tag:blogger.com,1999:blog-349239202024-02-08T19:47:59.922+03:00SAKIR KOCABAS2006'nın Ağustos ayında aramızdan ayrılan rahmetli Şakir Kocabaş'ın çalışmaları, fikirleri, eserleri... Ayrıntılı bilgi için sakirkocabas@gmail.com adresine yazabilirsiniz.
For information on Sakir Kocabas in English, please go to http://worksofsakirkocabas.blogspot.comUnknownnoreply@blogger.comBlogger11125tag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-35506742713148717742007-09-07T08:59:00.000+04:002007-09-07T09:00:08.462+04:00Sanayileşmenin Felsefi AltyapısıSanayileşmenin Felsefi Altyapısı<br /><br />Şakir Kocabaş *<br /><br />“Sanayileşme” kavramı Avrupa’da Endüstri Devrimi sırasında ortaya çıkmış bir kavram olup esas olarak dokuma üretiminde insanların elleri ve ayaklarıyla yaptıkları işleri büyük imalathanelerde buhar makinaları kullanarak yapmakla başlayan ve diğer üretim sahalarının gelişmesine yol açan bir makinalaşma ve fabrikalaşma hareketi şeklinde tarif edilebilir. Bu kavram belli bir tarihi dönemdeki iktisadi gelişme için ortaya atılmış, fakat daha sonra başka makineleşme dönemleri için de kullanılmaya başlamıştır. İnsanlık tarihi, üretim açısından üç safhaya ayrılır: Avcılık dönemi, tarım ve hayvancılık dönemi, sanayi devrimi ile başlayan makinalaşma dönemi. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru bunlara yeni bir dönem daha eklenmiştir: Otomasyon ve Bilgi Çağı dönemi. Ancak bu son döneme Bilgi Çağı yerine Enformasyon Çağı demek daha doğru olacaktır, çünkü bilgi kavramının insan davranışlarını gerçekliği arama ve adaleti sağlamaya yönlendiren bir boyutu bulunmaktadır.<br /><br />Günümüzde “sanayileşme” terimi, hemen her alanda gelişmeyi ifade için kullanılmaktadır. Tarım ve hayvancılık bile “endüstriyel tarım” terimiyle geleneksel tarımdan ayrılmaktadır. Ayrıca “sanayileşme” terimi de hangi çağ için kullanıldığına bağlı olarak anlam kazanmaktadır. Sanayileşme projeleri de buna göre değerlendirilmektedir. Mesela artık “ağır sanayi hamlesi” projeleri, bu günkü manada iktisadi gelişmeye götüren projeler olarak kabul edilmemektedir. Bunun yerine “ileri teknolojiler” veya “yüksek teknolojiler” kullanarak gerçekleştirilecek “hafif sanayi hamleleri”, hatta “ağırlıksız” yazılım teknolojileri ön plana çıkmaktadır. <br /><br />Ayrıca iktisadi sektörler arasındaki dengelerin de değiştiğine dikkat etmek gerekiyor. Orta Çağ’da tarım sektörü, 19. Yüzyılda sanayi sektörü, 20. Yüzyılın sonlarında hizmet sektörü ağırlık kazanmış bulunuyor. Öte yandan geliştirilen yeni teknolojiler, uydu teknolojisi ile planlama, biyoteknoloji ve tarım aletlerinin gelişmesi tarım sektörünün; robotik ve otomasyon teknolojilerinin gelişmesi endüstri sektörünün; bilgi sistemlerinin gelişmesi de hizmet sektörünün yapısını hızla değiştiriyor. Bütün bu alanlarda yüksek teknoloji geliştirme hamlelerinde sürekli eğitim ve bilgi kazanımı merkezi bir yer almaktadır. Her alandaki gelişmelerde olduğu gibi, teknolojik gelişme için de iyi yetişmiş insan gücü önde gelen ilk şartlardan biridir. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Ülke bazında düşünüldüğünde, siyasi bağımsızlık birinci derecede önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.<br /><br />Günümüzdeki endüstriyel gelişmelerin siyasi ve coğrafi dağılımına baktığımız zaman bazı temel tesbitlerde bulunmamız mümkündür. Teknolojik gelişmeye elverişlilik açısından ülkeleri iki ana sınıfa ayırabiliriz: 1) Teknolojik gelişmeyi ekonomik kaynakları çerçevesinde hiçbir ciddi siyasi engele takılmadan planlayıp yürürlüğe sokabilen ülkeler, 2) Teknolojik gelişme potansiyeli olduğu halde siyasi bağımlılık yüzünden bu alanda gelişmesi engellenen ülkeler. Birinci grup ülkelere, ABD, Japonya, Batı Avrupa Ülkeleri, Rusya, Hindistan ve Çin’i örnek gösterebiliriz. Bunların dışında kalan ülkeleri ikinci grupta sayabiliriz. <br /><br />Bilindiği gibi Japonya sermaye birikimi ve sanayileşme sürecine 19. yüzyılın sonlarına doğru Meiji döneminde girmiştir. Fakat Japon sanayiinin gelişmesi, bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kontroluna geçmesiyle fiilen durdurulmuştur. Ülkeyi kontrol eden Amerikan yönetimi Japonya’daki bütün tersanelerde, makina ve uçak fabrikalarında üretimi durdurmuş, bu tesislerin tencere, tava, çatal-bıçak imali dışındaki faaliyetlerini yasaklamışlardı. Buna karşılık Japon üniversiteleri uçak ve gemi mühendisleri yetiştirmeye devam ettiler. Üniversiteden mezun ettikleri mühendisleri de, esas faaliyeti engellenen fabrika ve tersanelerde ayırdıkları bir “çizim odası”nda dünyada kendi alanlarında yapılan çalışmaların yayınlandığı dergileri izlemekle görevlendirmişlerdi. Bu durum 10 sene kadar devam ettikten sonra, Amerikan yönetimi Kore savaşı nedeniyle Japonya’ya koyduğu birçok endütriyel kısıtlamayı kaldırınca, Japonlar hızla gemi sanayiindeki hazırlıklarını uygulamaya soktular ve kısa sayılacak bir süre içinde süper tankerler imal edecek duruma geldiler. Elektronik ve diğer alanlarda da gelişmelerini hızlandırarak bir çok alanda dünyada öncü durumuna geçtiler.<br /><br />Hindistan’ın durumuna gelince: Bu ülkenin son 20 yılda hızla tarımdan yüksek teknolojiye doğru geçtiğini görüyoruz. 1993 yılında, Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde çalıştığım sıralarda bir proje toplantısı için Ankara’ya gitmiştim. Orada Tübitak’ın misafirhanesinde bir kahvaltıda, elli yaşlarında, iyi giyimli esmer bir adam yandaki masada oturuyordu. Kendisiyle selamlaştım ve konuşmaya başladım. Hindistan’dan geldiğini ve Tübitak’ın kendisini Türkiye’de bir mikroçip tesisi kurma konusunda görüşlerini almak için davet ettiğini söyledi. Ben de kendisine, mikroçip sanayiinde Tübitak’ın mevcut hedefinin 1985 yılı teknolojisini aşmak olduğunu duyduğumu söylemiştim. Bunun için de yaklaşık 60 milyon dolarlık bir tesis kurmak gerektiğini duymuştum. <br /><br />Hintli uzmana: “Hindistan’ın milli geliri çok yüksek olmadığı halde ülkeniz bu ileri teknoloji yatırımlarına nasıl kaynak ayırabiliyor?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Size anlatayım: Hindistan bağımsızlığını kazandıktan Cumhurbaşkanı Gandi, bilimsel araştırmalara devlet bütçesinden belli bir kaynak ayırmıştı. Bir ara ülke kıtlıklar dolayısıyla büyük mali sıkıntılara düştü. O zaman bir gurup uzman Gandi’ye gelip, ‘Efendim, halk açlıktan büyük sıkıntı içinde, bilimsel araştırmalara ayırdığımız kaynakların bir kısmıyla tahıl ürünleri ithal edelim,’ diye bir teklifte bulunmuşlardı. Fakat Gandi bu teklifi reddetti ve ne olursa olsun kimsenin o kaynaklara dokunmaması gerektiğini, hatta bilimsel araştırmalara ayrılan bütçenin arttırılarak devam ettirilmesini söyledi. Gandi’den sonraki Hint hükümetleri de bu politikayı sürdürdüler ve sonunda Hindistan kendi geliştirdiği uydu teknolojilerini kullanarak yaptığı tarım planlamasında ilk defa bu sene (1993) tarımda kendine yeter bir ülke haline geldi. Gelecek seneden itibaren de tarım ürünleri ihraç edecek.” Hintli uzmanın bu sözleri hala kulaklarımda çınlamaktadır. <br /><br />Ülkemizdeki duruma gelince, böyle bir devlet politikasını maalesef Cumhuriyet tarihinde göremiyoruz. Yıllardır sürdürülen eğitim politikaları hayatta hiçbir işe yaramayacak ilkeleri ana okulundan üniversite son sınıfına kadar zorla ezberlettirmekte ve insanları dar kalıplar içinde düşünmeye zorlamaktadır. Bu tür politikalar kendisine güvenmeyen, bu yüzden de taklitçilikten öteye geçip yeni fikirler üretemeyen fertler yetiştirmektedir. Bu tür kişilerden oluşan toplumların gelişmeci bir yapıya geçebilmeleri için, önce baskıcı eğitimin kişilik bozan etkilerinden ve bunun dünya ile alakası olmayan ilkelerinden kurtulmayı başarabilmeleri gerekmektedir. Bu da fazladan bir gayret sarfı demektir.<br /><br />Son yıllarda durum düzeltileceğine daha da kötüleşmeye doğru gitmektedir. Ülkemizde maalesef hem dışardan, hem de içerden, gelişmeyi engelleyici politikalar sürdürülmektedir. Dışardan gelen siyasi ve ekonomik baskılar, ülke içinde de haksız ve adaletsiz bir yönetimin iç barışı sürekli bozan kültürel, siyasi ve ekonomik baskılarına eklenmektedir. Bir ülkenin, kendi iç barışını bozucu politikalarla gelişmesi mümkün değildir. İç barışın bozulması, her şeyden önce o ülkede insanların motivasyonlarını, yani iş yapma arzularını köreltir. Bir fizik sisteminin bile iş yapabilmesi için o sistemde etkin kuvvetlerin vektörel toplamı birbirine eklenerek artacak şekilde yönlendirilmiş olmalıdır. Aksi halde eğer kuvvetler birbirinin etkisini yok edecek şekilde yönlendirilmişse, o sistemden faydalı bir iş beklememek lazımdır. Daha basit bir örnek verecek olursak, bir motora bağlı dişli çarklar ters bağlanmışsa, o motorun ileri gitmesi mümkün değildir. Böyle bir motor, ya kendini dağıtıp parçalanır, ya da geri gider.<br /><br />Eğer bir ülkede, sanayileşmeyi planlayıp yönlendiren bağımsız ve etkili devlet kurumları yoksa bu iş, o ülkede yaşayan insanların sanayi ve ticaretle uğraşan kişilerden meydana getirecekleri sivil toplum kuruluşlarına düşüyor demektir. Bu tür sivil toplum kuruluşları kültür, bilim, teknoloji, ekonomi ve strateji konularında dünyadaki gelişmeleri sürekli izleyebilecek araştırma gurupları kurarak gerekli planlama ve yönlendirmeyi yapabilirler. <br /><br />Unutmamak gerekir ki ülkeler ve devletler bağımlı olabilir, fakat medeniyetler bağımsızdır. Öyle görünüyor ki, yirmibirinci yüzyıl, medeniyetler arası etkileşimlerin yüzyılı olacaktır. Ancak medeniyetlerin etkileşimi, bazı çatışmacı stratejistlerin görmek istediği şekilde sadece savaş ve çatışmalarla olmaz, sosyal, kültürel, ekonomik ve endüstriyel münasebetlerle de olur. <br /><br />Şirketler artık eskiden olduğu gibi bir ülkenin sınırlarını kendi sınırları olarak kabul etmemektedir. Neresi gelişmeye elverişliyse faaliyetlerinin ağırlık merkezini oraya kaydırmaktadırlar. Bunun son örneğini birçok Türk firmasının, ülkemizdeki siyasi, iktisadi ve kültürel baskılar sebebiyle faaliyetlerini Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Macaristan gibi eski Doğu Avrupa ülkelerine kaydırmalarında görüyoruz.<br /><br />Bu durumda, ülkeler arası sermaye ve teknoloji hareketlerinde sosyal ve kültürel etkşilemler ön plana çıkmaktadır. Bu şartlar altında, sermaye arttırmaktan başka hiçbir amaca yer vermeyen Batı tipi şirket anlayışı yerine daha sağlam temelli yeni şirket anlayışları geliştirmek gerekmektedir. Örnek olarak, başka ülkelerde faaliyet gösteren şirketler, iş yaptıkları ülkedeki net kazançlarının küçük bir yüzdesini rahatlıkla o ülkedeki sosyal yardımlaşma faaliyetlerine ayırabilirler. Bu tür faaliyetler, bir şirketin iş yaptığı ülkedeki durumunu sağlamlaştıracaktır. <br /><br />Özet olarak ifade edecek olursak, dünyada bilim ve teknoloji ve bunlara bağlı ekonomi, siyaset ve kültür alanındaki hızlı gelişmeler toplumları yeni bir takım çözümlere doğru zorlamaktadır. Herşeyden önce bu gelişmeleri yakından takip edip ileriye dönük gelişme projeleri üretmek gerekiyor. Önümüzdeki dönem, dünyada çok yoğun medeniyet ve kültür etkileşimlerinin ön plana çıkacağını düşünüyoruz. Bu şartlar altında toplumların gelişme stratejilerini mevcut devlet politikalarıyla sınırlandırmalarının büyük bir yanlışlık olacağını, kendi geleceklerini tayin edecek politikaları kendilerinin üretmesi gerektiğini söylüyoruz.<br /><br />* Doç. Dr. İTÜ UUBFUnknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-8527092435805725542007-09-07T08:54:00.000+04:002007-09-07T08:56:57.898+04:00Gerçeklik ve LisanGerçelik ve Lisan<br /><br />1) Kelimeler <br /><br />Gerçeklik<br />Bilgi<br />Adalet<br />Mizan<br />Kelime<br /><br />2) Gerçeklik ve Lisan Arasındaki Alaka<br /><br />Gerçeklik lisanla (kelimelerle) ifade edilebilir.<br /><br />Gerçekliğin en karmaşık yapıları bile lisanda ifade edilebilir. Bu ifadeler bazan mecazi (metaforik), bazan da meseli (allegorik) olabilir.<br /><br />Lisanda gerçekliğin en doğru bir şekilde ifade edilebilmesi, sahip olunan kavram sistemine bağlıdır.<br /><br />Gerçekliğin lisandaki ifadesinde kullanılan kelimeler arasındaki gramer bağlantıları önemlidir. <br /><br />Tarif: Kelimelerin farklı kullanım yapılarına “kavram” denir. <br /><br />Bir lisanın zenginliği, içindeki kelimelerin çokluğu ile değil, bu kelimelerin o lisanda nasıl kullanıldığı ile ölçülmelidir.<br /><br />En güçlü lisan, hem kavramları çok olan, hem de bu kavramlar arasındaki bağlantıları gerçekliği ifadede en uygun olan lisandır.<br /><br />Güçlü bir lisan, en önemli kavramlarını diğer bütün kavramlarıyla bağlantılandıran bir lisandır.<br /><br />Bütün kelimeleri gerçekliği doğru ifadede kullanılabilecek bir lisanın bazı kelimelerini iptal etmek, o lisanı gerçekliği ifade açısından zayıflatır. <br /><br />Bir lisanda gerçekliği doğru ifadede kullanılan anahtar kelimeler iptal edildiği zaman, o lisanın gerçekliği doğru ifade etme özelliği ortadan kalkar.<br /><br />Bir lisanda, gerçekliği doğru ifade etmede kullanılan bir kelime iptal edildiği zaman onun yerine mutlaka başka bir kelime geçer. Bu şekilde iptal edilen her kelime lisanın gerçekliği ifade özelliğini bozar.<br /><br />Gerçekliği en iyi ifade gücüne sahip bir lisanda, gerçekliğin en küçük ayrıntılarını ifade etmeyi sağlayacak yeni kelimeler o lisanın kendi kavramsal yapısı içinden çıkartılabilir.<br /><br />Gerçekliği en iyi ifade gücüne sahip bir lisanda yapılacak bütün kavramsal değişiklikler o lisanın bu özelliğini bozar. Böyle bir lisana, başka bir kavram sisteminin kelimeleri aşılanacak olursa, o lisanla gerçeklik arasındaki alaka temelde ortadan kalkar.<br /><br />Bir lisanda kelimeler ancak kullanıldıkları zaman hayat kazanır ve kullanıldıkları sürece canlı kalır.<br /><br />En üstün lisan, kelimeleriyle gerçekliğin en doğru ifade edildiği lisandır. <br /><br />Yaşayan iki lisandan hangisi gerçekliği daha iyi ifade ediyorsa, o daha güçlüdür.<br /><br />Güçlü ve canlı bir lisan, zayıf lisanları yutar.<br /><br />Bir lisan, çoğu zaman insan zihninde bir yazılım gibi çalışır. “Lisanın kullanımı zihnin aynasıdır.”<br /><br />“Kullanılan lisanın sınırları düşüncenin de sınırlarıdır.” (Wittgenstein)Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-45501628537187143132007-09-07T08:50:00.000+04:002007-09-07T08:58:20.577+04:00Kur'an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri“Kur’an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri” Üzerine<br /><br />Doç. Dr. Şakir Kocabaş<br /><br />Prof. Dr. A.Y. Özemre’nin “Kur’an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri” başlıklı çalışması, Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışı ve yönetimiyle ilgili ayetlerin, günümüzün bazı teori veya senaryolarının hipotez veya kabullerine dayanarak yorumlanamayacağını bütün gerekçeleriyle ve sistematik bir şekilde ortaya koymaktadır. Konuşmama Prof. Özemre'nin söylediklerine büyük ölçüde katıldığımı ifade ederek başlamak istiyorum. Ayrıca kendisine bu önemli çalışmasından dolayı bir okuyucu olarak teşekkür ediyorum, ve bu çalışmanın maddi ve manevi olarak desteklenmesini diliyorum.<br /> <br />Kur’an’da “yaratılış” ile ilgili ayetlerinin herhangi bir teori veya senaryonun hipotez veya kabullerine göre yorumlanamayacağı bu çalışmayla iyice anlaşılmış bulunmaktadır. Şimdi burada şu soru karşımıza çıkıyor: Kur’an’la gerçeklik arasında nasıl bir alaka vardır? Daha özel olarak da, Kur’an’la fizik bilimler arasındaki alaka ne olmalıdır? <br /><br />Kur'an’ı dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki onunla gökler ve yer arasında hakk (= gerçeklik) kavramı açısından çok yakın bir alaka bulunmaktadır. (Hakk kelimesi Kur’an’da doğru, yerinde, gerçek ve gerçeklik gibi birkaç değişik manada, ve hepsinden de önemlisi, hüvel hakk ifadesiyle Allah’ın bir ismi/sıfatı olarak geçmektedir.) Kitap'ta Kur'an'dan bahseden bazı ayetlerde onun hakk olarak indirildiği ve onda anlatılanların da hakk (= gerçek) olduğu bildirilmekte, göklerin ve yerin yaratılışından bahseden ayetlerde de göklerin ve yerin hakk (= gerçeklik) olarak yaratıldığı bildirilmektedir.