bilim adamları ve bilim felsefecileri tarafından bilimsel teorilerin gerçeklikle alakalı olup olmadığı meselesi tamamen bir kenara bırakılmıştır. Bunun yerine, teorilerin “olaylara uygunluğu” yeterli sayılmaktadır.

Günümüzde dünya hakkındaki bilgilerimizin çoğu son birkaç yüzyılda geliştirilmiş olan teorilere dayanmaktadır. Bu teorilerden en gelişmiş ve uygulama açısından en başarılı ikisi Genel Relativite Teorisi ve Kuantum Teorisidir, ve bu iki teori de kökleri eski yunan düşüncesine kadar giden bir varlık anlayışı ve mekan ve zaman hakkında “nokta” ve süreklilik” gibi geçersiz birtakım kabuller üzerine kurulmuştur. Temel kavramlarındaki (dalga, parçacık, noktasal kütle ve süreklilik kavramları) uyumsuzluk ve çelişkiler yüzünden bugün bilimin en gelişmiş teorileri kabul edilen bu iki teori, yüzyılın en seçkin fizikçilerinin bütün çabalarına rağmen birleştirilememektedir. Bize göre bunun başlıca sebebi, bu teorilerin gerçeklikten uzak bir kavram sistemi üzerine kurulmuş olmasıdır. Son onbeş yıldır bazı teorik fizikçiler, bu iki teorinin birleştirilmesinde ortaya çıkan tezatları kaldıracağını ümit ettikleri bir “superstring” (= süpertel) teorisi geliştirmeye çalışmaktadır. Fakat fizikçilerin bu çabaları çok yavaş ilerlemektedir, çünkü bunun için gerekli olan matematiksel kavramlar ve yapılar henüz geliştirilmemiştir.

Öte yandan, Kant’tan günümüzde kadar, ve özellikle de son yüzyılda fizik ve kozmolojinin gerçeklik kavramından tamamen uzak bir dilde geliştirilmiş olması son yıllarda David Deutsch gibi bazı fizikçileri rahatsız etmektedir. Bu fizikçiler bu eksikliğin meydana getirdiği büyük boşluğu görerek gerçeklik kavramını tekrar fizik literatürüne sokmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu fizikçilerin getirmeye çalıştığı "gerçeklik" kavramı doğal dilden gelen temel bir kavram olmak yerine Kuantum Mekaniğinin "çoklu evrenler" kabulüne dayanan yorumu üzerine kurulmaya çalışılan teorik bir "gerçeklik" kavramı olmaktadır.

İşte bu yüzden, Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışı ve oluşumu ile ilgili ayetlerin, ne kadar gelişmiş olursa olsun gerçeklikle alakası belli olmayan bu günkü teorilerin hipotezleri veya senaryolarının varsayımlarına dayanarak açıklanması yerinde olmayacaktır.

Buna karşılık Kur’an’da gerçeklikle ilgili bir dizi kelime (hakk, emr, kada, kadr, izn, sahhara, sultan, akl ve ruh) bulunmaktadır ve bu kelimeler birbiriyle tutarlı bir doku meydana getirmektedir. Kitap’ta aynı şekilde mekan (kün/mekan, ard, haysu, canib) ve zaman (hıyn, an, sene, şehr, dehr, ‘asr) ile ilgili zengin bir kelime örgüsü sağlam bir kavramsal yapı oluşturmaktadır. Gene aynı şekilde yaratılışla ilgili birçok ayrıntıyı ifade etmede kullanılan bir dizi kelime (haleka, ceale, sevva, savvere, fatara, nebete, benea, kada, emr, kadr) bulunmaktadır. İnsan ve toplum bilimlerinin uğraştığı konularla ilgili birçok kelime de (ruh, nefs, heva, kavm, ümmet, din, millet) bulunmaktadır. Bu kelimeler Kitap’taki kavramsal yapıları içinde, geleceğin en gelişmiş teorilerinin temel kavramlarını oluşturacaktır. Kur’an’da bu konuyla ilgili gördüğümüz şu ayetleri hatırlamak aydınlatıcı olacaktır:

“Görmedin mi Allah, nasıl bir benzetme yapmıştır: Güzel bir kelime (=kelimetün tayyibe) kökü yerde sabit, dalları semada olan güzel bir ağaç gibidir.”
“[O ağaç] Rabbinin izniyle (= bi izni rabbiha) her zaman meyvesini verir; Allah insanlara öğüt almaları için böyle benzetmeler yapar.”
“Kötü bir söz de (= kelimetün habise), gövdesi yerin üzerinden koparılmış, tutunacak yeri olmayan (= ma leha min karar) kötü bir ağaca benzer.” (İbrahim Suresi 14/24-26)

İşte bu şartlarda çağımız müslüman bilim adamlarına çok önemli bir görev düşmektedir: Gerçekliğin Kur’an’daki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı içinde algılanmaya çalışılması, anlaşılması ve ifadesi. Böyle bir araştırma programının başarıya ulaşması için yapılması gereken işleri şöyle sıralıyabiliriz:

1) İlgilenilen bilim dallarının (fizik, kozmoloji, biyoloji, v.s.) mantıksal, matematiksel ve teorik yapısının dikkatle incelenmesi.
2) Bilim felsefesi: Bu bilimlerin temel kavramlarının bunlarda geliştirilen teorilerde nasıl kullanıldığının incelenmesi.
3) Kur'an'daki kavramların gramerlerinin (kullanım çerçeveleri ve yapılarının) tedkik edilmesi. (Mesela Kur'an'da yaratılış ile ilgili bir düzineden fazla kelime bulunmaktadır, fakat bu kelimelerin, yaratılışın hangi yönlerini veya safhalarını anlatmada kullanıldığı bu güne kadar hala araştırılmamıştır.)
4) İlgili bilim alanına giren, göklerde ve yerde meydana gelen olayların önce bu kavramlar çerçevesinde genel bir yapı içinde anlaşılmaya çalışılması.
5) Sonra da bu kavramsal yapı üzerine gerekli mantıksal ve/veya matematiksel yapılar kullanmak suretiyle, formel teorilerden başlayarak basit fakat tutarlı yeni teoriler geliştirilmesi.
6) Geliştirilen bu formel teorilerin mevcut teorilerle açıklanmaya çalışılan olayları daha tutarlı ve daha tafsilatlı olarak açıklayacak şekilde genişletilmesi.

Bunlar yapılmadığı takdirde müslümanların bilimde hiçbir yeni veya orijinal teori geliştirmeleri mümkün olmayacak ve yukarıda sıralanan bu işleri müslümanlar yapmadıkları takdirde bunu bir gün mutlaka başkaları yapacaktır.

------------- ek

Birincisi, ilgilenilen bilim dalındaki (fizik, kozmoloji) teorik yapıyı, bu yapının temel kavramlarını ve bu bilimin felsefesini iyi bilmek gerekiyor.

İkinci olarak, Kur’an’da o bilim konusuyla ilgili kelimeleri bulmak ve bunların Kitap’taki gramerini dikkatli bir şekilde incelemek gerekiyor.

Üçüncü adımda, mevcut teoriyi Kitap’taki bu kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı ile karşılaştırıp bu yapı içinde manalandırmaya çalışmak.

Kitap’taki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı içinde yeni teoriler geliştirmek.