<br /> <br />Kur’an’ın hakk (= gerçeklik) olarak indirildiğini, ve onda anlatılanların hakk (= gerçek) olduğunu bildiren ayetlerden bazıları şunlardır: (Bakara 2/252, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/105, Maide 5/48, Nahl 16/102, İsra 17/105)<br /><br />Göklerin ve yerin de gerçeklik olarak (= bil hakk) yaratıldığını bildiren ayetlerden bazıları şunlardır: (En’am 6/73, İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3).<br /><br />Allah Teala, Kur’an hakkında ayrıca “emrimizden bir ruh” diye bahsetmektedir:<br /><br /> “İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik; sen Kitap nedir, inanmak nedir bilmezdin …” (Şuura 42/52)<br /><br />Kur’an, insanların zihinlerine ve kalplerine yerleştiği zaman böyle insanların meydana getirdiği bir toplumun adeta canı ve hayat kaynağı gibi bir özellik kazanır.<br /><br />Allah Teala göklerdeki nizamı da, göklere ve yere vahyetmiş olduğu emri ile tesis ettiğini şu ayette ifade etmektedir: <br /><br /> “Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde yedi sema olarak kaza etti ve her semaya emrini vahyetti …” (Fussilet ???)<br /><br />Demek oluyor ki, göklerdeki nizamla Kur’an-ı Kerim arasında hakk (= gerçeklik) ve emr kavramları açısından çok yakın bir alaka bulunmaktadır. Bu yüzden de Kur’an’la göklerde ve yerde meydana gelen olaylar arasında gerçeklik açısından daima göz önünde bulundurulması gereken çok güçlü bir alaka bulunmaktadır. Aşağıdaki şema bu alakayı özetlemektedir:<br /><br /><br /> Kur'an <-----------------------> Gökler ve Yer<br /> (hakk olarak indirildi) (hakk olarak yaratıldı) <br /> | |<br /> | |<br /> V V <br /> kelimeler <-----------------------> olaylar<br /> <br />İşte bu yakın alaka dolayısıyla gökler ve yerdeki olayların en iyi ve en doğru olarak anlaşılması ancak Kur'an'daki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal doku içinde mümkün olacaktır. Bu gün dünyada, bütün bilimsel teorilerin kavramlarıyla oluşturulan diller de dahil, hiçbir dil yoktur ki Kur'an kadar zengin ve tutarlı bir kavram sistemine sahip olsun. Buradan da, gerçekliği tanımanın, anlamanın ve ifade etmenin en sağlam yolunun, onu Kitap’taki kelimeler dokusu içinde anlamaya çalışmak ve bu doku içinde ifade etmeye çalışmak olduğu ortaya çıkmaktadır.<br /><br />Kur’an’da en temel kavramlardan birini meydana getiren “hakk” kelimesi, eski yunan düşüncesinin etkisiyle, İslam düşüncesinde 10-12. yüzyıllarda yerini giderek vücud (= varlık) kavramına bırakmıştır. Hatta o kadar ki, vücud kavramı sadece felsefede değil, kelam ve tasavvufta da merkezi bir kavram haline getirilmiş ve aslında hakk kelimesi çerçevesinde anlamsız olan bazı meseleler bu kavram etrafında tartışma konusu yapılmıştır. Buna rağmen hakk kelimesi adl (= adalet) kavramıyla olan alakası dolayısıyla müslümanların lisanından tamamen kopmamış ve bu kelimeyle birlikte Osmanlı medeniyetinin yıkılmasına kadar yerini korumaya devam etmiştir. <br /><br />Rönesans öncesi Avrupa’sında da, müslümanların o zamanki Avrupa düşünce hayatı üzerindeki derin etkisiyle gerçeklik kavramı bir ara, kendilerini "hakk aşığı" (= lover of truth) olarak vasıflandıran düşünürlerin dillerinde dolaşmışsa da, daha sonra hemen hemen bütün felsefesini varlığın kategorileri üzerine kuran Kant'la birlikte gerçeklik kavramı önemini tamamen kaybetmiş ve varlık kavramı Batı düşüncesinde merkezi bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. <br /><br />Fizik bilimlerin konusu, bilindiği gibi, göklerde ve yerde meydana gelen ve “fiziksel olay” tarifine giren olaylardır. Bütün bilimsel teoriler belli bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bilimsel gözlemler, deneyler ve hatta ölçmeler de teoriye göre yapılır ve sonuçlar da bu teorinin dayandığı kavram sistemi içinde ifade edilir. Fakat son birkaç yüzyıldır gelişen süreç içinde, bugünkü bilim adamları ve bilim felsefecileri tarafından bilimsel teorilerin gerçeklikle alakalı olup olmadığı meselesi tamamen bir kenara bırakılmıştır. Bunun yerine, teorilerin “olaylara uygunluğu” yeterli sayılmaktadır.<br /><br />Günümüzde dünya hakkındaki bilgilerimizin çoğu son birkaç yüzyılda geliştirilmiş olan teorilere dayanmaktadır. Bu teorilerden en gelişmiş ve uygulama açısından en başarılı ikisi Genel Relativite Teorisi ve Kuantum Teorisidir, ve bu iki teori de kökleri eski yunan düşüncesine kadar giden bir varlık anlayışı ve mekan ve zaman hakkında “nokta” ve süreklilik” gibi geçersiz birtakım kabuller üzerine kurulmuştur. Temel kavramlarındaki (dalga, parçacık, noktasal kütle ve süreklilik kavramları) uyumsuzluk ve çelişkiler yüzünden bugün bilimin en gelişmiş teorileri kabul edilen bu iki teori, yüzyılın en seçkin fizikçilerinin bütün çabalarına rağmen birleştirilememektedir. Bize göre bunun başlıca sebebi, bu teorilerin gerçeklikten uzak bir kavram sistemi üzerine kurulmuş olmasıdır. Son onbeş yıldır bazı teorik fizikçiler, bu iki teorinin birleştirilmesinde ortaya çıkan tezatları kaldıracağını ümit ettikleri bir “superstring” (= süpertel) teorisi geliştirmeye çalışmaktadır. Fakat fizikçilerin bu çabaları çok yavaş ilerlemektedir, çünkü bunun için gerekli olan matematiksel kavramlar ve yapılar henüz geliştirilmemiştir.<br /><br />Öte yandan, Kant’tan günümüzde kadar, ve özellikle de son yüzyılda fizik ve kozmolojinin gerçeklik kavramından tamamen uzak bir dilde geliştirilmiş olması son yıllarda David Deutsch gibi bazı fizikçileri rahatsız etmektedir. Bu fizikçiler bu eksikliğin meydana getirdiği büyük boşluğu görerek gerçeklik kavramını tekrar fizik literatürüne sokmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu fizikçilerin getirmeye çalıştığı "gerçeklik" kavramı doğal dilden gelen temel bir kavram olmak yerine Kuantum Mekaniğinin "çoklu evrenler" kabulüne dayanan yorumu üzerine kurulmaya çalışılan teorik bir "gerçeklik" kavramı olmaktadır.<br /><br />İşte bu yüzden, Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışı ve oluşumu ile ilgili ayetlerin, ne kadar gelişmiş olursa olsun gerçeklikle alakası belli olmayan bu günkü teorilerin hipotezleri veya senaryolarının varsayımlarına dayanarak açıklanması yerinde olmayacaktır.<br /><br />Buna karşılık Kur’an’da gerçeklikle ilgili bir dizi kelime (hakk, emr, kada, kadr, izn, sahhara, sultan, akl ve ruh) bulunmaktadır ve bu kelimeler birbiriyle tutarlı bir doku meydana getirmektedir. Kitap’ta aynı şekilde mekan (kün/mekan, ard, haysu, canib) ve zaman (hıyn, an, sene, şehr, dehr, ‘asr) ile ilgili zengin bir kelime örgüsü sağlam bir kavramsal yapı oluşturmaktadır. Gene aynı şekilde yaratılışla ilgili birçok ayrıntıyı ifade etmede kullanılan bir dizi kelime (haleka, ceale, sevva, savvere, fatara, nebete, benea, kada, emr, kadr) bulunmaktadır. İnsan ve toplum bilimlerinin uğraştığı konularla ilgili birçok kelime de (ruh, nefs, heva, kavm, ümmet, din, millet) bulunmaktadır. Bu kelimeler Kitap’taki kavramsal yapıları içinde, geleceğin en gelişmiş teorilerinin temel kavramlarını oluşturacaktır. Kur’an’da bu konuyla ilgili gördüğümüz şu ayetleri hatırlamak aydınlatıcı olacaktır:<br /><br /> “Görmedin mi Allah, nasıl bir benzetme yapmıştır: Güzel bir kelime (=kelimetün tayyibe) kökü yerde sabit, dalları semada olan güzel bir ağaç gibidir.”<br /> “[O ağaç] Rabbinin izniyle (= bi izni rabbiha) her zaman meyvesini verir; Allah insanlara öğüt almaları için böyle benzetmeler yapar.”<br /> “Kötü bir söz de (= kelimetün habise), gövdesi yerin üzerinden koparılmış, tutunacak yeri olmayan (= ma leha min karar) kötü bir ağaca benzer.” (İbrahim Suresi 14/24-26)<br /><br />İşte bu şartlarda çağımız müslüman bilim adamlarına çok önemli bir görev düşmektedir: Gerçekliğin Kur’an’daki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı içinde algılanmaya çalışılması, anlaşılması ve ifadesi. Böyle bir araştırma programının başarıya ulaşması için yapılması gereken işleri şöyle sıralıyabiliriz:<br /> <br /> 1) İlgilenilen bilim dallarının (fizik, kozmoloji, biyoloji, v.s.) mantıksal, matematiksel ve teorik yapısının dikkatle incelenmesi.<br /> 2) Bilim felsefesi: Bu bilimlerin temel kavramlarının bunlarda geliştirilen teorilerde nasıl kullanıldığının incelenmesi.<br /> 3) Kur'an'daki kavramların gramerlerinin (kullanım çerçeveleri ve yapılarının) tedkik edilmesi. (Mesela Kur'an'da yaratılış ile ilgili bir düzineden fazla kelime bulunmaktadır, fakat bu kelimelerin, yaratılışın hangi yönlerini veya safhalarını anlatmada kullanıldığı bu güne kadar hala araştırılmamıştır.)<br /> 4) İlgili bilim alanına giren, göklerde ve yerde meydana gelen olayların önce bu kavramlar çerçevesinde genel bir yapı içinde anlaşılmaya çalışılması.<br /> 5) Sonra da bu kavramsal yapı üzerine gerekli mantıksal ve/veya matematiksel yapılar kullanmak suretiyle, formel teorilerden başlayarak basit fakat tutarlı yeni teoriler geliştirilmesi. <br /> 6) Geliştirilen bu formel teorilerin mevcut teorilerle açıklanmaya çalışılan olayları daha tutarlı ve daha tafsilatlı olarak açıklayacak şekilde genişletilmesi.<br /> <br />Bunlar yapılmadığı takdirde müslümanların bilimde hiçbir yeni veya orijinal teori geliştirmeleri mümkün olmayacak ve yukarıda sıralanan bu işleri müslümanlar yapmadıkları takdirde bunu bir gün mutlaka başkaları yapacaktır. <br /> <br />------------- ek<br /><br />Birincisi, ilgilenilen bilim dalındaki (fizik, kozmoloji) teorik yapıyı, bu yapının temel kavramlarını ve bu bilimin felsefesini iyi bilmek gerekiyor.<br /><br /> İkinci olarak, Kur’an’da o bilim konusuyla ilgili kelimeleri bulmak ve bunların Kitap’taki gramerini dikkatli bir şekilde incelemek gerekiyor.<br /> <br /> Üçüncü adımda, mevcut teoriyi Kitap’taki bu kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı ile karşılaştırıp bu yapı içinde manalandırmaya çalışmak.<br /><br /> Kitap’taki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı içinde yeni teoriler geliştirmek.<br /><br />Dikkat edilirse, bu program çerçevesinde yapılan iş Kitab’ı, kökleri havada kalan birtakım teorik terimlerle anlamaya çalışmak değil, teorileri Kitab’ın kelimeleriyle anlamaya ve yeniden kurmaya çalışmaktır. Geleceğin en gelişmiş teorileri işte bu kelimeler üzerine kurulacaktır. Görüleceği gibi, burada müslüman bilim adamları için büyük bir imkan ortaya çıkmaktadır. Eğer müslümanlar bu imkanı değerlendirmezlerse, başkaları mutlaka bunu değerlendirecektir. <br />-----------<br /> ***<br /><br />Demek oluyor ki, göklerdeki nizam ile Kur’an-ı Kerim arasında hakk (= gerçeklik) kavramı arasında yakın bir alaka var. Bu alakayı şu şema ile gösterebiliriz:<br /><br /> ***<br /><br />Bu çalışma, çok önemli bir konuda uzun zamandır, hatta genel çerçevesi itibariyle de birkaç yüzyıldır eksikliği hissedilen, ve konusunda vukuf sahibi olarak ülkemizde yetişmiş olan ilk ve nadir bir ilim adamı, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre tarafından hazırlanmış çok önemli bir araştırmanın başlangıcını oluşturmaktadır. <br /><br /> Prof. Özemre, konuya başlangıç olarak, temelde fizik olmak üzere Tabiat İlimleri olarak adlandırılan fizik, kimya biyoloji, astronomi gibi bilimlerin birçok açıdan sağlam bilgi sahibi olmadan “İlmi Kur’an Tefsiri” adı altında Kur’an-ı Kerim’i yorumlamaya girişenlerin ciddi kavram kargaşalarına, yanlış anlamalara ve İslam’a aykırı beyanlara yol açtığını görerek bu hataları ortaya çıkarmak amacıyla bu çalışmayı yaptığını ayrıntılarıyla bildirmektedir. Gene başlangıç bölümünde, son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan Kur’an tefsirinde modernist akımları ve bunların amaç ve metotlarını oldukça sistematik bir şekilde özetlemektedir.<br /><br /> İkinci Bölüm’de de ilim kavramına, gözlem, deney ve tefekkür (sistematik düşünme) kavramları ile alakaları çerçevesinde açıklık getirilmekte ve bu kavramın genel çerçevesi içinde pozitif ilim kavramı tarif edilmekte ve bunun sınırları da bir dizi metodolojik ve felsefi açıdan ayrıntılı bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu bölümde üç sayfa içinde özet fakat daha önce herhangi bir eserde görmediğim sistematik bir yaklaşım içinde bilgiler verilmektedir. Makaleyi baştan sona olduğu gibi, bu bölümü de büyük bir dikkatle, satırların altını çizerek ve bütün anahtar kelimeleri işaretleyerek okudum. Bu makalede yazılanların “Kur’an ve Bilim” konusunda çalışma yapmak isteyen herkes tarafından iyice anlaşılmış ve hazmedilmiş olması gerektiği kanaatine vardım. Bu bölümde sormak için işaretlediğim iki husus oldu. Bunlardan biri, 7. sayfadaki tabiat ilimlerini karakterize eden prensiplerden determinizm ilkesi ile ilgili idi: Kuantum mekaniğinde bu prensibin her zaman, özellikle fotonlarla parçacıkların etkileşimlerinde geçerli olmadığı, ve bu tür etkileşimlerde Heisenberg’in belirsizlik presibinin geçerli olduğu. Bu hususun, makalenin sınırlı hacmı dolayısıyla ele alınmadığını düşünüyorum.<br /><br /> Diğeri ise fiziksel realite kavramı. Bildiğim kadarıyla, batı düşüncesinde özellikle Kant’tan beri daha da derin bir şekilde, klasik ve modern fizikte gerçeklik kavramının yerini varlık (= existence) kavramı almış bulunmaktadır. Dolayısıyla da özellikle modern fizikçiler “geçeklik” kavramına başvurmaya ihtiyaç duymadan teorilerini geliştirmişlerdir. Fakat son yıllarda bilimsel teorilerin gerçeklikle alakasının gerekli görülmeyişinin eksikliğini hisseden bazı batılı fizikçiler, ki bunlardan biri Yahudi asıllı İngiliz fizikçisi David Deutsch’tur, bu kavramı tekrar fizik literatürüne sokmaya çalışmaktadırlar.1 Fakat bunu yaparken teorilerini bu kavram üzerine kurmak yerine, “teoriye göre” bir gerçeklik tanımı getirmeye çalışmaktadırlar. (Mesela Deutsch, Kuantum Mekaniği’nin “çoklu dünyalar” yorumuna dayanan bir gerçeklik kavramı geliştirmeye çalışmaktadır.)<br />------<br />1 Bakınız: Deutsch, D. (1998). “The Fabric of Reality”. Penguin Books.<br /><br /> Makalenin gene bu bölümündeki tabiat ilimleri ile metafizik arasındaki ayırım konusunda anlatılanları da çok önemli görüyorum. Gene bu bölümde tabiat ilimlerinin temelindeki temel kabuller (dogmalar) da açık ve net bir şekilde ifade edilmiş bulunuyor. Bunlar ortaya konulduktan sonra hakiki ilim adamları tarafından takip edilen ilim ahlakının temel prensipleri gene açık bir şekilde formüle ediliyor. Bu prensipleri tanımayan ve bunların ihlal edilmesine göz yuman toplumlarda ilmi gelişme açısından ne gibi büyük siyasi hatalar meydana geldiği tarihteki bazı örnekleriyle birlikte gözler önüne seriliyor.<br /> <br /> Bu bölümde diğer yandan da bilimle dini birbirine karıştırmanın yanlışlıkları sıralanıyor ve batılı bazı bilim adamı ve felsefecilerin, bilim kavramını din kavramının yerine oturtma çabaları da tarihi örneklerle anlatılıyor. Buna karşılık tabiat ilimleri konusunda sistematik bir eğitimi olmayan bazı müslümanların da teorik kavramları dini kavramların yerine ikame etme çabaları ve bunun sonunda ortaya çıkan tiraji-komik durumlar da müşahhas örnekleriyle ortaya konuyor. <br /><br /> Bu bölümüm sonlarında ise daha sonraki bölümde anlatılanlara esas olacak bazı temel kavramlar ayrıntılı bir şekilde tarif ediliyor ve bu tarifler örneklerle açıklanıyor. Bahsedilen kavramlar, tabiat ilimleri çerçevesinde yapılan faaliyetler sırasında ilim adamları arasında öncelikle kendi aralarındaki bilgi alışverişi ve açıklamalar için geliştirilen araçları ifade eden teori, model ve senaryo kavramlarıdır. Burada özellikle model ve senaryo kavramları tafsilatlı bir şekilde ve bilim tarihinden verilen örneklerle açıklanmaktadır. Senaryolar üzerine verilen örneklerde, birçok bilim adamı ve felsefeci tarafından bile yanlış olarak “Evrim Teorisi” ve “Büyük Patlama Teorisi” diye isimlendirilen “teorilere” aslında “senaryolar” denilmesi gerektiği, senaryo kavramına getirilen ayrıntılı tarif ve açıklamalarla ortaya konmakta ve bu alanda sürekli yapılan kavram karışıklığına da böylece son verilmektedir. Bu husus da bilim felsefesi açısından bu çalışmanın getirdiği önemli yeniliklerden biri olmaktadır. <br /><br /> Bu bölümü okurken, “burada teori ve model kavramları arasındaki ilişki de açıklığa kavuşturulsaydı daha iyi olurdu,” diye düşündüm. Ancak, makalenin konusunun senaryolarla daha yakından ilgili olduğunu göz önünde bulundurarak, bu kadar yoğun bir çalışmada bunun ele alınmamış olmasını tabii karşıladım. Fakat ileride yapılacak daha geniş bir çalışmada bu konu üzerinde de durulması yerinde olacaktır kanaatindeyim.