Dikkat edilirse, bu program çerçevesinde yapılan iş Kitab’ı, kökleri havada kalan birtakım teorik terimlerle anlamaya çalışmak değil, teorileri Kitab’ın kelimeleriyle anlamaya ve yeniden kurmaya çalışmaktır. Geleceğin en gelişmiş teorileri işte bu kelimeler üzerine kurulacaktır. Görüleceği gibi, burada müslüman bilim adamları için büyük bir imkan ortaya çıkmaktadır. Eğer müslümanlar bu imkanı değerlendirmezlerse, başkaları mutlaka bunu değerlendirecektir.
-----------
***

Demek oluyor ki, göklerdeki nizam ile Kur’an-ı Kerim arasında hakk (= gerçeklik) kavramı arasında yakın bir alaka var. Bu alakayı şu şema ile gösterebiliriz:

***

Bu çalışma, çok önemli bir konuda uzun zamandır, hatta genel çerçevesi itibariyle de birkaç yüzyıldır eksikliği hissedilen, ve konusunda vukuf sahibi olarak ülkemizde yetişmiş olan ilk ve nadir bir ilim adamı, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre tarafından hazırlanmış çok önemli bir araştırmanın başlangıcını oluşturmaktadır.

Prof. Özemre, konuya başlangıç olarak, temelde fizik olmak üzere Tabiat İlimleri olarak adlandırılan fizik, kimya biyoloji, astronomi gibi bilimlerin birçok açıdan sağlam bilgi sahibi olmadan “İlmi Kur’an Tefsiri” adı altında Kur’an-ı Kerim’i yorumlamaya girişenlerin ciddi kavram kargaşalarına, yanlış anlamalara ve İslam’a aykırı beyanlara yol açtığını görerek bu hataları ortaya çıkarmak amacıyla bu çalışmayı yaptığını ayrıntılarıyla bildirmektedir. Gene başlangıç bölümünde, son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan Kur’an tefsirinde modernist akımları ve bunların amaç ve metotlarını oldukça sistematik bir şekilde özetlemektedir.

İkinci Bölüm’de de ilim kavramına, gözlem, deney ve tefekkür (sistematik düşünme) kavramları ile alakaları çerçevesinde açıklık getirilmekte ve bu kavramın genel çerçevesi içinde pozitif ilim kavramı tarif edilmekte ve bunun sınırları da bir dizi metodolojik ve felsefi açıdan ayrıntılı bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu bölümde üç sayfa içinde özet fakat daha önce herhangi bir eserde görmediğim sistematik bir yaklaşım içinde bilgiler verilmektedir. Makaleyi baştan sona olduğu gibi, bu bölümü de büyük bir dikkatle, satırların altını çizerek ve bütün anahtar kelimeleri işaretleyerek okudum. Bu makalede yazılanların “Kur’an ve Bilim” konusunda çalışma yapmak isteyen herkes tarafından iyice anlaşılmış ve hazmedilmiş olması gerektiği kanaatine vardım. Bu bölümde sormak için işaretlediğim iki husus oldu. Bunlardan biri, 7. sayfadaki tabiat ilimlerini karakterize eden prensiplerden determinizm ilkesi ile ilgili idi: Kuantum mekaniğinde bu prensibin her zaman, özellikle fotonlarla parçacıkların etkileşimlerinde geçerli olmadığı, ve bu tür etkileşimlerde Heisenberg’in belirsizlik presibinin geçerli olduğu. Bu hususun, makalenin sınırlı hacmı dolayısıyla ele alınmadığını düşünüyorum.

Diğeri ise fiziksel realite kavramı. Bildiğim kadarıyla, batı düşüncesinde özellikle Kant’tan beri daha da derin bir şekilde, klasik ve modern fizikte gerçeklik kavramının yerini varlık (= existence) kavramı almış bulunmaktadır. Dolayısıyla da özellikle modern fizikçiler “geçeklik” kavramına başvurmaya ihtiyaç duymadan teorilerini geliştirmişlerdir. Fakat son yıllarda bilimsel teorilerin gerçeklikle alakasının gerekli görülmeyişinin eksikliğini hisseden bazı batılı fizikçiler, ki bunlardan biri Yahudi asıllı İngiliz fizikçisi David Deutsch’tur, bu kavramı tekrar fizik literatürüne sokmaya çalışmaktadırlar.1 Fakat bunu yaparken teorilerini bu kavram üzerine kurmak yerine, “teoriye göre” bir gerçeklik tanımı getirmeye çalışmaktadırlar. (Mesela Deutsch, Kuantum Mekaniği’nin “çoklu dünyalar” yorumuna dayanan bir gerçeklik kavramı geliştirmeye çalışmaktadır.)
------
1 Bakınız: Deutsch, D. (1998). “The Fabric of Reality”. Penguin Books.