<br /><br /> Makalenin Üçüncü bölümünde metod, tefsir ve te’vil kavramları tarif edilmekte ve yapılan tarifler örneklerle de açıklanmaktadır. Dördüncü bölümde ise Kur’an’daki müteşabih ayetler karşısında gene Kur’an’da bu konuyla ilgili Al-i İmran suresinin 7. ayetindeki bir ifade hatırlatılarak ilimde rüsuh sahibi olunmadan bunların te’viline kalkışmanın getireceği hatalar üzerinde durulmaktadır. Bu bölüm, “ilmi tefsir” çatısı altında yapılmak istenecek bütün faaliyetlere ışık tutacak veciz bir cümleyle son buluyor: Tabiat ilimlerinin izafi sonuçlarını Kur’an tefsirlerine karıştırmak isabetli, temkinli ve objektif bir tutum olmadığı gibi, tehlikelidir de.<br /><br /> Beşinci bölümde astronomi, astrofizik, kozmoloji ve kozmogoni bilimlerinin amaç ve ilgi alanlarına göre tarifleri ve sınırları çiziliyor. Bu ilim ve araştırma alanları, teorik veya spekülatif kavram ve açıklamalarının “ilmi tefsir” iddiasındaki çalışmalarda yer alması dolayısıyla bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınıyor. Özellikle de kozmoloji ve kozmogoninin dayandığı temel prensipler ve faraziyeler açık ve net ifadelerle ortaya konarak bunların geçerlilik dereceleri tartışılıyor. Kozmoloji, matematiksel ve fiziksel kozmoloji olarak metodoloji açısından iki ayrı araştırma alanı olarak ele alınıyor. Evrenin şimdiki durumu ve geleceği hakkında açıklamalar getirme amacındaki fiziksel kozmoloji ve evrenin yaratılışı konusunda açıklamalar getirmeyi amaçlayan kozmogoninin ilmi bir yapıya değil, daha çok spekülatif bir yapıya sahip oldukları ifade ediliyor. Kur’an’daki bazı ayetleri bunlara dayanarak açıklamanın da bu yüzden isabetli olmayacağı örneklerle anlatılıyor.<br /><br /> Sonuç bölümünde Kur’an-ı Kerim’in esas gayesinin insanlara hidayet (yol gösterici) ve rahmet olması (Nahl suresi 16/64) hatırlatılarak, onun fizik, kimya, biyoloji gibi tabiat bilimlerinin aracılığıyla açıklanmaya çalışılmasının yanlışlığı ortaya konulmaktadır. Gene daha önceki bölümlerde verilen bilgiler çerçevesinde, Kur’an ayetlerinin henüz ilim hüviyeti kazanamamış araştırma alanlarında geliştirilen senaryoların kavramları ile açıklamanın ne kadar yanlış ve temelsiz bir çaba olduğu ifade ediliyor. Hele bunu tabiat ilimlerinde hiçbir vukufu olmayan kişilerin yapmaya kalkmasının saçmalık derecesine varan hatalara yol açtığı bazı müşahhas örnekleriyle ortaya konuyor. Sonuç bölümünün önemli tesbitlerinden biri de fizikçilerin anladığı dar çerçeveli fiziksel realite kavramı ile Cenab-ı Hakk’ın nezdinde olan Nihai Gerçeklik arasındaki farka işaret edilmesidir.<br /><br /> Yazımın başlangıcındaki düşüncelerimi burada da tekrarlamak istiyorum. Bu makale kendi alanında bu kadar vukufla ele alınmış, bir örneği belki de dünyada bulunmayan çok önemli bir çalışmanın ürünüdür. Ümidim odur ki Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre bu çalışmasını yakında bir kitap haline getirir ve bütün ilim dünyasının istifadesine sunar, ve bu çalışması da hakettiği maddi ve manevi desteği bulur.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-12952837062572733212007-09-07T08:42:00.000+04:002007-09-07T08:43:06.244+04:00Bilim FelsefesiBİLİM FELSEFESİ<br /> <br />Kelimeler: gerçeklik, fizik, araştırma, teori, model, hipotez, gözlem, deney, araştırma projeleri, araştırma geleneği.<br /> <br />Bilim Felsefesi Nedir?<br /> <br />Bu gün geçerli genel felsefi anlayış içinde kabul edilebilecek en genel tarife göre bilim felsefesi, bilimsel araştırma faaliyetleri çerçevesinde geliştirilen teori ve hipotezlerle gözlemlenen olaylar arasındaki ilişkileri inceleyen bir felsefe dalıdır.<br /> <br />Bilimsel araştırmalarda geliştirilen teorilerin üç önemli fonksiyonu vardır: 1) Bilim adamları arasında, incelenen olaylarla ilgili ortak bir kavram sistemi ve lisan oluşturmak, 2) Olayları bu lisanın kavramları ile sistematik bir şekilde açıklamak, 3) Teori çerçevesi içinde kalan fakat daha önce karşılaşılmamış veya gözlemlenmemiş olaylar hakkında öngörüler (prediction) yapabilmek.<br /> <br />Bilim felsefesi, evrende meydana gelen astronomik ve fiziksel olayları sistematik bir yapı içinde anlamak ve açıklamak için geliştirilmiş olan teorilerin hipotezlerinin olaylarla karşılaştırıldıkları zaman ortaya çıkan problemlere çözüm arama çalışmaları ile başlamış olan bir faaliyettir.<br /> <br />Bilim felsefesinin özellikle son iki yüzyıl içinde ortaya çıktığına dair yanlış bir anlayış mevcuttur. Halbuki bu alanda, bir teorinin yeni gözlemler yapılarak olaylarla karşılaştırılması şeklindeki ilk ciddi faaliyet müslümanlar tarafından başlatılmıştır. Daha Abbasiler zamanında, Beyt-ül Hikme'nin gelişmesinde büyük rolü olan halife El-Me'mun (M. 813-833) tarafından, zamanın matematikçi ve astronomi bilginlerinin de içinde bulunduğu bir heyet, Batlamyus'un (Ptolemy) astronomi kitabındaki verilerle Hintli bir astronomun kitabindaki verilerden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunun araştırılması için Bağdat'ın kuzeyindeki Sincar vadisinde gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu heyet birkaç ay süren astronomik gözlemlerden sonra Batlamyus'un yıldızların ve diğer gök cisimlerinin pozisyonları ile ilgili olarak verdigi bilgilerin gerçeğe daha uygun olduğunu tesbit etmişti.1 <br /><br />Batlamyus'un astronomik öngörülerinin dayandığı modeline İslam bilginlerinden ilk tenkidler, Beyt-ül Hikme astronomlarından Sabit bin Kurra (834-901), ve optik alanındaki çalışmalarıyla da ünlü bir bilgin olan ve Mısır'da yaşamış olan Ibn Heysem (965-1051) tarafından gelmişti2. Ibn Heysem'in "Astronomi Üzerine" isimli eserinde şu ifadeler bulunmaktadır:3<br /> <br /> "... Batlamyus'un tamamen soyut olarak tasarladığı dairelerin ve hayali noktanın hareketlerini aynı hareketleri taklid eden küre veya düzlemsel yüzeyler üzerine yerleştireceğiz. Böylece de daha hassas ve anlaşılması kolay bir model oluşturacağız...Bizim ispatlarımız, bu ideal noktayı ve bu hayali daireleri kullanan ispatlardan daha sade olacaktır..." <br /> <br />Endülüs'te ise İbn Tufeyl (ö. 1185) daha da ileri giderek Batlamyus'un kullandığı eksantrik (merkezi bir doğru parçası üzerinde gidip gelen) ve episaykıl (merkezi daha büyük bir daire çemberi üzerinde hareket eden) daireler olmayan yeni bir astronomi geliştirmeye çalışmıştı. 4<br /> <br />Fakat Batlamyus'un eksantrik ve episaykıl daireler ile gök cisimlerinin hareketlerini açıklayan modeline en sistematik eleştiri, gençliğinde hocası İbn Tufeyl ile Merakeş'te astronomik gözlemler yapmış olan büyük İslam düşünürü İbn Rüşd (1126-1198) tarafından yapılmıştır. İbn Rüşd, Batlamyus'un modelinin gerçeklere uymadığını, çünkü buna dayanarak gök cisimlerinin hareketlerini taklit edecek bir modelin geliştirilmesinin imkansız olduğunu, dolayısıyla yeni bir astronomi teorisinin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini açık bir şekilde öne sürmüştür: 5<br /> <br /> "Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş oluyorlar.”<br /> <br />İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik prensipleri olmalıydı: 6<br /> <br /> "Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."<br /> <br />İbn Rüşd, hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan bir teori için 'zevahiri kurtarmak' tabirini kullanıyor. <br /> <br />Bilim felsefecisi Pierre Duhem (1861-1916) ise burada İbn Rüşd'ü, Batlamyus ve onun gibi düşünen Eski Yunan astronomlarının yaptığı işin mahiyetini ve gayesini iyi anlamamış olmakla vasıflandırıyor ve bir bilimsel teoriyi destekleyen hipotezlerin doğru olmasının, yani gerçeklere uymasının gerekmediğini söylüyor. Bilim adamı için, teoriye göre yaptığı hesapların gözlemlerle uyuşmasının - gene kendi ifadesiyle 'olayları kurtarmasının' - yeterli olduğunu ifade ediyor. 7 <br /><br />Fakat İbn Rüşd’ün yukarıdaki sözleri başta öğrencisi El Bitruci (1200’ler) olmak üzere Endülüs’te ve Doğuda Meraga rasathanesinde Tusi (ö. 1274) gibi gökbilimciler tarafından İslam dünyasında yeni astronomi çalışmalarının başlamasına yol açmıştır. Bu şekilde İbn Rüşd, bilim tarihinde ilk defa, bilim felsefecisi Lakatos’un deyimiyle bir "araştırma programı"nın başlatılmasına öncülük etmiştir8. Yeni astronominin kuruluşu da, Tusi’nin çalışmalarını incelemiş olan Kopernik (1473-1543) tarafından tamamlanmıştır.9 İbn Rüşd’ün bu konudaki ısrarcı görüşleri olmasaydı, yeni astronominin gelişmesi daha ne kadar sürerdi, bunu düşünmek gerekiyor.<br /> <br />Buna rağmen Duhem'in bilimsel teoriler hakkındaki görüşleri daha sonra gelen bilim felsefecileri tarafından da kabul görmüştür. Ne mantıksal pozitivistler, ne onları eleştiren Popper, Kuhn ve Feyerabend gibi felsefeciler Duhem'in bilimsel teorilerle gerçeklik arasında bir ilşiki olmasının gerekmediği konusundaki görüşlerine bir itirazda bulunmamışlardır. Mantıksal pozitivistlerin sağlanabilirlik (verifiability) ve Popper'in yanlışlanabilirlik (falsifiability) kriterleri ile Kuhn'un relativist ve Feyerabend'ın çoğulculuk prensipleri Duhem'in savunduğu bilim anlayışıyla çelişmemektedir.<br /> <br />Bu anlayış geçtiğimiz yüzyılda bilim adamları tarafından da benimsenmiş ve 20. Yüzyıl fiziği büyük ölçüde bu bilim anlayışı üzerinde gelişmiştir. Fakat daha 20. Yüzyılın ilk yarısında, halen fiziğin en gelişmiş ve en başarılı iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ile Kuantum Teorisi'nin, dünyanın en iyi fizikçilerinin yarım yüzyılı aşan bütün çabalarına rağmen birleştirilememiş olması, bu meselenin temelinde mevcut fizik teorileriyle gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın bulunduğunu düşündürmektedir. Bu da ayrıca ciddi olarak araştırılması gereken ve uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir konudur.<br /><br />------<br /> 1 Demirci, M. (1996). "Beyt-ül Hikme". İnsan Yayınları. İstanbul, s. 128.<br /> 2 Bu konudaki referanslar için bakınız:<br /> - Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press, s. 26.<br /> - Huff, T.E. (1993) "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 56.<br /> 3 Duhem, P. (A.g.e.), s. 27.<br /> 4 Duhem, P. (A.g.e.), s. 29.<br /> 5 Duhem, P. (A.g.e.), s. 30.<br /> 6 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.<br /> 7 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.<br /> 8 Huff, T.E. (1993), "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 54-61.<br /> 9 Kopernik’in, Tusi’nin çalışmalarından nasıl faydalandığı konusunda bilgi için bakınız: Huff, T.E. (A.g.e.), s. 55-58.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-78046625240816059862007-08-31T05:59:00.000+04:002007-08-31T06:00:53.672+04:00DOĞU-BATIDOGU-BATI MAKALESİ<br /><br />KAVRAMLAR ÇATIŞMASI VE GERÇEKLER<br /><br />1. Giriş<br /><br />Bu yazımızın amacı günümüzde siyaset ve kültür dilinde müşahade ettiğimiz tiraji-komik kavramsal çekişmenin ardındaki gerçekleri soruşturmaktır. Çoğu zaman küçük ve önemsiz, hatta anlamsız gibi görünen çatışmaların arkasında ekonomik çıkarların, bunların gerisinde de kültürlerin, hayat tarzlarının ve medeniyet anlayışlarının çatışması yatmaktadır. <br /><br />2. Kavramlar ve Sloganlar<br /><br />Bir toplumda düşünen insanların görevi, yaşadıkları toplumun hiçbir meselesi yokmuş gibi davranmak değil, bu tür çatışmaların arkasındaki gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Diğer bir çok karmaşık hayat probleminin çözülmesinde olduğu gibi, kavramsal problemler de, herşeyden önce açık ve net bir şekilde ortaya konulmalı, yani peoblem tanımı iyi yapılmalıdır. Bütün felsefi problemler kavramsaldır (L. Wittgenstein), ama her kavramsal problemi felsefi problem sanmak yanlıştır. Kavramsal problemleri felsefi, kültürel ve siyasi olmak üzere farklı sınıflar altında incelemek gerekir. Örnek olarak, modern fizikteki dalga-parçacık problemi felsefi bir problem sayılabilir. Bu durumda da bu problemin modern fiziğin temel kavramları çerçevesinde, veya bundan daha genel bir kavramsal çerçevede ele alınıp değerlendirilmesi beklenebilir.<br /><br />Siyasi, amaç veya görüş farklılıklarından ortaya çıkan kavramsal problemler ise ilgili siyasi ortamın ve bunun gerisndeki kültür ve hayat tarzı faklılıkları çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu demektir ki siyasi arenada kavramsal anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması veya kalıcı bir çözüme kavuşturulması, ancak bunların üç ayrı düzlemde (ele alınıp) ayrı ayrı çözüme kavuşturulmasıyla mümkündür. Yani kavramsal çatışmanın ortadan kaldırılması isteniyorsa, siyasi amaç çatışmasının, ve bunun da çözüme kavuşturulması için kültürler veya hayat tarzları arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması gereklidir.<br /><br />3. Sağlıklı Toplum Hasta Toplum<br /><br />11. yüzyılda Endülüs’te yaşamış olan müslüman düşünür İbni Bacce “Tedbir-ül Mütevahhid” isimli çok orijinal bir eserinde sağlıklı ve hasta toplumları incelemiş ve bir toplumun sağlıklı sayılıp sayılamayacağı ile ilgili bazı hususlara dikkat çekmiştir. Ona göre hasta bir toplumun en göze çarpan iki alameti nüfusuna göre mahkemelerindeki dava sayısının, ve hastanelerindeki hasta sayısının fazla olmasıdır. Bu eserinde İbni Bacce devam ederek, hasta bir toplumda düşünen insanların nasıl yaşaması ve neler yapması ve yapmaması gerektiği konusundaki düşünce ve tavsiyelerini de ortaya koymaktadır.<br /><br />Günümüzün kazandırdığı bilgiler çerçevesinde toplumları genel olarak zekanın üç bileşeni kabul edilen <br /><br />• algılama, <br />• düşünme ve değerlendirme<br />• eylem<br /><br />bileşenleri cinsinden değerlendirebiliriz. Toplumsal hastalıklar, bu fonksiyonlarındaki bozukluklar şeklinde ortaya çıkar. Algılama bozuklukları olan toplumlarda haber kaynaklarının yetersiz kalması ve hatta dejenere olması, yanlış mesaj aktarımı, mesaj filtreleme ve yönlendirme davranışları içinde olması, buna karşılık güvenilir haber kaynaklarının yetersiz kalması bu toplumsal hastalığın sebeplerinden bazılarıdır.<br /><br />Algılamasını iyi yapamayan toplumların doğru düşünmesi, doğru planlar yapabilmesi, ve doğru kararlar alıp uygulayabilmesi imkansız olur. Klasik devlet anlayışındaki yasama / yargı / yürütme fonksiyonları toplumun sadece düşünme, değerlendirme ve eylem fonksiyonlarını ilgilendirmektedir. Dolayısıyla iktidarı bu üç unsurdan ibaret saymak büyük bir hatadır.<br /><br />Düşünme ve değerlendirme bir toplumun birçok kesimlerinin faaliyetlerini gerektirir. Bilim, kültür, sanat, siyaset, yargı ve adalet kurumları bu faaliyetlerin odaklandığı yerlerden bazılarıdır.<br /><br />Algılama ile düşünme ve değerlendirme arasındaki yakın münasebet zeki bir toplumun asla ihmal etmemesi gereken bir öneme sahiptir. Bu günün toplumlarında algılama fonksiyonlarının önemli bir kısmını basın-yayın yerine getirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde basın-yayının iktidarları değiştirdiği birçok örnekleriyle bilinmektedir. Bu yüzden, neredeyse yüzyıla yakın bir süredir siyasi literatürde basın-yayın için “dördüncü kuvvet” ifadesi kullanılmaktadır. Hatta basın-yayının bu özelliği bazı gelişmiş ülkeler tarafından az gelişmiş ülkelerin gelişmelerini kontrol etmede etkili bir şekilde kullanılmaktadır.<br /><br />4. Sloganlar ve Mesajlar<br /><br />Siyasi çatışmalar bazan sloganlar savaşı şeklinde kendini gösterir. Bu durumda her bir slogan bir mesaj olarak algılanabilir. Ancak buradaki mesajın enformasyon teorisinde mesajlardan farklı bir tarafı vardır. Enformasyon teorisine göre, mesajın anlamlı olması için şunların olması gerekir: 1) Mesajın kaynağı, 2) Mesajın yayıldığı ortam, ve 3) mesajın alıcısı. Gene bu teoriye göre bir mesajın taşıdığı bilgi miktarı nesajı gönderene veya onu taşıyan ortama göre değil, alıcısında meydana getirdiği sürpriz (şaşkınlık) derecesine göre ölçülür.<br /><br /> mesajın taşıyıcı ortam mesajın<br /> kaynağı --------------------- > alıcısı<br /><br />Mesajın, enformasyon teorisindeki gibi, sadece alıcısı açısından değerlendirilmesi eksik, ve dolayısıyla yanlış olur. Mesajın kaynağının (amaçlar, vasıtalar, mesajın dili, v.s.) açılardan incelenmesi gerektiği gibi, mesajı taşıyan ortamın da yakından incelenmesi gerekir. Eğer taşıyıcı sadece maddi bir ortam (yani elektronik, optik, sesliyayıcı) ise, ortamdan kaynaklanabilecek intikal (= iletim) bozuklukları (parazitler, vs.) hesaplanabilir.<br /><br />Eğer bir mesaj, kaynağından gelen şifreli birtakım işaretler ihtiva ediyorsa, ve kaynağın bunlarla alıcıyı saptırmak gibi bir amacı olduğuna dair bir delil yoksa şifreliişaretlerin mutlaka bir anlamı olması gerektiği düşünülebilir.<br /><br />Ama eğer, mesajı taşıyan insanlar veya insan grupları ise, bunların kendi amaçları, bilgi ve kültür seviyeleri, güvenirlik dereceleri, mesajın kaynağından alıcıya ulaşırken değişim geçirip geçirmediği açısından çok önemli olur. Günümüzde bazı gazetelerin, radyo ve TV kanallarının mesajları nasıl çarpıtıp saptırarak alıcıya ilettiğini, hatta nasıl bizzat çarpık ve sapık mesajlar üretebildiklerini gözlerimizle görebiliyoruz. Bu sebeple, önemli mesaj alış-verişlerinde mesajın gerçek kaynağının kim olduğu ve kaynağından çıktığı gibi alıcıya ulaşıp ulaşmadığı çok önemlidir.<br /><br />Demek ki, siyasi çatışmalarda mesajın gerçekte ne anlama geldiği ve ne tür bilgi taşıdığı, sadece alıcısına göre değil, mesajı taşıyan ortama, ve daha da önemlisi mesajı gönderen, yani yayınlayan kaynağa da bağlıdır. <br /><br />Bundan ayrı olarak, çok mesajlı ortamlarda mesajların öncelik sırasının seçimi de önemlidir. Normal bir toplumda önemsiz sayılabilecek bir olay hasta bir toplumda öncelik sırasının başında yer alabilir.<br /><br />Siyasi çatışmalarda mesajlar çok çeşitli amaçlar taşıyabilir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:<br /><br />1) Alıcıyı bilgilendirmek,<br />2) Alıcıyı motive etmek,<br />3) Alıcının kafasını karıştırmak,<br />4) Alıcıyı tesirsiz hale getirmek,<br />5) Alıcıyı tahrik etmek,<br />6) Alıcıyı gerçek problemlerden uzaklaştırmak,<br />7) Alıcıyı yanıltmak.<br /><br />Bazı mesajlar aynı anda birkaç değişik tür alıcı üzerinde farklı etkiler meydana getirilmesini amaçlayabilir.<br /><br />5. Durum Tesbiti ve Çözüm<br /><br />Çatışma konusu olabilen kavramların ve sloganların birer mesaj olarak değerlendirilebileceğini ifade ettikten sonra bunların, toplum içindeki alıcıları ne yönde etkilemeyi amaçladıklarını tesbit edebilmek için neler yapılmalıdır, sorusuna geçebiliriz. İlk olarak her meselenin çözümünde uygulanabilecek şöyle bir dörtlü plan uygulayabiliriz: <br /><br />1) Durum tesbiti,<br />2) Durum değerlendirmesi,<br />3) Alternatif çözümlerin formüle edilmesi,<br />4) Çözümlerin değerlendirilmesi ve çözüm seçimi.<br /><br />Durum Tesbiti<br /><br />Bütün problemlerde olduğu gibi, kavramsal çatışma problemlerinde de çatışmaya konu olan şartların sağlıklı bir şekilde anlaşılması gereklidir. Durum tesbiti iyi yapılan bir problemin çözümü de çözümsüzlüğü de yarı yarıya kendini gösterir. Durum tesbiti içine kavramsal analiz, mesajın kaynağının tesbiti, bu kaynağın muhtemel amaçlarının sıralanması, mesajın ortamı ve yayılış biçimi, ve mesajın muhatabı olan kişilerin (alıcıların) halihazırdaki eğitim, kültür ve ekonomik durumları gibi konular girer.<br /><br />Durum Değerlendirmesi<br /><br />Durum değerlendirme bir analiz olarak ele alınabilir. Tesbit edilen durumdan geriye ve ileriye dönük sonuçlar çıkarmak için yapılır. Durum değerlendirmesinde tesbit edilmiş olan durumun bütün unsurları teker teker ve bir arada ele alınır, ve bu değerlendirme, sözkonusu mesajın gerçek anlamının, gerçek amacının, hedef alıcıların ve bunlar üzerindeki beklenen etkilerin ne olabileceği, ve bu etkiler sonucu ortaya çıkacak davranış ve olayların neler olabileceğini tesbit etmek için yapılır.<br /><br />Çözümlerin Formüle Edilmesi<br /><br />Bu safhada, önceki iki safhada yapılan problem tanımından hareketler, alternatif çözüm yolları formüle edilir.<br /><br />Çözümlerin Değerlendirilmesi ve Çözüm Seçimi.<br /><br />Bu safhada da, tesbit etilmiş olan alternatif çözüm yolları birer birer ele alınarak her birinin muhtemek kazanç ve kayıpları hesaplanır. Ayrıca bunların uygulanabilirlik süreleri de hesaba katılarak “sınıflandırma” yoluyla en uygun çözüm seçilir.<br /><br />6. Medeniyet Meselesi<br /><br />Türkiye bugün, Osmanlılar dönemindeki “Medeniyetler Uzlaşması” ülkesinden bir “Medeniyetler Çatışması” bölgesine dönüştürülmektedir. Bu bölgede artık çeşitli eğilimler sürekli monokültürel bir üstünlük kurma mücadelesi içinde görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin monokültürel bir temele dayandırılmış olması çeşitli etnik grupların ve marjinal kültlerin adeta ülke üzerine örtülmüş bir örtü altında çekişmelerinin kaynağını da bu oluşturmaktadır. Bu kültler, enteresandır, asıl kimliklerini gizleyen bir sır perdesi altında faaliyet göstermektedir. Hatta bu sır perdesi, bir bakıma müntesiplerin dayanışmasını da pekiştirmektedir. Masonluk, aleviliğin bazı türleri, bektaşilik ve bazı tarikatler varlıklarını bu gizliliğe ve bunu destekleyen monokültürel devlet yapısına borçludur.<br /><br />İşte bütün bu gruplar, toplumsal arenada köşe taşlarını kapma yarışında monokültürel zorunluluk dolayısıyla kendilerini tamamen farklı yüzlerle ortaya koymakta ve “yığın” saydıkları halkı kendi kavram ve sloganları etrafında (ama kendi gerçek amaç ve inançları etrafında değil) – toparlamaya çabalamaktadır. 1970’lerdeki kürtçülük hareketinin maocu marksist sloganlar arkasında, günümüzdeki alevi-bektaşi hareketinin kemalist sloganlar arkasında, masonluğun da her zamanki gibi, “çağdaşlık”, “evrensellik”, “globalleşme” gibi loganlar arkasında, ve müslümanlık iddiasındaki bazı cemaatlerin İslam’la bağdaşmayan, hatta putperestliğe varan görüntüler arkasında faaliyetlerini icra etmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.<br /><br />Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu durum, Huntington’un “medeniyetler çatışması”ndan çok, sloganlar arkasında süren etnik amaçlar ve siyasi/iktisadi menfaatler çatışması olarak vasıflandırılabilir. Medeniyetler çatışması olabilmesi için, ortamda en az iki medeniyet anlayış ve iddiasının olması gerekir. Türkiye’deki durum bir Batı ve İslam medeniyeti çatışmasından henüz oldukça uzaktadır, çünkü bu ülkede İslam, bizzat müslümanlar tarafından halen bir medeniyet meselesi olarak algılanmamaktadır. Hatta o kadar ki, öteden beri İslam’ı bir medeniyet meselesi olarak ele almak gerektiğini savunan yazar ve düşünürlerin adı-sanı unutulduğu halde, böyle bir problemi henüz göremeyen camaat önderlerinin isimleri ve eserleri(?) ise baş köşeyi işgal etmektedir.<br /> <br />Büyük medeniyetlere baktığımızda, bunların adeta birkaç temel kavram üzerindeki toplumsal uzlaşmayla kurulduğunu söyleyebiliriz. Eski Yunan, soyut düşünce ve geometrik düzen, Roma, hukuk ve nizam, İslam medeniyeti gerçeklik (= hakk), bilgi (= ilm) ve adalet (= adl) kavramlarıyla teşhis edilebilirler. İslam’ı bu gün bir medeniyet meselesi olarak göremeyen müslümanlar, sonunda ülkedeki diğer etnik kültler gibi iki ayrı yüz ile yaşamak zorunda kalmaktadırlar, ve kendileri için ilahi adalet açısından asıl tehlikenin bu olduğunu da görememektedirler. <br /><br />7. Medeniyet ve Cemaatler<br /><br />Medeniyet oluşturmaya yönelik yaklaşımlarla cemaatçi yaklaşımlar arasındaki önemli farkları anlayabilmek için medeniyetlerin yapısını ve ülkemizde de sosyal bir vakıa olarak ortaya çıkmış olan cemaatlerin özelliklerini iyi incelemek gerekir.<br /><br />Bu gün ülkemizde müslümanların önemli bir kısmının çeşitli cemaatler içinde yer almasının temelinde sosyal ve psikolojik sebepler vardır. Bunlardan bazıları cemaat şuuru ve dayanışması, aidiyet duygusu, güven ve hatta sun’i bir üstünlük duygusu bulunduğu söylenebilir.<br /><br />Cemaatlerin sosyal gelişmede olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Önce bunların olumsuz taraflarını inceleyelim:<br /><br />Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri de cemaat içinde özellikle analitik düşünceyi ve özellikle öz eleştiriyi tamamen ortadan kaldırmalarıdır. Cemaat liderinin, veya manevi liderinin her dediği doğru kabul edilir.<br /><br />Bu arada, bazı cemaatlerin “büyük mütefekkir”, “asrın yıldızı” gibi ünvanlarla isimlendirdikleri kişilerin eserlerini 11. yüzyıldaki herhangi bir müslüman düşünürün eserleriyle karşılaştırarak değerlendirmek bunlarla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.<br /><br />Diğer önemli bir olumusuzluk ise, cemaat içinde cemaat önderlerinin görüşlerini hatasız kabul etmeleri ve bunların dışındaki dışındaki düşüncelere sahip insanları otomatik olarak cemaatten tecrit etmeleridir. Cemaat önderleri aslında aksiyon adamı oldukları halde cemaat tarafından bunların “çağın en büyük düşünürü” olduklarına inanılması ve bu yüzden herhangi bir kimsenin bunları aşamayacağı inancını da beraberinde getirir. Böylece cemaatler içinden büyük düşünür, yazar ve sanatçının çıkması en başından engellenmiş olmaktadır. Cemaatlerin dışında kalan düşünür, yazar ve sanatçılar da her cemaat tarafından “ayrık otu” muamelesine tabi tutulur.<br /><br />Cemaatlerle ilgili diğer bir paradoks da, bunların, sahip oldukları inançlara apaçık düşmanlık yapmaktan çekinmeyen kişi ve kuruluşlarla daha yakın bir işbirliği içinde olabilmesidir. Bu paradoks “cemaat içi birlik” açısından kolayca açıklanabilir. “Kendisine uzak” cemaatler, cemaat içi birliğe ideolojik tehdit teşkil etmez, halbuki aynı inancı paylaşan kişi ve cemaatler “cemaat içi birlik” açısından tehdit unsuru sayılabilirler.<br /><br />Cemaat yapısının diğer bir olumsuz yanı ise insanlar arasındaki “birlik” duygusunun öbekleştirilerek parçalanmasıdır. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da şudur: cemaatler büyüdükçe cemaat önderi ve müntesipler arasındaki bağlar ve amaçlar şekil değiştirmekte ve şahsi menfaat ve itibar peşinde koşan kimselerin de sürekli katılımı cemaatin dejenere olmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer ilgi çekici bir husus da sıradan insanların, cemaat üyeliğinin verdiği haksız bir üstünlük duygusuyla kendilerinde üstünlük görerek diğer insanlara tepeden bakmalarıdır. “Kollektif cehalet, cehaleti örter!”. <br /><br />Cemaatleşme, insanlar arasında tabii bir istişare mekanizmasının oluşumunu da engellemektedir. Her cemaatin önderi, kendisinin her şeyi en iyi gördüğünü düşündüğünden diğerleriyle bir araya gelip birbirleriyle danışmaları mümkün olmaz.<br /><br />Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri, cemaat içinde düşünceyi, ve özellikle de eleştiriyi ortadan kaldırma eğilimidir. Aslında bu, cemaat şeklinde gruplaşmanın sosyal bir sonucu olarak kabul edilebilir. Cemaat liderinin her dediğinin tartışmasız doğru sayılması ve onun hata yapmaz kabul edilmesi, cemaatin dağılmadan varlığını devam ettirmesinin vazgeçilmez şartıdır. Nitekim, bir cemaat önderinin vefatı, çoğu zaman cemaatın fırkalara ayrılmasına yol açmakta, ve her bir fırka kendi önderinin en doğruyu düşündüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan cemaatleri tek hücreli canlılara benzetmek mümkündür. Hücre bir müddet içinde iki veya daha fazla hücrelere bölünür, ve her hücre (bazan ötekilerin zararına bile olacak şekilde) kendi varlığını sürdürmeye çalışır. Bu hücresel yapı, cemaatlerin tek boyutlu davranışlarını da açıklamaktadır. Bir cemaatin varlık stratejisi ne kadar zekice olursa olsun, tek yönlü olduğu sürece, kolaylıkla kontrol altına alınabilir. Çoğu zaman, cemaat önderinin şahsi bir meselesiyle veya cemaatiyle ilgili bir konuda baskı altına alınması kontrol için yeterli olabilir. Böyle bir durumda, cemaat de baskılara boyun eğerek önderini takip etmeyi sürdürecektir. <br /><br />Cemaatlerin bazı olumlu tarafları da vardır. Bunlardan belki de en önemlisi, düzensiz bir toplumda tek tek insanların başaramadıkları bazı işleri (sosyal yardımlaşma, vakıf ve iktisadi teşekküller) cemaat dayanışması içinde başarabilmeleridir.<br /><br />Bugün dünyada müslümanların önemli bir kısmının cemaatlere ayrılmış olmasının temelinde cemaat şuuru ve dayanışması ve aidiyet duygusu yatmaktadır. Bu duyguların cemaat müntesiplerine sun’i bir güven, ve hatta gerçeklerden uzak bir üstünlük duygusunu da desteklediği söylenebilir. Her cemaatin kendi önderini hata yapmaz kabul etmesi, çoğu zaman da bu inancı destekleyen efsanelerin, hatta hurafelerin cemaat arasında yaygınlaşmasına da imkan sağlar. Özellikle benzer inançlar veya hedefler doğrultusunda biribiriyle rekabet içinde olan cemaatler arasında bu tür hurafeler, cemaatin üstünlüğüne taraftarlarını inandırmada önemli bir rol oynar. Cemaatlerin hücresel yapısının ve tek boyutlu varlık stratejilerinin diğer bir olumsuz yanı da, kendilerine zararı dokunmadığı durumlarda, diğer cemaatlere ve sonuçta aynı inanca sahip diğer insanlara yapılan haksızlıklara kayıtsız kalmalarıdır. <br /><br />Bütün bu açılardan bakıp bir değerlendirme yaptığımıza şunları görüyoruz: Cemaat yapısında bilgi daima geri plandadır. Bunun sebebi, gerçekliğin “hakk”a göre değil, “cemaat önderine göre” tarif edilmesidir. Bu çerçevenin dışında kalan gerçekler, cemaat için ya hiç yoktur, veya önemsizdir. Böyle sabit, durgun ve kapalı bir gerçeklik anlayışı, elbette cemaatte bilginin gelişmesine ve yaygınlaşmasına imkan vermez. Gerçekliğe ulaşmak, önce o yönde ciddi bir yönelim, ciddi bir motivasyon gerektirir. Cemaatler ise zaten gerçekliğe ulaştıklarını kabul etmiş olduklarından, onlar için artık böyle bir çabaya ihtiyaç kalmamış sayılır. Cemaatlerde “eleştiri”, cemaat yapısına ters bir kavram olduğundan, yeni bilgilere ulaşmanın yolu bu yönden de kapanmış olmaktadır.<br /><br />Medeniyetler, birbirinden bağımsız fakat birbirini tamamlayan ve destekleyen, ve birbirini kendi alanlarında mükemmelliğe sevkeden müesseseler üzerine kurulur. Bütün medeniyetlerde ortak olan bir özellik mükemmellik arayışıdır. Cemaatler liderin ölümüyle dağılığ parçalanabilir, fakat müesseseler fonksiyonlarını icra ettikleri sürece, kişilere bağlı kurumlar olmadığından toplumların dağılmasını önler ve medeniyetin devamlılığını sağlar; hatta devletler zayıflayıp yıkılsa bile bu devamlılık sürebilir. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri buna örnek olarak gösterilebilir. Abbasi devletinin dünyanın en karışık bir bölgesinde 500 yıldan fazla (750-1254) varlığını sürdürebilmesi Beyt-ül Hikme gibi bir bilim merkezini kurmuş ve 200 yıldan fazla devam ettirmiş olmasıdır. Selçuklular da bu gün bile Anadolu’da hemen göze çarpan sağlam bir medrese ağına sahipti. Osmanlılar ise iyi işleyen bir sosyal yapıya ve sarsılmaz adalet müesseselerine sahipti.<br /><br />Gerçeklik, bilgi ve adalet kavramları birbiriyle çok sıkı bağları olan kavramlardır. Gerçeklik ve bilgi kavramlarından uzaklaşma, adalet kavramının da zayıflamasına yol açar. Bazı cemaatlerin kendilerine dokunmadığı için diğer insanlara yapılan haksızlıklara seyirci kalmaları, hatta kendilerine de zarar gelir endişesiyle haksızlık yapanları teşvik edici beyanlarla desteklemeleri bunlardaki adalet duygusunun ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Adalet duygusunu kaybetmiş toplumların, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler tarih ölçeğine göre kısa sürede çöktüklerini yakın zamandaki örnekleriyle görmüş bulunuyoruz.