Makalenin gene bu bölümündeki tabiat ilimleri ile metafizik arasındaki ayırım konusunda anlatılanları da çok önemli görüyorum. Gene bu bölümde tabiat ilimlerinin temelindeki temel kabuller (dogmalar) da açık ve net bir şekilde ifade edilmiş bulunuyor. Bunlar ortaya konulduktan sonra hakiki ilim adamları tarafından takip edilen ilim ahlakının temel prensipleri gene açık bir şekilde formüle ediliyor. Bu prensipleri tanımayan ve bunların ihlal edilmesine göz yuman toplumlarda ilmi gelişme açısından ne gibi büyük siyasi hatalar meydana geldiği tarihteki bazı örnekleriyle birlikte gözler önüne seriliyor.

Bu bölümde diğer yandan da bilimle dini birbirine karıştırmanın yanlışlıkları sıralanıyor ve batılı bazı bilim adamı ve felsefecilerin, bilim kavramını din kavramının yerine oturtma çabaları da tarihi örneklerle anlatılıyor. Buna karşılık tabiat ilimleri konusunda sistematik bir eğitimi olmayan bazı müslümanların da teorik kavramları dini kavramların yerine ikame etme çabaları ve bunun sonunda ortaya çıkan tiraji-komik durumlar da müşahhas örnekleriyle ortaya konuyor.

Bu bölümüm sonlarında ise daha sonraki bölümde anlatılanlara esas olacak bazı temel kavramlar ayrıntılı bir şekilde tarif ediliyor ve bu tarifler örneklerle açıklanıyor. Bahsedilen kavramlar, tabiat ilimleri çerçevesinde yapılan faaliyetler sırasında ilim adamları arasında öncelikle kendi aralarındaki bilgi alışverişi ve açıklamalar için geliştirilen araçları ifade eden teori, model ve senaryo kavramlarıdır. Burada özellikle model ve senaryo kavramları tafsilatlı bir şekilde ve bilim tarihinden verilen örneklerle açıklanmaktadır. Senaryolar üzerine verilen örneklerde, birçok bilim adamı ve felsefeci tarafından bile yanlış olarak “Evrim Teorisi” ve “Büyük Patlama Teorisi” diye isimlendirilen “teorilere” aslında “senaryolar” denilmesi gerektiği, senaryo kavramına getirilen ayrıntılı tarif ve açıklamalarla ortaya konmakta ve bu alanda sürekli yapılan kavram karışıklığına da böylece son verilmektedir. Bu husus da bilim felsefesi açısından bu çalışmanın getirdiği önemli yeniliklerden biri olmaktadır.

Bu bölümü okurken, “burada teori ve model kavramları arasındaki ilişki de açıklığa kavuşturulsaydı daha iyi olurdu,” diye düşündüm. Ancak, makalenin konusunun senaryolarla daha yakından ilgili olduğunu göz önünde bulundurarak, bu kadar yoğun bir çalışmada bunun ele alınmamış olmasını tabii karşıladım. Fakat ileride yapılacak daha geniş bir çalışmada bu konu üzerinde de durulması yerinde olacaktır kanaatindeyim.