<br /> <br />Özet olarak, cemaatler aynı tek hücreli bir canlı gibi, kendi içinde belli bir varlık amacına yönelik olarak belli bir süre için başarılı, fakat dış dünyanın etkilerine karşı dayanıksız bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Halbuki sağlıklı bir toplumsal yapı, birbirini destekleyen dokulara sahip çok hücreli bir canlı gibidir. Böyle bir canlıda hücreler ve dokular birbiriyle rekabet için değil, içinde bulundukları canlının dış dünyada varlığını sürdürebilmesini sağlayacak şekilde faaliyetlerini sürdürürler. Böyle bir canlıda, dokular ve hücreler arasında sürekli bir iletişim, bir mesaj alışverişi vardır. Bu iletişimde her doku nelere ihtiyacı olduğunu, nelerin fazlalık olduğunu hiçbir sansüre yer bırakmayacak şekilde mesajlarıyla gerekli yerlere iletir.<br /><br />Sağlıklı bir toplumsal yapı, yani medeniyet, sürekli gerçekleri araştıracak müesseselere sahip olan, gerçekleri gizlemeyen, onları çarpıtmadan bireylerine ulaştırabilen, açıkça yıkıcı veya kışkırtıcı ve haksız eyleme dönüşmeyen leştiriye her imkanı sağlayan bir toplumdur. Gerçekliğe (= hakka) önem veren bir toplum tabii olarak bilgiye de önem verecektir. Ancak böyle bir toplum, adaleti gerçeklikle (= hak ile) işleyen bir müessese haline getirebilir. Bu toplumda esas önderler, gerçeklik, bilgi ve adaleti her şeyin üstünde tutan insanlardır. Bunlar adeta o toplumun veya ulusun ruhu gibidirler. Böyle insanları içinde barındırmayan, onları desteklemeyen bir toplum ruhsuz bir toplum demektir ve içinde yaşadığı ülkenin nizam ve huzura kavuşması da mümkün değildir. İçinde huzur ve nizam olmayan bir ülkede insanlar gerçekleri araştırma ve bilgi edinme yerine, geçici dünya menfaati için sürekli bir çekişme içinde boş meselelerle uğraşarak ömür tüketirler.<br /><br />Islam dünyasının bu gün içinde bulunduğu kaotik durumun temelinde genel manada bir “medeniyet” meselesi yatmaktadır. Bunun da temelinde Islam’ın temel kavramlarına dayalı yeni bir dünya düzeni, yeni bir “Nizam-ı Alem” fikrinin hala oluşturuamamış olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu kavramlar gerçeklik (= hak), bilgi (= ilm), adalet (= adl) ve nizam (= mizan) kavramlarıdır. Gerçeklik peşinde koşmayı birinci meselesi olmaktan çıkarıp tali meselelerle uğraşan insanlarla yeni bir medeniyet kurulamaz. Çükü gerçeklik (= hak) için her şeyini feda etmeye hazır olmayan insanların üstün bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Bilgisiz bir toplumun da adaleti işleyen bir müessese haline getirmesi mümkün değildir. Adaleti ayakta tutan müesseseleri olmayan bir toplum da hiçbir zaman nizama kavuşamaz, ve dolayısıyla her türlü hırsızlık, yolsuzluk, kaçakçılık, zulüm ve işkence belasından kurtulamaz. Bir toplumda adaletin müessese haline gelmesi adaleti her şeyin üzerinde tutan “adalet aşığı” yargıçların bulunmasına bağlıdır. Bunların olması da o toplumda gerçeklik (= hak) aşığı bilginlerin ve bilgi peşinde koşan insanların bulunmasına bağlıdır. İşte buradan hareketle diyoruz ki, ancak gerçeklik, bilgi ve adaletin aşığı insanlar yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklardır. Bu ideallerin peşinde koşan insanların önderlik ettiği bir toplumda gerçekler yalan haberlerle ve sloganlarla örtülemeyecektir, çünkü bu toplumda bilenler ne pahasına olursa olsun gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir toplumda mahkemeler gerçeklik ve bilgiye dayalı adaletin ayakta tutulduğu mekanlar olacak ve buralarda insanlara bilerek haksızlık yapılmayacaktır. Kanunlar da yönetenlerin keyfine veya menfaatlerine göre değil, gerçekliğe ve bilgiye dayalı olarak düzenlenmiş olacağından, insanlara “yasal haksızlık” da yapılmayacaktır. Bu gün dünyada müslümanlar, birkaç yüzyıldır gerçekliğe ve bilgiye gereken değeri vermedikleri, bunları ihmal ettkleri için her yerde haksızlığa uğramaktadırlar. Hatta bu ihmalleri yüzünden kendilerine yapılan haksızlıkları adeta “hak etmiş” olmaktadırlar.<br /><br />Müslümanlar ilme sahip çıkmadıkları sürece hristiyanlığın akıbetinden, yani İslam dışı siyasi iktidarlara boyun eğip dinlerini kendi elleriyle bozmaktan kurtulamayacaklardır. Bilgi ancak müslümanların inancını kuvvetlendirir, çünkü bilgi hakkın yani gerçekliğin ifadesi olan herşeydir. Bilgili ve dolayısıyla kuvvetli inanç sahibi müslümanlar siyasi baskı, aşağılık kompleksi ve benzeri zorlamalarla inançlarına ve yaşayışlarına putperestlik karıştırılmasına izin vermezler.<br /><br />Müslümanların hemen her yönden (adli, siyasi, mimari, sosyal, ve iktisadi alanlarda) hasta bir düzende “şurayı veya burayı ele geçirerek düzeni düzeltmek” gibi bir amaç için kendi kimliklerinden fedakarlık etmeleri doğru bir strateji değildir. En sağlam strateji, toplumda fertlerin kendi kendilerini en bilgili olacak şekilde yetiştirmelerini sağlayan stratejidir. İnsanların eğitim kurumlarına, hatta kütüphanelere girmelerinin bile yasaklanması da dahil, hiçbir mazeret kararlı bir insanın kendisini en iyi şekilde yetiştirmesine engel olamaz. Çünkü Allah, gerçekliği (= hakkı) savunan ve bilgiye (= ilme) sahip çıkanlarla beraberdir, ve onlara yollarını muhakkak gösterecektir.<br /><br />Bir medeniyetin kurulmasında toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Herkes kendisini, yaptığı meşru işi en mükemmel bir şekilde yapacak şekilde geliştirmeye çalışması gerekmektedir. <br /><br />Bu dünyada en hazin durumlardan biri de bir ülkede bilginlerin, yazarların, ve sanatçıların etraflarında gerçekleşen olayları doğru algılayıp değerlendirememeleri ve sonunda: “Biz bunların böyle olacağını neden düşünemedik?” demeleridir.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-10424171434326808202007-08-19T23:04:00.000+04:002007-09-07T08:58:48.316+04:00Kur'an ve Hadislerde Kıyamet GünüKur’an ve Hadislerde Kıyamet Günü<br />Dr. Şakir Kocabaş<br /><br />Özet<br /><br />Bu çalışmamızda, Kur’an-ı Kerim’de ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilmiş olan bazı hadislere dayanarak Kıyamet Günü hakkında neler söylenebileceği araştırılmaktadır. Kur’an’da Kıyamet Günü ile ilgili ayetler Kitab’ın birçok suresinde bazan bir arada, bazan da ayrı ayrı yer almakta olup kısa tasvirlerle bu konuda çok çarpıcı ve aydınlatıcı bilgiler verilmektedir. Kur’an-ı Kerim’den Kıyamet Günü konusunda tutarlı ve tafsilatlı bilgi edinebilmek için, konuyla ilgili bütün ayetlerin bir arada göz önüne alınması gerekmektedir, aksi halde bu tasvirler ilk bakışta birbiriyle alakasızmış gibi görünebilirler. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kitap’ta bu ayetlerin surelerde bu şekilde dağıtılmış olmasının bir hikmeti, insanlara çarpıcı bir şekilde, ilerde nelerle karşılaşacaklarını anlatmak, ve hayatlarına buna göre bir yön vermeye yöneltmek; diğer bir hikmeti de, göklerde gördüğümüz mükemmel nizamın süresiz devam etmeyeceğini, ve bunun ansızın yıkılmaya başlayacağını, ve bununla birlikte sona erecek dünya hayatı yerine bambaşka bir hayatın başlayacağını hatırlatmasıdır. Konu ile ilgili hadisler de ilgili ayetler çerçevesinde değerlendirildiği zaman daha tafsilatlı bilgiler vermektedir. Bu çalışmanın Kıyamet Günü konusunda yapılmış olan önceki çalışmalardan farkı, konuyu sistematik bir şekilde, birbirine bağlı olaylar zinciri içinde ele almasıdır. Bildiğimiz kadarıyla bu çerçevede ilk örnek olan ve bu sebeple bazı eksikleri olabilecek bu çalışmamız ileride yapılacak daha dikkatli ve ayrıntılı çalışmalara bir başlangıç olarak görülmelidir.<br /><br />1. Giriş<br /> <br />“Kıyamet” kelimesi Kur’an’da “k-y-m” fiil kökünden gelmektedir ki bu kelime fiil olarak “dosdoğru olmak”, “ayakta hareketsiz durmak” manalarında kullanılmaktadır. Bazı ayetlerde İslam dini için “din-ül kayyim” sıfat tamlaması “dosdoğru din” olarak çevirebileceğimiz bir şekilde geçmektedir. “Kıyamet Günü” (= yevm-ül kıyame) isim tamlaması ise, sonunda bütün insanların tekrardan yaratılıp Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkartılacağı ve dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri gün için kullanılmaktadır. Kıyamet Günü’nün başlangıcı ayetlerde “Saat’in kaim olduğu gün” (= yevme tekum-us saatu) olarak da ifade edilmektedir (Rum 30/12). Ayetlerden anlaşıldığına göre bu “gün” dünyanın son ve belki de en uzun günü, ve ebedi hayatın başlangıcının ise ilk günü olmaktadır. “Dünyanın en uzun günü” olarak anlaşılması iki şekilde geçerli olabilir: Birincisi, aşağıdaki bölümlerde ayetlerle anlatılacağı üzere, bu “gün”ün korkunç ve dehşet verici bir gün olması ve o günü yaşayacaklar için her saniyesinin adeta aylar ve yıllar süren bir hayattan çok daha yoğun bir şekilde yaşanması olacaktır. İkincisi ise, gene ilgili ayetleri incelerken göreceğimiz gibi, dünyanın son gününün diğer günlerden tamamen farklı, “dünya ve güneş günü” kavramını esastan değiştiren semavi olayların yer alacağı bir gün olmasıdır.<br /><br /> Kur’an’da Kıyamet Günü ile ilgili ayetleri ilmi açıdan ayrıca önemli kılan diğer bir tarafı da bu ayetlerin, ilk bakışta dikkatlerden kaçan bir şekilde, aynı zamanda göklerin yaratılışı konusuna da açıklık kazandırmasıdır. Bu yüzden de ileride “Kıyamet Günü” konusunda yapılacak daha dikkatli bir araştırmanın, mutlaka “Yaratılış” konusunda yapılacak bir çalışmayla birleştirilmesi gerekmektedir. Fakat Kur’an’da “yaratılış” konusu çok kapsamlı, çok dikkatli, uzun ve zahmetli bir çalışmayı gerektirmektedir. Böyle bir araştırmaya da kimler gönüllü olur, bilinmez.<br /><br /> Kıyamet Günü konusuna geçmeden önce göklerdeki nizamın Allah (c.c.) tarafından nasıl oluşturulduğunu ve denge içinde korunduğunu anlamak gerekiyor. Çalışmamızın ikinci bölümünde bu mesele mümkün olduğu kadar kısa fakat anlaşılabilir bir şekilde ele alınmakta, ve göklerdeki nizamın ilk önce ne tür bir etki ile ve nasıl ortadan kalkmaya başlayacağı anlatılmaktadır. <br /><br />2. Kıyamet Günü ve Saat’in Emri<br /><br />Kur’anda Kıyamet günü ile ilgili ayetlerden bazılarında “saat” (= saah) ve “saatin emri” (= emr-üs saah) kelimeleri geçmektedir. Türkçede kullandığımız “saat” kelimesi Kur’an’dan ve Arapça’dan dilimize geçmiş olan ve zaman birimi ifade etmede kullandığımız bir kelimedir, fakat Kur’an’daki “saat” kelimesi farklı, ve muhtemelen daha uzun bir zaman birimini ifade etmektedir. Ayetlerdeki “saatin emri” (= emr üs-saah) ifadesi ise gökler ve yerdeki nizamı sona erdirecek olan ilahi bir emri ifade etmektedir. Bunun ne demek olduğunun anlaşılabilmesi için herşeyden önce Kur’an’da emr kelimesinin nasıl kullanılmış olduğuna bakmak gerekmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, özellikle yaratılış ve oluşla ilgili ayetlerde geçen emr kelimesi, bu gün lisanımızda kullandığımız “emir” kelimesinden çok farklı bir kullanım çerçevesine sahiptir. Bu açıklamalardan sonra, şimdi emr kelimesinin ayetlerde hangi çerçevelerde kullanıldığına geçebiliriz.<br /><br />2.1 Kur’an’da Emr Kelimesi <br /><br />Kur'anda emr kelimesi göklerin ve yerin yaratılışı, yönetimi ve bunların sona erdirilmesiyle ilgili ayetlerde şu üç genel çerçevede geçmektedir:1<br /><br /> 1) Yedi göğe (= semaya) Allah (c.c.) tarafından yaratılışla birlikte vahyedilmiş [veya yüklenmiş] olan ve bunlardaki düzenliliği sağlayan emr. (Biz buna "birincil emr" diyoruz.)<br /><br /> 2) Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve göklerde ve yerdeki olayları etkileyen emr. (Buna “ikincil emr” diyoruz.) Allah (c.c.), doğrudan doğruya kendi iznine bağlı olan ve melekleri vasıtasıyla gönderdiği/indirdiği bu emr ile dilediği mekanda mevcut nizamı dilediği gibi değiştirir ve dilerse daha önce görülmemiş olan yepyeni olaylar meydana getirir.2<br /><br /> 3) “Saat’in emri” olarak ifade edilen ve göklerdeki nizamı sona erdirecek olan emr.<br /><br />Şimdi bu üç genel çerçeve içinde emr kelimesinin nasıl kullanıldığının tafsilatına geçebiliriz.<br /><br />2.2 Göklerdeki nizam: Birincil emr<br /><br />Emr kelimesinin ayetlerde, “birincil emr” dediğimiz çerçevede kullanımı, Kur’an’da “sahhara” ve “kadr” kelimeleri ile birlikte, göklerdeki nizamın (düzenliliğin) Allah (c.c.) tarafından nasıl gerçekleştirildiği ve korunduğu ile yakından ilgilidir. Bu husus, yedi göğün (semanın) her birine yaratılışla birlikte emrlerinin vahyedildiğini ve göklerin ve bunlar içindeki gök cisimlerinin durumlarının bu emrlerle korunduğunu ifade eden ayetlerle tesbit ediliyor:<br /> <br /> "Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) ..." (Fussilet 41/12)<br /><br /> "Güneş, ay ve yıldızlar O’nun [Allah'ın] emri ile [denge] durumlarını korurlar (= musahharatun bi emrihi)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)<br /> <br /> "O'nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durmasıdır (= en tekum es semau vel ardu bi emrihi) ..." (Rum 30/25)<br /> <br /> "Allah'ın yerdekileri sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmediniz mi? Gemiler O'nun emri ile akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O'dur ki, O'nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hac 22/65)<br /> <br /> Görüldüğü gibi, göklerdeki nizamın kurulması ve korunması Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile gerçekleştirilmiş oluyor. Bu durumda, göklerde meydana gelen bütün olayların (Allah tarafından başka bir müdahale olmadığı takdirde) bu emrlere uygun bir şekilde gerçekleşiyor olması gerekir. <br /><br /> Kur’an’da birincil emr ile ilgili ayetlerden hareketle, göklerdeki nizamın mekan (uzay?) içinde dağılmış olan emrlerin (yönergelerin/ talimatların) etkileşimleri içinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumda emr, bütün “oluş”la ilgili çok temel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki birincil emr, sadece herhangi bir mekanın düzenini değil, maddenin de bizzat kendisini meydana getiren bir yönerge (talimat) veya yönergeler dizisidir. İşte bundan da emr kavramının, aynı zamanda “oluş”la çok yakından ilgili bir kavram olduğunu söylememiz gerekiyor. (Zaten birçok ayette “emr” kelimesi, “ol” (= kün) kelimesiyle çok yakın bir alaka içinde geçmektedir. Bakınız: Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82 ayetleri.)<br /><br /> Göklerdeki nizam, Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile tesis edilmiş olduğuna göre şöyle bir düşünce akla gelebilir: Göklere ve dolayısıyla bunlar içindeki sistemlere yüklenmiş olan birincil emrin tam olarak anlaşılması ile, insan, bu sistemler içindeki bütün olayları anlayabilir ve bunlar hakkında eksiksiz bilgi edinebilir, ve böylece de geleceği kesin olarak görebilir. Ne var ki, aşağıda tafsilatıyla açıklayacağımız gibi, mesele hiç de bu kadar basit değildir. Bunun başlıca nedeni şudur: Emr bu sistemlere bir defaya mahsus olarak yüklenip de bir daha değiştirilemeyen veya etkisi aşılamayan bir şey değildir. Şimdi bunu açıklamaya geçebiliriz.<br /><br />2.3 Allah’ın dünyadaki olaylara müdahalesi: İkincil emr<br /><br />Kur’an’da emr kelimesinin “ikincil emr” dediğimiz çerçevede geçtiği ayetlerden Allah’ın (c.c.), özellikle yeryüzündeki olaylara müdahale ettiğini ve bu şekilde bu olayları kontrol ettiğini ve yönlendirdiğini anlıyoruz. Şu ayet özellikle bu durumu açık bir şekilde belirtiyor:<br /> <br /> "Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki (= yetenezzelul emre beynehunne), Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu (= ala kulli şey'in kadiir) bilesiniz, ve Allah'ın gerçekten her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)<br /> <br /> Gerçekten de, izn ve emr kelimelerinin geçtiği bütün ayetlerin kavramsal çerçevesi incelendiğinde görüleceği gibi, emr sadece birincil emrden ibaret bir olgu(?) değildir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, birincil emrin etkileri Allah Teala tarafından periyodik olarak gönderilen ve indirilen ve O’nun izni ile uygulanan yeni bir dizi emr (ikincil emr) ile etkisiz hale getirilebiliyor veya aşılabiliyor. Kur’an’da buna en çarpıcı örneklerden biri Enbiya suresinde ifade edildiği gibi, İbrahim (a.s.)’ın, ulusunun ileri gelenleri tarafından ateşe atıldığı halde Allah’ın (c.c.) izni ve emri ile yanmamasıdır:<br /><br /> “[İleri gelenler] dediler: ‘Onu [İbrahim’i] yakın, böylece tanrılarınıza yardım etmiş olursunuz, eğer bir iş yapacaksanız.”<br /> “Biz de: ‘Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlik ol!’ dedik (= kulna ya naaru küniy berzen ve selamen ‘ala ibrahim).” (Enbiya 21/68-69)<br /> <br />Bu ayette geçen “serin ve esenlik ol” sözü, o ateşin bulunduğu mekana gönderilmiş olan emri ifade etmektedir. İkincil emr çerçevesi içinde konumuzla ilgili olarak sayılabilecek öteki ayetler de şunlardır:<br /><br /> "... Allah katından bir emr..." (Maide 5/52, Duhan 44/5)<br /> <br /> "Allah emri belirleyendir (= mubrim)." (Zuhruf 43/79)<br /><br /> "Her emr kararlatırılmıştır (= mustekir)." (Kamer 54/3)<br /><br /> "[Allah] emri gökten yere yönlendirir (= yüdebbirul emri mines semai ilel ard), sonra o, sizin ölçünüzle bin sene olan bir günde O'na yükselir (veya çıkar = ya'ruc)." (Secde 32/5)<br /><br /> "[Allah] emri gönderir/indirir (= mürsil/münzil)." (Duhan 44/5, Talak 65/5)<br /> <br /> "Allah'ın emri ölçülmüş bir kaderdir (= kaderen makdura)." (Ahzab 33/38)<br /> <br /> "[Bir gece ki] her hikmetli emr (= emrin hakim) onda ayrılır (tefrik edilir = yufraku)." (Duhan 44/4)<br /><br /> "Melekler ve ruh o gecede [Kadir gecesi] Rablerinin izniyle, her bir emrle inerler." (Kadr 97/4)<br /> <br /> "[Allah] bir emri kaza ettiği zaman (= iza kada emren) ona: Ol! der." (Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82)<br /><br /> "Allah'ın Emri gelmiştir (= eta emrullah)…" (Nahl 16/1)<br /> <br /> "Allah'ın emri uygulanır (= mef'ula)." (Nisa 4/47)<br /> <br /> "Allah'ın emri görünür oldu ... (= zahere emrullahi)." (Tevbe 9/48)<br /> <br /> "[Allah'ın] emri bir göz kırpması kadar çabuktur." (Kamer 54/50)<br /> <br /> "Allah emri üzerinde (veya emrinde) galiptir (=galibun ala emrihi)."(Yusuf 12/21)<br /><br />Kur’an’da ikincil emrin uygulanmasında Meleklerin görevlendirildiklerine işaret eden bazı ayetler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:<br /><br /> “Biz [melekler] ancak Rabbinin emri ile ineriz (= ve ma netenezzelu illa bi emri rabbike), ...” (Meryem 19/64)<br /> <br /> "Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılar ve gerekse meleklerin hepsi Alah'a secde ederler (= yescudu), ve onlar [Allah'a itaatten] büyüklenmezler. Üstlerinde Rablerinden korkarlar, ve onlara emredileni uygularlar (= ve yef’alune ma yü'merun)." (Nahl 16/49-5)<br /> <br /> "[Meleklerin] söz sıraları O'ndan önce değildir, ve onlar Allah'ın emri ile iş yaparlar (ve hum bi emrihi ya'melun)." (Enbiya 21/27)<br /><br /> Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, göklere (= semavat) vahyedilmiş olan birincil emr, gökler ve yerdeki olayların değişimi içindeki dengeyi tesis etmekle beraber, bunlarda meydana gelen olayları her zaman tam olarak açıklayamaz. Buna rağmen, birincil emrin kozmik nizam ve ahengin korunmasında esaslı bir fonksiyonu olduğunu kabul etmek gerekiyor. <br /> <br /> Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve O’nun izni ile, melekleri tarafından ve belli bir zaman ve mekanda uygulanmak üzere getirilen ikincil emr, birincil emr vasıtasıyla oluşturulmuş olan düzenliliği nasıl etkilemektedir? Allah’ın emri belli bir zamanda bir mekana geldiğinde şu üç tür etkiyi meydana getirebilir: 1) Birincil emrin etkilerinin geciktirilmesi, zayıflatılması veya ortadan kaldırılması, 2) Birincil emrin etkilerinin güçlendirilmesi ve/veya odaklandırılması, 3) Birincil emrin etkilerinden tamamen farklı ve yepyeni etkilerin meydana getirilmesi. <br /><br /> İkincil emr çerçevesinde geçen ayetlerden görüyoruz ki, birincil emri aşan bir emrin çıkartılması veya kaza edilmesi (= kada) tamamıyla Allah'ın dilemesine (= şa) ve iznine (= izn) bağlıdır. Bu çok önemlidir, çünkü Allah'ın izni olmadıkça göklerin emrleri (yani birincil emr) değişmeden işlevini sürdürür ve göklerdeki bütün mekan (ve dolayısıyla içindeki bütün cisimler) ihtiva ettikleri emrlerin oluşturduğu özellikleri taşımaya devam ederler. Bu söylediklerimizi şu ayetlerle belgelendirebiliriz:<br /> <br /> "Allah'ın yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini görmediniz mi? Gemiler O'nun emri ile denizde akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O'dur ki, O'nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hac 22/65)<br /> <br /> "… Güneş, Ay ve yıldızlar onun emri ile durumlarını korurlar; işte bunda akleden bir ulus için işaretler (= ayat) vardır." (Nahl 16/12)<br /> <br /> Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, göklerde ve yerdeki cisimlerin durum ve özellikleri birincil emr ile devam ettirilmektedir ve Allah (c.c), izni ile yeni bir emr göndermediği sürece bu durum ve özellikler devam edecektir. Göklerde ve yerdeki cisimlerin ve bunlar içinde saklı güçlerin en iyi şekilde kullanılabilmesi, insanların, bunların değişik şartlarda ve ortamlardaki bütün özelliklerini anlamaya çalışması ile olacaktır. Fizik bilimlerde “temel fiziksel kuvvetler” gibi teorik terimlerle açıklanmaya çalışılan düzenlilik aslında göklere birincil emr ile birlikte vaz edilmiş olan mizanın bir tezahürüdür (görüntüsüdür) diyebiliriz. 3 <br /><br />2.4 Göklerdeki nizamın sonu: Saat’in emri<br /><br />Kur’an’da “Saat’in emri” (= emr-üs saah) olarak ifade edilen emr ise, Allah’ın (c.c.), birincil emri ile tesis etmiş olduğu mevcut nizamı sona erdirecek olan emrdir. İlgili ayetlerden anlaşıldığına göre bu emr halen hazırlanmış durumda olup uygulanmayı (kaza edilmeyi) beklemektedir. Bunun uygulanması ile “Kıyamet Günü” dediğimiz o uzun gün başlamış olacak ve göklerdeki nizam, birazdan göreceğimiz ayet meallerinde ifade edildiği gibi ortadan kalkacaktır.4 Saat’in emrinin ne zaman uygulamaya geçeceğini Allah’dan (c.c.) başka kimse bilmemektedir. Doğrudan doğruya Saat’in emri ile ilgili ayetler şunlardır:<br /><br /> “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Saatin emri bir göz açıp kapama gibi, yahut daha yakındır; şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir.” (Nahl 16/77)<br /> <br /> “Sana o saatten soruyorlar, gelip çatması ne zaman diye; de ki: onun bilgisi ancak Rabbimin yanındandır; onu tam zamanında tecelli ettirecek olan yalnızca O’dur (=la yücelliha li vaktiha illa hu); o [saatin emri], göklere de yere de ağır gelmiştir (= sekulet fis semavati vel ard); o size ansızın gelecektir...” (A’raf 7/187)<br /><br /> Şu ayetlerde ise Saat’in ne zaman olacağını Allah’dan (c.c.) başka kimsenin bilmediği, ve onun ansızın (= bağteten) geleceği ifade edilmektedir: <br /><br /> “Onun [Saat’in] bilgisi [ne zaman olacağı] Rabbine aittir.” (Naziat 79/44)<br /><br /> “Onlar ille de o saatin kendilerine hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın (=bağteten) başlarına gelmesini mi bekliyorlar?” (Zuhruf 43/66)<br /><br /> “... onlar hiç farkında değilken ansızın (= bağteten) o saatin kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” (Yusuf 12/107)<br /><br /> “İnkar edenler ise o saat ansızın (= bağteten) kendilerine gelinceye, yahut o hayırsız günün [toplu felaket veya ferdi ölüm gününün] azabı kendilerine gelinceye kadar ondan [Kur'andan] yana kuşku içindedirler.” <br /> “O gün mülk, Allah'ındır...” (Hac 22/55-56)<br /><br /> “O saat mutlaka gelecektir; herkesin peşinde koştuğu işlerle cezalanması için, neredeyse onu gizleyeceğim.” (Ta-Ha 20/15)<br /><br />Saat’in bazı belirtilerinin gelmiş olduğu ve onun, insanların zannettiklerinden daha yakın bir zamanda gerçekleşebileceği ise şu ayetlerde ifade edilmektedir: <br /><br /> “İlle saatin ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? İşte onun belirtileri [Kur’an veya Hz. Isa] geldi; o uyarıldıkları saat kendilerine geldikten sonra öğüt almaları nasıl [mümkün] olur?” (Muhammed 47/18)<br /><br /> “O [Kur'an veya Hz. İsa] saat için bir bilgidir (= ilmun); o saatin geleceğinden süphe etmeyin, bana uyun, doğru yol budur.” (Zuhruf 43/61)<br /><br /> “ ... Ne bilirsin, belki de o saat yakındır?” (Şura 42/17)<br /> “Ona inanmayanlar onun [Saat’in] çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler; iyi bil ki o saat üzerinde tartışanlar uzak bir sapıklık içindedirler.” (Şura 42/18)<br /><br />Saat’in gelişi göğün ve yerin çalkalanışı (= temuur), ve çok şiddetli ve korkunç bir zelzele ile olacak ve bu sarsıntıyı, ilgili ayetlerde tasvir edilen başka korkunç olaylar takip edecektir:<br /><br /> “Ey insanlar! Rabbinizden korkun; çünkü saatin depremi cidden korkunç bir şeydir (= inne zelzeletus saate şey'un azim).” <br /> “Onu gördüğünüz gün her emziren emzirdiğinden geçer, her hamile yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir, ama Allah'ın azabı şiddetlidir.” (Hac 22/1-2)<br /><br />Şimdi Saat’in emrinin kaza edilmesi ile başlayacak olan Kıyamet Günü’nün olayların tafsilatına geçebiliriz. <br /><br />3. Kıyamet Günü’nün Başlaması ve Sur’a Üflenme<br /><br />“Sur”un ne olduğu konusunda birçok yorumlar yapılmıştır, fakat bizce burada önemli olan husus, bununla göklerdeki nizamın sona erdiğinin işaretinin verilecek olması ve gene ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, “Sur’a üflenme”nin etkisinin “göklerde ve yerdeki canlılar” tarafından dehşetli bir şekilde algılanacak olmasıdır:<br /><br /> “Sur'a üfleneceği gün, Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi korku içinde kalır; hepsi boyun bükerek O'na gelir.” (Neml 27/87)<br /><br /> “Sur'a üflenmiş, göklerde ve yerde olanlar [korkudan] bayılmışlar, ancak Allah'ın dilediği sarsılmamıştır; sonra ona [Sur’a] bir daha üflenmiştir, birden onlar ayağa kalkmış bakınıyorlardır.” (Zümer 39/68)<br /><br />Sur’a ilk üflenmenin Kıyamet Günü’nün başlamasından önce mi sonra mı olacağı ayetlerde açıkça belirtilmemiştir. Yukarıdaki son ayette Sur’a ikinci olarak üfleneceği ifade edilmektedir. Sur’a ikinci üflenme ile bütün insanların tekrar diriltilip toplanacağını ifade eden diğer bazı ayetler de şunlardır:<br /><br /> “Sur’a üflenmiştir, ve işte onlar kabirlerinden Rablerine koşuyorlar.” (Ya-Sin 36/51)<br /><br /> “O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz.” <br /> “Gök de açılmış, kapı kapı olmuştur.” (Nebe 78/18-19)<br /><br /> “Sur’a üflendiğinde (= fe iza nüfiha fis sur) artık o gün aralarında soylar yoktur; birbirlerine de sormazlar.” (Mü’minun 23/101)<br /> <br />Kıyamet Gününü’nün başlamasından sonra meydana gelecek olaylar Kur’anda bir çok surede kısa fakat son derece çarpıcı bir şekilde tasvir edilmektedir. Şimdi ayetler ışığında bu olayları incelemeye geçebiliriz. <br /><br />4. Kıyamet Günü’nün Olayları<br /><br />Kıyamet Günü’nün olayları ile ilgili ayetlerdeki veciz tasvirlerin dikkatle ve üzerlerinde düşünülerek incelenmesi, bunların astronomik boyutlarda çok hızlı olmakla beraber belli bir zaman sırası içinde ve insanlar tarafından safha safha algılanacak korkunç bir olaylar zinciri şeklinde meydana geleceğini göstermektedir. <br /> <br /> Bu bölümde Kıyamet Günü’nün olaylarını 1) göklerde; 2) güneş, ay ve gezegenleri içine alan yakın semada; 3) dünyada meydana gelecek olaylar; ve 4) insanların bu olaylar karşısında ve içindeki durumları olarak, dört alt bölümde fakat bir zaman sıralaması içinde incelemeye çalışacağız.<br /><br />4.1 Göklerde meydana gelecek olaylar<br /> <br />Kıyamet Günü’nün ansızın başlayacağını yukarıda “Saat” kelimesiyle ilgili ayetlerden görmüştük. Bunun ilk belirtilerinin de ansızın görüleceği bu şekilde anlaşılmaktadır. İlk belirtilerin göklerde görüleceği kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu belirtilerin en önemlisi, gökyüzünde hiçbir bulut olmadığı halde yıldızların (muhtemelen şeritler halinde) silinip gözden kaybolmasıdır. Kıyamet Günü ile ilgili ayetlerde gökler (= semavat) yerine hep gök (= sema) kelimesi geçmektedir. (Bunun tek istisnası aşağıda göreceğimiz Zümer 39/67 ayetidir.) Bu şöyle açıklanabilir: Saat’in emrinin uygulanmaya geçmesiyle birlikte göklerdeki tabakalı yapılanma ve nizam ortadan kalkacağı için bunlardan tekil olarak gök (= sema) diye bahsedilmektedir. Aşağıdaki ayetlerden, bu olayın “göğün sarsılıp çalkalanması” (=temuur) ve “göğün çatlaması” (= fatara) sonucu olarak ortaya çıkacağı anlaşılabilmektedir:<br /><br /> “O gün sema bir çalkanışla çalkalanır (= yevme temuurus semau mevra). (Tur 52/9) <br /><br /> “Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).” (İnfitar 82/1)<br /><br /> “Yıldızlar silindiği zaman (= ve izen nücumu tümiset).” (Mürselat 77/8)<br /> “Gök yarıldığı zaman (= izes semai füricet).” (Mürselat 77/9)<br /><br />Bu çatlama daha sonra genişleyerek, son ayette belirtildiği üzere, göğün “yarılması” (=furicet), ve nihayet “yarılıp ayrılması” (= şakkat) ile devam edecek ve daha sonra da gök yırtılacak veya parçalanacaktır (= vaahiye):<br /><br /> “Gök yarılıp ayrıldığı zaman (= izes semaun şakkat).” (İnşikak 84/1)<br /><br /> “İşte o gün olan olmuştur (= fe yevmeizin vaka’aten vakia).” <br /> “Gök yarılıp ayrılmıştır, o gün o zayıftır [veya yırtılmıştır](= ve-en şakkatis semau fe hiye yevmeizin vahiye).” <br /> “Melekler de onun kenarlarındadır.” (Haakka 69/15-17)<br /><br />Yukarıdaki ayetlerde anlatılan “göğün çatlaması” (= fetarat) ve “yarılması” (=furicet) yeryüzünden bakıldığında, yıldızların göyüzünden muhtemelen şeritler halinde silinmesi şeklinde görülecektir. Bütün bu olaylar Saat’in emrinin uygulanmasıyla birlikte mekanın özelliklerinin değişime uğrayacağına da işaret etmektedir. Gökte yıldızların silinmesi, mekanın, içindeki herşeyle birlikte yassılaşması ihtimalini de düşündürmektedir.5 <br /><br /> Göğün çatlaması (= fetarat), yarılması (= furicet), yarılıp ayrılmasından (=şakkat) ve parçalanmasından (= vahiye) sonra onun “yazı tomarlarını dürer gibi” (= ke tayyis sicilli lil kütüb) dürüleceği aşağıdaki ayetlerde beyan edilmektedir:<br /><br /> “O gün göğü, yazı tomarlarını dürer gibi düreceğiz (= yevme natvis semae ke tayyis sicilli lil kütüb); ilk yaratmaya nasıl başladıksa onu öyle geri çevireceğiz (= kema bede'na evvele halkin nuiyduhu); bu, üzerimize sözdür, ve Biz bunu mutlaka yapacağız (= inna künna failuun).” (Enbiya 21/104)<br /> <br /> “Allah'ı gerektiği gibi takdir edemediler (= vema kaderullahe hakka kadrihi); halbuki Kıyamet günü arz tamamen O'nun avucunun içindedir (= vel ardu cemian kabdatuhu); gökler de sağ [elinde] dürülmüştür (= ves semavatu matviyyatun bi yeminihi); O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” (Zümer 39/67)<br /><br />Bu ayetlerde üç defa geçen “dürmek” (= tayy/natv/matviyyat) kelimesiyle “göklerin yazı tomarlarını dürer gibi dürülüp toplanacağı” ifadesinin de mekanın sonunda “kitap yaprakları gibi” tamamen yassı bir hale getirileceğine işaret ettiği düşünülebilir. (Aksi takdirde, bu benzetme neden böyle verilmiştir, diye düşünmek gerekir.) Yukarıdaki ilk ayette çok dikkat çekici bir ifade daha var ki, bu da İlk Yaratılış’a ışık tutmaktadır: “ilk yaratmaya başladığımız gibi”. Buradan, ilk yaratılışın “yazı tomarları” gibi yassı bir mekanda başlamış olacağı sonucu çıkarılabilir.6 Eğer yukarıdaki ayetlerden çıkardığımız bu sonuçlar doğru ise, o zaman “yaratılış”la ilgili daha bilinmeyen çok şey var demektir.<br /><br /> Bu olayların başlangıç safhasında ise yakın semada birbiri ardına hızla büyük değişimler meydana gelecektir.<br /><br />4.2 Yakın semada meydana gelecek olaylar<br /><br />Göğün çatlamasıyla gelişen olaylarla birlikte yakın semada nelerin ortaya çıkacağı da ayetlerde çok çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir.<br /><br /> “Güneş büzüldüğü [içine doğru çöktüğü] zaman (= izeş-şemsu küvviret). <br /> “Yıldızlar karardığı zaman (= ve izen nücumun kederet).” (Tekvir 81/1-2)<br /> <br />Bu ayetlerde görülen “güneşin büzülmesi” olayı Kıyamet suresindeki şu ayetlerle daha da açıklık kazanmaktadır:<br /><br /> "’Kıyamet günü nerede?’ diye sorup durur [o insan].” <br /> “Ama o gün göz kamaştığı zaman (= fe iza berikal basar),” (Kıyamet 75/6-7)<br /><br />Güneşin kısa bir süre için büzülmesi veya kendi içine doğru çökmesi (= tekvir), yukarıda Tur 52/9 ayetinde ifade edilen “göğün çalkalanması” (= temuur/mevra) olayının bir sonucu olarak veya başka bir şekilde meydana gelebilir. Bu günkü bilgilerimize göre güneşin kısa bir süre büzülmesiyle meydana gelecek basınç etkisi, güneşin parlaklığının birden artmasına yol açacaktır. Yukarıdaki Kıyamet suresi 75/7 ayetindeki “o gün göz kamaştığı zaman” (= fe iza berikal basar) ifadesinin böyle bir duruma işaret ettiği düşünülebilir. Fakat güneş kısa süren bu parlaklığının ardından genişlemeye başlayacak ve bu genişlemenin sonucu olarak da rengi kırmızıya doğru değişecektir.<br /><br /> “O gün gök erimiş maden gibi olur (= tekunus semai kel mühl).” (Nebe 78/8)<br /> <br /> “Gök yarılıp ayrılarak erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman (= ve izen şakkat-is semau fe kanet verdeten ked dihan).” (Rahman 55/37)<br /><br />Büzülmenin ardından güneşin genişleyerek renginin kırmızıya dönüşmesi, gökyüzünün de kıpkızıl bir renk almasına yol açacaktır. (Buradaki “kıpkırmızı bir gül” benzetmesi de çok düşündürücüdür.) Bütün bunlar yakın semada da mekanın dönüşüme uğrayacağına işaret etmektedir, ve bu dönüşüm hem güneşin genişlemesine hem de gezegenlerin, güneş etrafındaki eliptik yörüngelerindeki hareketlerinden gelen ivmenin etkisiyle dışarıya doğru saçılmalarına yol açacaktır.7 Bu da İnfitar suresinin 2. ayetinde “gezegenler saçıldığı zaman” (= ve izel kevakib-un teseret ) ifadesinden anlaşılmaktadır:<br /><br /> “Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).”<br /> “Gezegenler saçıldığı zaman(= ve izel kevakib-un teseret).” (İnfitar 82/1-2)<br /><br />Yukarıda gördüğümüz Kıyamet suresinin müteakip ayetlerindeki ifadeler de güneşin genişleyeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir:<br /><br /> “Ama o gün göz kamaştığı zaman (= fe iza berikal basar),” <br /> “Ay tutulduğu (= ve hasefel kamer),” <br /> “Güneş ve Ay bir araya geldiği zaman(= ve cumia-ş şemsü vel kamer)!” (Kıyamet 75/7-9)<br /><br />Güneşin ışığının kızıla dönüşmesiyle, kendisine güneşten gelen ışığın şiddetinin azalması dolayısıyla ay kararacaktır. Bu durum yukarıdaki ikinci ayette “ay tutulması” benzetimi ile anlatılmaktadır. Saat’in emrinin etkisiyle mekanda meydana getirdiği değişimle birlikte güneş de genişlemeye devam edecek ve ay ile güneş birleşecektir. Bu birleşme, ayın dünya etrafındaki yörüngesinden uzaklaşarak güneşe doğru bir yol çizmesi şeklinde de olabilir. Dünya da diğer gezegenler gibi güneş etrafındaki yörüngesinden uzaklaşmaya başlayacak, fakat güneşin genişleme hızına bağlı olarak, sonunda güneş muhtemelen dünyaya da çok yaklaşmış olacaktır. Yukarıda gördüğümüz, Kıyamet suresi 9. ayetindeki “güneş ve ay bir araya geldiği zaman” ifadesi de bu çerçevede kolayca anlaşılmaktadır: <br /><br /> “Güneş ve Ay bir araya geldiği zaman (= ve cumia-ş şemsü vel kamer)!” (Kıyamet 75/9)<br /><br /> Güneş sisteminde mekanda meydana gelen bu değişimlerin bir tezahürü olarak ortaya çıkacak olaylar (mesela “çekim kuvveti”nin azalması), aşağıda açıklanacağı gibi, Kıyamet Günü dünyada meydana gelecek olaylarla da teyid edilmektedir. Yukarıdaki ayetler ayrıca gökyüzünün kıpkırmızı bir gül gibi kat kat bir yapıya dönüşeceğini de ifade etmektedir. Bu ifadeler, bir yandan mekanın düzenli yapısının bozulmasına işaret olarak kabul edileceği gibi, mekanda bir boyut indirgemesine işaret olarak da kabul edilebilir.8<br /><br /> Gökyüzünde bu olaylar olurken dünyada da aşağıda anlatılan olaylar meydana gelecektir.<br /><br />4.3 Dünyada meydana gelecek olaylar <br /><br />Gökyüzünde yıldızların silinmesiyle başlayan olaylar yeryüzünde de çok şiddetli bir sarsıntı ile kendisini gösterecektir. Gökdeki çalkalanmanın (= temuur) bütün arzı (yeri) de sarsacağı anlaşılmaktadır, çünkü aşağıdaki ayette de aynı kelime arzın çalkalanmasından bahsedilmektedir:<br /><br /> “Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin mi oldunuz? O zaman yer (=ard) birden sallanmağa/çalkalanmağa başlar (= fe iza hiye temuur).” (Mülk 67/16) <br /><br />Bu çalkalanmanın meydana getirdiği sarsıntının ardından da şiddetli bir veya iki sarsıntı daha gelecektir:<br /><br /> “O gün o şiddetli deprem sarsar (= yevme tercufur raacife).” <br /> “Ardından başka bir şiddetli sarsıntı gelir (= tetbeuher raadife). (Naziat 79/6-7)<br /> “Yer şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı zaman (= iza ruccetil ardu raccen).” (Vakıa 56/4) (RACCE)<br /><br /> “O gün yer ve dağlar sarsılır (= yevme tercuful ardu vel cibal), ve dağlar dağılıp kum yuğınına döner.” (Müzzemmil 73/14)<br /><br />Bu ayetlerde işaret edilen şiddetli sarsıntılar “raacife”, “raadife”, ve “racce” kelimeleriyle ifade edilmektedir.<br /><br /> Zilzal (zelzele) suresinin 1-5 ayetleri ise gene Kıyamet Günü’nün zelzelesinden bahsetmekte ve dünya üzerinde de bütün mekanda meydana gelen değişimin yerçekiminin azalması şeklinde kendini göstereceğine işaret etmektedir:<br /><br /> “Yer (= arz), kendi sarsıntısıyla sarsıldığı zaman (= iza zülziletil ardu zilzaleha).” <br /> “Ve yer, ağırlıklarını attığı zaman (= ve ahracatil ardu eskaleha).” <br /> “İnsan: "Buna ne oluyor!" dediği zaman (= ve kaalel insanu ma leha).” <br /> “İşte o gün [yer] kendi haberlerini söyler (= yevme izin tuhaddisu ahbareha).” <br /> “Rabbinin ona vahyettiği (= bi enne rabbeke evha leha).” (Zilzal 99/1-5)<br /><br />Yukarıda birinci ayetteki yerin “kendi sarsıntısı” ifadesinin, yerde de mekanın özelliklerini değiştirecek (mesela yarçekimini azaltacak) bir zelzeleye işaret ettiği düşünülebilir ki bu adeta arzın ölümü gibi bir olayı anlatmaktadır. Bu husus ikinci ayetteki “ve yer ağırlıklarını (=eskaleha) attığı zaman” ifadesindeki “ağırlık” kelimesiyle daha da açıklığa kavuşmaktadır. Birçok müfessir bu ifadeyi arzın içindeki erimiş madenlerin dışarıya atılması şeklinde yorumlamışlardır, fakat bizce bu ifade, göklerin yaratılışıyla birlikte onlara yüklenen (= evha) birincil emrin sonucu olarak tezahür eden çekim kuvvetinin azalmasını ifade etmektedir. Nitekim yukarıdaki beşinci ayetteki “Rabbinin ona vahyettiği (= evha leha)” ifadesi bu görüşü desteklemektedir.9 Zaten şimdi göreceğimiz diğer ayetler de bu dehşet verici olaylarla birlikte yerçekiminin zayıfladığı bir dünyayı tasvir etmektedir.<br /><br /> “Güneş büzüldüğü [içine doğru çöktüğü] zaman (= izeş-şemsu kuvviret).”<br /> “Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman (= ve izen nücumun kederet).” <br /> “Dağlar yürütüldüğü zaman (= ve izel cibali süyyiret).” (Tekvir 81/1-3)<br /><br /> “O gün gök bir çalkanışla çalkalanır (= yevme temuurus semau mevra).” <br /> “Ve dağlar bir yürüyüş yürür ki! (= ve tesiyrul cibali seyra).” (Tur 52/9-10)<br /><br />Bu ayetlerden anladığımıza göre, dünyanın kendi etrafında dönmesinin devam edeceği kabul edildiğinde yerçekiminin azalmasıyla birlikte, dağlar yerlerinden kopup havalanacaktır. Denizlerin durumuna gelince:<br /><br /> “Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).”<br /> “Gezegenler saçıldığı zaman (= ve izel kevakib-un teseret).”<br /> “Denizler taşıp birleştiği zaman (= ve izel biharu fucciret).” (İnfitar 82/1-3)<br /><br /> “Denizler kabardığı [veya ateşlendiği] zaman (= ve izel biharu sücciret).” (Tekvir 81/6)<br /> <br />Aynı şekilde, yerçekiminin azalmasıyla birlikte denizler de kabarıp taşacaktır. Son ayetteki “sücciret” kelimesi bazı müfessirler tarafından “ateşlenme” olarak tefsir edilmiştir ki arzın içindeki erimiş kütlenin dışarı çıkması denizlerin yer yer kaynamasına yol açabilir.<br /><br /> Buraya kadar incelediğimiz ayetler, Saat’in emrinin etkisiyle mekanda meydana gelen değişikliklerle birlikte ortaya çıkacak olayları anlatmaktadır. Fakat bu değişiklikler bu kadarla da kalmayacaktır. Bu olaylardan sonra, dağların da ince bir toz yığını haline geleceğinden bahseden ayetleri göz önüne alırsak tamamen dönüşüme uğrayan bir mekan ve dünya ile karşılaşırız:<br /><br /> “Dağlar da [o gün] atılmış renkli yün gibi olurlar (= ve tekunul cibali kel 'ihnil menfuş).” (Karia 101/5)<br /><br /> “O gün yer ve dağlar sarsılır (= yevme tercüfü-l ardu vel cibal), ve dağlar, dağılan kum yığınları olur (= ve kanetil cibalu kesiyben mehiyla).” (Müzzemmil 73/14)<br /> <br /> “Sur'a bir tek üflemeyle üflendiği (= fe iza nufiha fis sur),” <br /> “Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağan olduğu zaman (= ve humiletil ardu vel cibalu fe dükketa dekken vahide).” (Haakka 69/13-14)<br /><br /> “Dağlar yayıldıkça yayılmış (= ve büsset-il cibalu bessa).” <br /> “Ve toz duman hale gelmiştir (= fe kanet hebaen munbessa).” (Vakıa 56/5-6)<br /><br /> “Hayır! arz birbiri ardınca sarsılıp dümdüz edildiği zaman (= kella, iza dekketil ardu dekken dekka).” (Fecr 89/21)<br /><br />Bu son ayet arzın da yamyassı veya dümdüz bir şekle sokulacağına işaret etmektedir. Nihayet, aşağıdaki ayette belirtildiği üzere arz ve gökler başka bir arza ve göklere tebdil edilecektir (dönüştürülecektir): <br /><br /> “O gün dağları yürüteceğiz; ve sen yeri [çırçıplak] bir çöl [olarak] göreceksin (= ve teral arda baarizeten); onların da hepsini [mahşerde] toplamışızdır, içlerinden hiçbirini bırakmamak üzere.” (Kehf 18/47)<br /><br /> “O gün yer başka yere değiştirilir, gökler de [öyle] (= yevme tubeddelül ardu gayril arda ves-semavat); ve [herkes] tek ve kahhar olan Allah'ın huzurunda görünürler (= ve berezu lillahi vahidil kahhar).” (İbrahim 14/48)<br /><br />Yukarıda “Sur”la ilgili ayetlerde belirtildiği üzere, insanlar, Sur’a ikinci defa üflenmesiyle de, tebdil edilerek (değiştirilerek) dümdüz ve pürüzsüz hale getirilmiş olan bir olan arzdan çıkarılacak ve Hesap Günü için toplanacaklardır:<br /><br /> “Allah ki, O’ndan başka tanrı yoktur; sizi vukuunda asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır; Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? (= ve men esdaku min allahi hadiysa)."” (Nisa 4/87).<br /><br /> Kıyamet Günü’nün ikinci safhası olan ve Sur’a ikinci üflenme ile yeniden bütün insanların yerden çıkartılmaları ile başlayacak olan Hesap Günü’nde nelerin olacağı Kur’an’da birçok ayette anlatılmaktadır, fakat ayrı ve dikkatli bir çalışmayı gerektiren bu konu burade ele alınmayacaktır. Kıyamet Günü’nün insanlar üzerindeki etkilerini ise şimdi ayetler ışığında inceleyebiliriz.<br /><br />4.4 İnsanlar üzerinde etkileri<br /><br />Yukarıda buraya kadar anlatılan olayların insanlar üzerinde ne korkunç bir etki meydana getireceğini Kıyamet Günü’nü yaşamadan tam olarak anlamak imkansız olsa da hayalimizde canlandırarak az da olsa anlamak mümkündür. İnsanlar için bu olayları daha da korkunç hale getirecek olan şey, onların bu geçici dünya hayatına aşırı bir şekilde güvenmeleri ve bağlanmalarıdır. <br /><br /> Halbuki bütün bilimsel (kozmolojik, astronomik, fiziksel, kimyasal ve biyolojik) veriler, üzerinde bulunduğumuz dünyanın ve yaşadığımız dünya hayatının ne kadar hassas dengeler üzerinde devam ettiğini göstermektedir. İçinde ergimiş halde binlerce derece sıcaklıkta bir ateş küresinin bulunduğu, üzerinde yaşadığımız ve üzerine büyük hayaller inşa ettiğimiz yerin kabuğunun bile dünyanın çapına oranla kalınlığının, bir yumurta kabuğunun yumurtanın çapına oranından daha ince ve çok çok daha zayıf olduğunu biliyoruz. Fakat bunları günlük hayatımızda ancak hayallerimiz bir depremle sarsıldığı zaman hatırlayabiliyoruz. <br /><br /> Kur’an’da o günün, insanlar üzerindeki etkilerini anlatan çok çarpıcı ayetler vardır. Bazılarının mealleri:<br /><br /> “Peki inkar ederseniz çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi nasıl kurtaracaksınız?” <br /> “Gök [bile] onun [Kıyamet gününün] dehşetinden çatlar (= essemai münfatir bih); Allah'ın vaadi ifa edilmiştir (= mef'ula).” (Müzzemmil 73/17-18)<br /><br />Yukarıdaki ilk ayetteki “çocukları ihtiyarlatan o gün” ifadesi, o günün dehşetini çarpıcı fakat mecazi olmayan bir şekilde anlatmaktadır.<br /><br /> "[O insan] Kıyamet günü nerede?" diye sorup durur.” <br /> “Ama o gün göz kamaştığı (= fe iza berikal basar),” <br /> “Ay tutulduğu (= ve hasefel kamer),” <br /> “Güneş ve Ay bir araya toplandığı zaman (= ev cumia-ş şemsü vel kamer)!” <br /> “[İşte] o gün insan: "Kaçacak yer neresi?" der! (= yekulül insane yevmeizin eynel mefer).” (Kıyamet 75/6-10)<br /><br />O gün insanların, ötedenberi yaşamasına en elverişli bir yer olarak kabul ettikleri dünya altlarından kayıp gittiğinde, gök de kıpkızıl bir ateş ve duman karışımı haline geldiğinde, “kaçacak yer” neresi olabilir? Üstelik bu dehşet verici manzara içinde, (belki yerçekiminin azalmış olmasıyla) insanlar “pervaneler [gece kelebekleri] gibi” havada uçuşmaktadırlar:<br /><br /> “O gün insanlar yayılmış pervaneler gibidir (= yevme yekunun nasi kel feraş-il mebsus).” <br /> “Dağlar da [o gün] atılmış renkli yün gibi olurlar (= ve tekunul cibali kel ‘ihnil menfuş).” (Karia 101/4-5)<br /><br />Bu ayette geçen “pervaneler [gece kelebekleri] gibi” ifadesi kıpkızıl bir gök altında ve üzerinde toz, duman ve ateş karışımı bir atmosferde uçuşan insanların durumunu ibret verici bir şekilde ifade etmektedir.<br /><br /> Kıyamet Günü meydana gelecek olayları ilgili ayetler çerçevesinde böylece gördükten sonra, şu önemli sorulara cevap aramamız gerekiyor: Acaba Kıyamet Günü öncesinde bunun hangi alametleri veya belirtileri ortaya çıkacaktır? Kur’an’da ve/veya hadislerde bu alametler konusunda ne gibi bilgiler vardır? Bu alametlerden hangileri gerçekleşmiştir, hangileri henüz gerçekleşmemiştir? Kıyamet Günü’ne ne kadar kalmıştır? İşte aşağıdaki bölümde bu soruların cevapları aranmaktadır.