Makalenin Üçüncü bölümünde metod, tefsir ve te’vil kavramları tarif edilmekte ve yapılan tarifler örneklerle de açıklanmaktadır. Dördüncü bölümde ise Kur’an’daki müteşabih ayetler karşısında gene Kur’an’da bu konuyla ilgili Al-i İmran suresinin 7. ayetindeki bir ifade hatırlatılarak ilimde rüsuh sahibi olunmadan bunların te’viline kalkışmanın getireceği hatalar üzerinde durulmaktadır. Bu bölüm, “ilmi tefsir” çatısı altında yapılmak istenecek bütün faaliyetlere ışık tutacak veciz bir cümleyle son buluyor: Tabiat ilimlerinin izafi sonuçlarını Kur’an tefsirlerine karıştırmak isabetli, temkinli ve objektif bir tutum olmadığı gibi, tehlikelidir de.

Beşinci bölümde astronomi, astrofizik, kozmoloji ve kozmogoni bilimlerinin amaç ve ilgi alanlarına göre tarifleri ve sınırları çiziliyor. Bu ilim ve araştırma alanları, teorik veya spekülatif kavram ve açıklamalarının “ilmi tefsir” iddiasındaki çalışmalarda yer alması dolayısıyla bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınıyor. Özellikle de kozmoloji ve kozmogoninin dayandığı temel prensipler ve faraziyeler açık ve net ifadelerle ortaya konarak bunların geçerlilik dereceleri tartışılıyor. Kozmoloji, matematiksel ve fiziksel kozmoloji olarak metodoloji açısından iki ayrı araştırma alanı olarak ele alınıyor. Evrenin şimdiki durumu ve geleceği hakkında açıklamalar getirme amacındaki fiziksel kozmoloji ve evrenin yaratılışı konusunda açıklamalar getirmeyi amaçlayan kozmogoninin ilmi bir yapıya değil, daha çok spekülatif bir yapıya sahip oldukları ifade ediliyor. Kur’an’daki bazı ayetleri bunlara dayanarak açıklamanın da bu yüzden isabetli olmayacağı örneklerle anlatılıyor.

Sonuç bölümünde Kur’an-ı Kerim’in esas gayesinin insanlara hidayet (yol gösterici) ve rahmet olması (Nahl suresi 16/64) hatırlatılarak, onun fizik, kimya, biyoloji gibi tabiat bilimlerinin aracılığıyla açıklanmaya çalışılmasının yanlışlığı ortaya konulmaktadır. Gene daha önceki bölümlerde verilen bilgiler çerçevesinde, Kur’an ayetlerinin henüz ilim hüviyeti kazanamamış araştırma alanlarında geliştirilen senaryoların kavramları ile açıklamanın ne kadar yanlış ve temelsiz bir çaba olduğu ifade ediliyor. Hele bunu tabiat ilimlerinde hiçbir vukufu olmayan kişilerin yapmaya kalkmasının saçmalık derecesine varan hatalara yol açtığı bazı müşahhas örnekleriyle ortaya konuyor. Sonuç bölümünün önemli tesbitlerinden biri de fizikçilerin anladığı dar çerçeveli fiziksel realite kavramı ile Cenab-ı Hakk’ın nezdinde olan Nihai Gerçeklik arasındaki farka işaret edilmesidir.

Yazımın başlangıcındaki düşüncelerimi burada da tekrarlamak istiyorum. Bu makale kendi alanında bu kadar vukufla ele alınmış, bir örneği belki de dünyada bulunmayan çok önemli bir çalışmanın ürünüdür. Ümidim odur ki Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre bu çalışmasını yakında bir kitap haline getirir ve bütün ilim dünyasının istifadesine sunar, ve bu çalışması da hakettiği maddi ve manevi desteği bulur.

Bilim Felsefesi

BİLİM FELSEFESİ

Kelimeler: gerçeklik, fizik, araştırma, teori, model, hipotez, gözlem, deney, araştırma projeleri, araştırma geleneği.

Bilim Felsefesi Nedir?

Bu gün geçerli genel felsefi anlayış içinde kabul edilebilecek en genel tarife göre bilim felsefesi, bilimsel araştırma faaliyetleri çerçevesinde geliştirilen teori ve hipotezlerle gözlemlenen olaylar arasındaki ilişkileri inceleyen bir felsefe dalıdır.

Bilimsel araştırmalarda geliştirilen teorilerin üç önemli fonksiyonu vardır: 1) Bilim adamları arasında, incelenen olaylarla ilgili ortak bir kavram sistemi ve lisan oluşturmak, 2) Olayları bu lisanın kavramları ile sistematik bir şekilde açıklamak, 3) Teori çerçevesi içinde kalan fakat daha önce karşılaşılmamış veya gözlemlenmemiş olaylar hakkında öngörüler (prediction) yapabilmek.

Bilim felsefesi, evrende meydana gelen astronomik ve fiziksel olayları sistematik bir yapı içinde anlamak ve açıklamak için geliştirilmiş olan teorilerin hipotezlerinin olaylarla karşılaştırıldıkları zaman ortaya çıkan problemlere çözüm arama çalışmaları ile başlamış olan bir faaliyettir.

Bilim felsefesinin özellikle son iki yüzyıl içinde ortaya çıktığına dair yanlış bir anlayış mevcuttur. Halbuki bu alanda, bir teorinin yeni gözlemler yapılarak olaylarla karşılaştırılması şeklindeki ilk ciddi faaliyet müslümanlar tarafından başlatılmıştır. Daha Abbasiler zamanında, Beyt-ül Hikme'nin gelişmesinde büyük rolü olan halife El-Me'mun (M. 813-833) tarafından, zamanın matematikçi ve astronomi bilginlerinin de içinde bulunduğu bir heyet, Batlamyus'un (Ptolemy) astronomi kitabındaki verilerle Hintli bir astronomun kitabindaki verilerden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunun araştırılması için Bağdat'ın kuzeyindeki Sincar vadisinde gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu heyet birkaç ay süren astronomik gözlemlerden sonra Batlamyus'un yıldızların ve diğer gök cisimlerinin pozisyonları ile ilgili olarak verdigi bilgilerin gerçeğe daha uygun olduğunu tesbit etmişti.1

Batlamyus'un astronomik öngörülerinin dayandığı modeline İslam bilginlerinden ilk tenkidler, Beyt-ül Hikme astronomlarından Sabit bin Kurra (834-901), ve optik alanındaki çalışmalarıyla da ünlü bir bilgin olan ve Mısır'da yaşamış olan Ibn Heysem (965-1051) tarafından gelmişti2. Ibn Heysem'in "Astronomi Üzerine" isimli eserinde şu ifadeler bulunmaktadır:3

"... Batlamyus'un tamamen soyut olarak tasarladığı dairelerin ve hayali noktanın hareketlerini aynı hareketleri taklid eden küre veya düzlemsel yüzeyler üzerine yerleştireceğiz. Böylece de daha hassas ve anlaşılması kolay bir model oluşturacağız...Bizim ispatlarımız, bu ideal noktayı ve bu hayali daireleri kullanan ispatlardan daha sade olacaktır..."

Endülüs'te ise İbn Tufeyl (ö. 1185) daha da ileri giderek Batlamyus'un kullandığı eksantrik (merkezi bir doğru parçası üzerinde gidip gelen) ve episaykıl (merkezi daha büyük bir daire çemberi üzerinde hareket eden) daireler olmayan yeni bir astronomi geliştirmeye çalışmıştı. 4

Fakat Batlamyus'un eksantrik ve episaykıl daireler ile gök cisimlerinin hareketlerini açıklayan modeline en sistematik eleştiri, gençliğinde hocası İbn Tufeyl ile Merakeş'te astronomik gözlemler yapmış olan büyük İslam düşünürü İbn Rüşd (1126-1198) tarafından yapılmıştır. İbn Rüşd, Batlamyus'un modelinin gerçeklere uymadığını, çünkü buna dayanarak gök cisimlerinin hareketlerini taklit edecek bir modelin geliştirilmesinin imkansız olduğunu, dolayısıyla yeni bir astronomi teorisinin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini açık bir şekilde öne sürmüştür: 5

"Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş oluyorlar.”

İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik prensipleri olmalıydı: 6

"Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."

İbn Rüşd, hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan bir teori için 'zevahiri kurtarmak' tabirini kullanıyor.

Bilim felsefecisi Pierre Duhem (1861-1916) ise burada İbn Rüşd'ü, Batlamyus ve onun gibi düşünen Eski Yunan astronomlarının yaptığı işin mahiyetini ve gayesini iyi anlamamış olmakla vasıflandırıyor ve bir bilimsel teoriyi destekleyen hipotezlerin doğru olmasının, yani gerçeklere uymasının gerekmediğini söylüyor. Bilim adamı için, teoriye göre yaptığı hesapların gözlemlerle uyuşmasının - gene kendi ifadesiyle 'olayları kurtarmasının' - yeterli olduğunu ifade ediyor. 7

Fakat İbn Rüşd’ün yukarıdaki sözleri başta öğrencisi El Bitruci (1200’ler) olmak üzere Endülüs’te ve Doğuda Meraga rasathanesinde Tusi (ö. 1274) gibi gökbilimciler tarafından İslam dünyasında yeni astronomi çalışmalarının başlamasına yol açmıştır. Bu şekilde İbn Rüşd, bilim tarihinde ilk defa, bilim felsefecisi Lakatos’un deyimiyle bir "araştırma programı"nın başlatılmasına öncülük etmiştir8. Yeni astronominin kuruluşu da, Tusi’nin çalışmalarını incelemiş olan Kopernik (1473-1543) tarafından tamamlanmıştır.9 İbn Rüşd’ün bu konudaki ısrarcı görüşleri olmasaydı, yeni astronominin gelişmesi daha ne kadar sürerdi, bunu düşünmek gerekiyor.

Buna rağmen Duhem'in bilimsel teoriler hakkındaki görüşleri daha sonra gelen bilim felsefecileri tarafından da kabul görmüştür. Ne mantıksal pozitivistler, ne onları eleştiren Popper, Kuhn ve Feyerabend gibi felsefeciler Duhem'in bilimsel teorilerle gerçeklik arasında bir ilşiki olmasının gerekmediği konusundaki görüşlerine bir itirazda bulunmamışlardır. Mantıksal pozitivistlerin sağlanabilirlik (verifiability) ve Popper'in yanlışlanabilirlik (falsifiability) kriterleri ile Kuhn'un relativist ve Feyerabend'ın çoğulculuk prensipleri Duhem'in savunduğu bilim anlayışıyla çelişmemektedir.

Bu anlayış geçtiğimiz yüzyılda bilim adamları tarafından da benimsenmiş ve 20. Yüzyıl fiziği büyük ölçüde bu bilim anlayışı üzerinde gelişmiştir. Fakat daha 20. Yüzyılın ilk yarısında, halen fiziğin en gelişmiş ve en başarılı iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ile Kuantum Teorisi'nin, dünyanın en iyi fizikçilerinin yarım yüzyılı aşan bütün çabalarına rağmen birleştirilememiş olması, bu meselenin temelinde mevcut fizik teorileriyle gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın bulunduğunu düşündürmektedir. Bu da ayrıca ciddi olarak araştırılması gereken ve uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir konudur.

------
1 Demirci, M. (1996). "Beyt-ül Hikme". İnsan Yayınları. İstanbul, s. 128.
2 Bu konudaki referanslar için bakınız:
- Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press, s. 26.
- Huff, T.E. (1993) "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 56.
3 Duhem, P. (A.g.e.), s. 27.
4 Duhem, P. (A.g.e.), s. 29.
5 Duhem, P. (A.g.e.), s. 30.
6 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.
7 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.
8 Huff, T.E. (1993), "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 54-61.
9 Kopernik’in, Tusi’nin çalışmalarından nasıl faydalandığı konusunda bilgi için bakınız: Huff, T.E. (A.g.e.), s. 55-58.