<br /><br />5. Kıyamet Günü Öncesinde Ortaya Çıkacak Alametler<br /><br />Kıyamet günü öncesinde o günün yaklaştığına işaret olarak meydana gelecek olaylar inanan birçok insanın alakasını çekmektedir. Genel olarak “Kıyamet alametleri” diye isimlendirilen bu olaylardan bazıları Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir, diğer bazıları da Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bazı hadislerde bildirilmektedir. Kur’anda bildirilen olaylarla ilgili ayetler şunlardır:<br /><br /> “O söz başlarına geldiği zaman (= ve iza vaka’atil kavl) onlara yerden bir daabbe çıkartırız, o onlara insanların ayetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml 27/82)<br /><br />Bu ayette geçen “daabbe” kelimesi, Kur’an’daki başka ayetlerde, karnı veya ayakları üzerinde hareket eden canlılar için kullanılmaktadır. Bu ayette ise, muhtemelen o zamana kadar görülmedik türden, fakat algılaması gelişmiş, şuurlu ve konuşan bir canlıyı ifade etmektedir. Böyle bir canlının ortaya çıkması ve bu şekilde konuşması insanların herhalde çok ilgisini çekecektir. Buna karşılık insanların çoğunun bu canlının söylediklerini ciddiye alacakları şüphelidir. İnsanların çoğu büyük mucizelerle gelen Peygamberleri (a.s.) bile ciddiye almamaktadır. Bazıları ise inkarda daha da ileri gitmektedir:<br /><br /> “İnsanlardan kimi de [vardır ki] ne bir bilgiye, ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele eder,” <br /> “Büyüklük taslayarak Allah yolundan şaşırtmak için; dünyada ona bir rezillik vardır, kıyamet gününde ise ona alevli ateş azabını tattıracağız (= nuziykuhu azabün hariyk).” (Hac 22/8-9)<br /><br />Ancak insanlar bütün gafletlerine karşılık sonunda bu uyarıları muhakkak tanıyacaktır, fakat belki de o zaman çokları için iş işten geçmiş olacaktır:<br /><br /> “Ve de ki: Hamd Allah’adır; O, size ayetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız; Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Neml 27/93)<br /><br /> Kıyamet Günü’nün yaklaştığının alametlerinden bir de Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortaya çıkmasıdır. Bunun veya bunların ne olduğu tam olarak bilinmemekle beraber, bir tür canlı oldukları ve sebest bırakıldıklarında insanlara büyük zararlar verecekleri hususunda görüş birliği vardır. <br /><br /> “Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc [seddi] açıldığı zaman, ki onlar her tepeden akın edip çıkarlar (= hatta iza fütihat ye’cuce ve me’cuce ve hüm min külli hadebin yensiluun).” <br /> “Ve gerçek vaad yaklaştığında (= ve akterabu va’dul hakk), işte o zaman inkarcıların gözü açılır: ‘Eyvah bize, biz bundan gaflet içindeydik; hayır, biz zalimlerdendik [gerçeği gizledik].’” (Enbiya 21/96-97)<br /><br />Gene Ye’cüc ve Me’cüc ile ilgili olarak daha önce gördüğümüz, Kehf suresi 97-99. ayetlerini hatırlayacak olursak:<br /><br /> “Artık [Ye’cüc ve Me’cüc] onu [Zülkarneyn’in yapmış olduğu engeli] ne aşabildiler, ne delebildiler.” <br /> “[Zülkarneyn] dedi: ‘Bu Rabbimin bir rahmetidir; Rabbimin vaadi geldiğinde onu yerle bir eder; şüphesiz Rabbimin vaadi gerçekdir (= ve kane va’du rabbi hakka).” <br /> “Biz o gün onları [Ye’cüc ve Me’cüc’ü] dalgalar halinde bırakmışızdır. Sur’a da üflenmiştir, ve hepsini de toplamışızdır.” (Kehf 18/97-99)<br /><br />Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanlar Ye’cüc ve Me’cüc belasıyla karşılaştıkları zaman onu tanıyacaklar, fakat daha önce bunları ciddiye almadıkları veya halktan gizledikleri için bu belayı tanımaları onlara fayda vermeyecektir, çünkü zaten o zaman Kıyamet Günü belki de gelip çatmış olacaktır. Son ayette Ye’cüc ve Me’cüc’ün serbest bırakılmaları ile Sur’a üflenmesinin aynı cümlede ifade edilmiş olması, bu iki olay arasında çok önemli bir zaman aralığı bulunmadığına işaret etmektedir.<br /><br /> Kıyamet Günü’nden önce gerçekleşecek olan diğer bir hadise de insanların göğün bir tabakasından diğerine çıkması ve orada bir müddet yaşayabilmesidir. Aşağıdaki ayetteki “gökte de rızkınız ve size vaad edilen vardır” ifadesi buna işaret etmektedir: <br /><br /> “Gökte de rızkınız ve size vaad edilen vardır (= ve fis-semai rizkaküm ve ma tu’aduun).” (Zaariyat 51/22)<br /><br />Bu ayetteki “size vaadedilen” (= ma tu’aduun) ifadesi başka bir ayette şöyle açıklık kazanmaktadır:<br /><br /> “Andolsun o şafağa (= la uksimu biş şafak).”<br /> “O geceye ve onun [içinde] topladıklarına (= ves semai ve ma vasak).”<br /> “Toplu bir hale [dolunay haline] gelen aya (= vel kameri izet tesak).”<br /> “Siz mutlaka bir tabakadan diğerine çıkarılacaksınız (= le terkebünne tabakan an tabak.” (İnşikak 84/16-19)<br /><br />Son ayette geçen “mutkala bir tabakadan bir tabakaya çıkarılacaksınız (= le terkebünne tabakan an tabak)” ifadesiyle göğün tabakalarından bahsedildiği anlaşılmalıdır. Buna göre Zaariyat suresi 22. ayetindeki vaadin bu ayetteki vaad olduğu anlaşılmaktadır. Birçok müfessir bu ayette geçen “tabak” kelimesini “derece”, ”mertebe” veya “hal” olarak yorumlamıştır ki, bu durumda mana “bir dereceden diğerine” veya “bir halden diğerine değiştirileceksiniz” olmaktadır. Fakat Kur’an’da “derece” kelimesi de başka ayetlerde geçmektedir. Dolayısıyla bu yorum zayıf bir yorum olmaktadır. Halbuki “tabak” kelimesi, göklerin tabakalarından bahseden iki ayette geçmektedir:<br /><br /> “O, yedi göğü [içiçe] tabakalar halinde yaratmıştır (= ellezi haleka seb’a semavatin tibaaka); Rahman’ın yarattığında bir uygunsuzluk göremezsin; gözünü çevir de bak bir kusur [veya çatlak] gürebiliyor musun?” (Mülk 67/3)<br /><br /> “Görmediniz mi, Allah yedi göğü nasıl [birbiri üstünde] tabakalar halinde (=tibaaka) yaratmıştır?” (Nuh 71/15)<br /><br />İşte bu ayetler bir arada mütalea edildiklerinde, insanların göğün bir tabakasından diğerine çıkacağına işaret ettikleri anlaşılmaktadır. Ancak bu ayetlerde bahsi geçen “göğün tabakalarından” tam olarak neyin kastedildiğini araştırmak gerekiyor. Eğer dünya ile ay arasını bir tabaka olarak kabul edersek, o zaman bu vaadin 1969’daki ilk ay yolculuğu ile gerçekleşmiş olduğunu kabul edebiliriz. Bu günkü bilgilerimize göre gökler için şöyle bir tabakalandırma yapılabilir: 1) dünya atmosferi 2) dünya-ay, 3) güneş sistemi, 4) Samanyolu galaksisi, 5) galaksi kümesi, 6) süper küme, 7) bütün gökler. Fakat bu tamamen itibari bir tabakalandırma olacaktır. Dolayısıyla bu ayetlerde kastedilen “tabakaların” gerçekte ne manaya geldiği ayrı bir araştırma konusu olmaktadır.<br /><br /> Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak alametlerden biri de gökyüzünden gelecek ve dünyayı kaplayacak bir dumandır (= duhan). Kur’an’da bu olay kendi adındaki Duhan suresinde şöyle anlatılmaktadır:<br /><br /> "Şimdi sen göğün, insanları bürüyecek belli bir duman getireceği günü gözetle (=fertekıb yevme te’ti-s semau bi duhanin mübiyn).” <br /> “İnsanları saracaktır o. ‘Bu pek elem verici bir azap’ [diyecekler].”<br /> “Ey Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır, doğrusu biz artık iman ediyoruz [derler]. <br /> “Onlarda öğüt almak nerede, kendilerine [gerçeği] açıklayıcı bir elçi geldiği halde." (Duhan 44/10-13).<br /><br />Bu ayetlerde bahsedilen dumanın yerden değil gökten geleceği açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu birkaç değişik şekilde olabilir. En anlaşılabilir ihtimal, büyük bir kuyruklu yıldızın dünya yörüngesini keserek geçmesi ve arkasında bıraktığı karbon ve buz karışımı bir kütlenin dünya atmosferini kaplaması olabilir. Bu durumda atmosfere giren karbonun bir kısmı yanarak karbon monoksit ve karbon dioksit haline dönüşür ve atmosfer karbon, karbon monoksit, karbon dioksit ve su buharı karışımından oluşan boğucu ve zehirleyici bir gaz ve toz karışımı meydana getirebilir. Bunun etkisinden kurtulmak da pek kolay olmazdı. Diğer bir ihtimal de doğrudan doğruya kozmik bir bulut kütlesinin dünya atmosferine girmesidir. Fakat ayette: “göğün belli [veya görünür] (= mübiyn) bir bulut getireceği” ifade edilmekte olduğuna göre, bunun gelişi insanlar tarafından gözlemlenecek, fakat insanlar bunu uzaklaştırmada çaresiz kalacaklardır. Başka bir ihtimal de, gene büyükçe bir meteorun dünyaya çarpıp müthiş bir toz bulutunu atmosfere yaymasıdır. Buna benzer bir olayın 50 milyon yıl kadar önce vuku bulduğu ve dinazorların ve diğer birçok canlı türünün sonunu getirdiği bazı bilim adamları tarafından kabul edilmektedir.<br /><br /> Oluş şekli ne olursa olsun, bu olayın insanları çaresiz bırakacağı, bundan kurtulmak için Allah’a yalvaracakları, ve mucizevi bir şekilde bu elem verici azaptan kurtulduktan sonra bile, son ayette ifade edildiği gibi ilk fırsatta eski hallerine dönecekleri anlaşılmaktadır. (Bölgemizde meydana gelen seri halindeki depremlerin her birinin vukuunda, gece yarısı veya gündüz ortasında çığlık çığlığa sokaklara fırlayan insanların çoğunun hemen ertesi gün nasıl eğlencenin en aşırısına daldıklarını ibretle müşahade ediyoruz.)<br /><br /> Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak alametlerden, Kur’an’da açıkça belirtilmeyen fakat Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen hadislerde anlatılan olaylara gelince.10 Bunlardan en müşahhas olanları güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inmesidir. <br /><br /> Güneşin batıdan doğması ile ilgili olarak aşağıdaki ayette geçen:<br /><br /> "[İnanmak için] hala kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini, yahut Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ancak Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün, önceden inanmamış, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye [o günkü] imanı bir fayda sağlamaz: de ki, bekleyin; şüphesiz biz de bekleyenlerdeniz." (En'am 6/158)<br /> <br />"Rabbinin bazı ayetlerini" ifadesini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kıyamet alameti olan güneşin batıdan doğması olarak şöyle açıkladığı bildirilmektedir: <br /> <br /> "Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneş batıdan doğduğu zaman toptan bütün insanlar iman edecekler, fakat daha evvel iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün imanı fayda vermez." 11<br /><br />Kur’an’da buna üstü kapalı olarak işaret eden tek ayet belki de Bakara suresinin 258. ayetidir:<br /><br /> “Allah kendisine hükümdarlık verdi diye [şımararak] Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Benim Rabbim O’dur ki yaşatır, öldürür’ demişti. ‘Ben de yaşatır, öldürürüm’ dedi. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan doğdurur, haydi sen de onu batıdan doğdur,’ deyince o inkarcı şaşırıp kaldı; Allah zalim bir ulusu doğru yola iletmez.” (Bakara 2/258)<br /><br />Böyle bir olay, dünyanın yakınından çok büyük bir gök cisminin geçmesiyle olabilir. Bu durumda dünya bu cisme çarpmadan başka bir yörüngeye savrulabilir ve hatta güneş etrafında ters bir yörüngeye girebilir. Diğer bir ihtimal de bunun Kıyamet Günü’nde bozulan kozmik nizam şartları içinde ve bu gün bilemeyeceğimiz bir şekilde olmasıdır.<br /><br /> Hz. İsa’nın (a.s.) Kıyamet Günü’nden önce yeryüzüne indirilmesi meselesine gelince: Bu konu da müfessirler tarafından çok tartışılmıştır. Kur’an’da Hz İsa’nın (a.s.) yeryüzüne ineceğini açıkça bildiren bir ayet bulunmamaktadır, fakat bazı ayetlerin bunu desteklediği düşünülmektedir. Aşağıdaki ayetler onun, Hristiyanların genel inanışlarının aksine Yahudiler veya Romalılar tarafından öldürülmemiş olduğunu, fakat semaya yükseltilmiş olduğunu bildirmektedir:<br /><br /> “… Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat [öldürdükleri kişi] onlara İsa gibi gösterildi ...” <br /> “Bilakis Allah onu kendi [nezdine] yükseltmiştir (= bel rafeahu-allahu ileyh); Allah büyük izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa 4/157-158)<br /><br /> “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa, seni vefat ettireceğim ve seni bana yükselteceğim (=inni müteveffiyke ve raafiuke ileyye) …” (Al-i İmran 3/55) <br /><br />Son ayette “ölüm” (= mevt) kelime kökünden gelen bir ifade yerine, gene Kur’an’da insanların uyku halini anlatmada kullanılan “v-f-y” kelimesiyle “vefat ettireceğim” (=müteveffiyke) sözü geçmektedir. Halbuki “mevt” kelimesinin geçtiği şu ayette her nefsin ölümü tadıcı olduğu bildirilmektedir:<br /><br /> “Here nefs ölümü tadacaktır (= küllü nefsin zaaikatül mevt); …” (Al-i İmran 3/185)<br /><br />Dolayısıyla İsa’nın (a.s.) da bu ayetin şümulünde olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Ayrıca Nisa suresinin 159. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: <br /><br /> “Andolsun Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, onun [İsa’nın] ölümünden önce ona inanacak olmasın (= le yü’minenne bihi kable mevtihi). Kıyamet gününde de o [İsa] onlar aleyhine şahitlik yapacaktır.” (Nisa 4/159)<br /><br />Bu ayette geçen “ölümünden önce” (= kable mevtihi) ifadesi İsa (a.s.)’ın ölümünden bahsetmektedir, ki bu ayetler ve konu ile ilgili olarak İbn Cerir et-Taberi, İbn Atiyye, İbn Rüşd, Kutubi, İbn Kesir gibi bazı Müslüman bilginlerce mütevatir kabul edilen hadisler bir arada mütalea edildiğinde İsa’nın (a.s.) tekrar yeryüzüne gönderileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Buna rağmen müfessirler arasında bu konuda tam bir fikir birliği yoktur. <br /><br />Hadislerde anlatılan diğer bazı olaylar da şunlardır: Doğuda, batıda ve Arap yarımadasında yer çöküntülerinin meydana gelmesi. Nakledilen hadislerde bu çöküntülerin yeryüzünde ahlaksızlığın arttığı bir zamanda meydana geleceği bildirilmiştir. Ayrıca, Kıyamet Günü yaklaştığında şiddetli yağmurların yağacağı ve büyük tahribatlara yol açacağı, yıldırım düşmesi hadiselerinin sıklaşacağı ve insanlar üzerine düşerek ölümlerine sebep olacağı da hadislerde nakledilen olaylardandır.<br /><br />Sonuç<br /><br />Bu çalışmamızda Kur’an-ı Kerim’deki ilgili ayetler ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bazı hadisler çerçevesinde Kıyamet Günü konusunu, ayetlerde olayların anlatım sıraları ve olayların ifade edildiği kavramların meydana getirdiği yapılar içinde birbirine bağlı bir hadiseler zinciri olarak inceledik. Bu incelememizde önce Kur’an’daki ilgili ayetler çerçevesinde, Allah’ın (c.c.), gökleri ve yeri yaratması birlikte bunlara vahyetmiş olduğu emri ile bunlardaki düzenliliği nasıl sağlamış olduğunu, ve Allah’ın (c.c.) gönderdiği yeni emrlerle göklerde ve özellikle yerde meydana gelen olayları nasıl dilediği gibi etkileyip kontrol ettiğini gördük. Ayrıca bu muhteşem nizamı ortadan kaldıracak olan, ve Kur’an’da “Saat’in emri” diye isimlendirilen özel bir emrin Allah (c.c.) tarafından uygulanmaya hazır halde bekletildiğini gördük. (12)<br /><br /> Gene bu çerçevede Kıyamet Günü’nün, göklerle birlikte dünyanın ve özellikle dünya hayatının son günü ile başlayan ve yeniden diriliş ve toplanma (= haşr) ile Hesap Günü’nü de içine alan uzun bir gün olduğunu anladık. Bu günün, Sur’a üflenme ile birlikte Saat’in Emri’nin uygulanmaya konulduğu ve göklerdeki mükemmel ve muhteşem nizamın bu emr ile safha safha nasıl sona erdirileceğini de görmüş olduk. İncelememizin sistematik olması için Kıyamet Günü’nün olaylarını Sur’a üflenme ve Kıyamet Günü’nün başlamasından itibaren göklerde, güneş sisteminde ve dünyada meydana gelecek olaylar ve insanlar üzerindeki etkilerini konu alan başlıklar altında topladık. Son bölümde de Kur’an ve bazı hadislerde Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak ve insanlar tarafından görülecek ve tanınacak olan bazı alametleri (belirtileri) inceledik. Kıyamet Günü konusunu çeşitli yönleriyle inceleyen eski ve yeni birçok eser bulunmasına karşılık, bu çalışma, bildiğimiz kadarıyla, kendi türünde ilk çalışma olmaktadır. Bu sebeple bütün dikkatimize rağmen bazı eksiklik ve hataları olabilir. Bu konu üzerinde ileride yapılacak çalışmalarda hata ve eksikliklerin giderilmesi ve daha doğru bir eserin ortaya çıkarılması en büyük dileğimizdir. Her şeyin en doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Vesselam.<br /><br />Referanslar<br /><br /> 1 Kur’an’da emr kelimesi bunlardan başka çerçevelerde de geçmektedir. Tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “İslam’da Bilginin Temelleri”. İstanbul: İz Yayıncılık (222 sayfa). <br /><br />2 Şunu belirtmemiz gerekir ki, “emr” kelimesi Kur’an’da “birincil emr” ve “ikincil emr” diye sınıflandırılmamıştır. Biz bu terimleri sadece bu kelimenin Kitap’taki iki farklı kullanımını belirtmek için böyle isimlendirdik. Fakat böyle bir ayırımın yerinde olduğu, Kur’an’da emr kelimesinin aldığı zamirlerden kolayca anlaşılabilir. Bizim “birincil emr” olarak isimlendirdiğimiz kullanım ayetlerde üçüncü tekil şahıs zamiri ile “O’nun emri” şeklinde, “ikincil emr” dediğimiz kullanım ise “Allah’ın emri”, “emrimiz”, veya sadece “emr” kelimesiyle ifade edilmektedir.<br /><br />3 Buradaki “temel fiziksel kuvvet” terimi günümüzde özellikle kuantum fiziğinin teorik bir terimidir. Kur’an-ı Kerim’in, kendisi dışındaki herhangi bir kavram sisteminin teorik terimleriyle açıklanması doğru bir yaklaşım değildir. O bakımdan bu tür açıklamaları daima belli bir şüpheyle karşılamak gerekir. Ayrıca mevcut teorilerin aynı isimle anılan terimleri bile birbirinden farklı manalar taşıyabilir; mesela günümüz fiziğinin en başarılı sayılan iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ve Kuantum Mekaniği’ndeki kuvvet kavramları bile birbirinden çok farklıdır. <br /><br />4 Buradaki “uzun gün” tabii ki insanlara göre uzun gün olarak anlaşılmalıdır, çünkü insanlar için bin sene veya elli bin senenin Allah’a (c.c.) göre bir günden daha az olduğu şu ayetlerde belirtilmektedir: (Secde 32/5, Mearic 70/4). <br /><br />5 Diğer bir deyişle, yani geometrik bir ifadeyle, mekanın bildiğimiz üç boyuttan iki boyutlu hale doğru indirgenmesi ihtimalini düşündürmektedir. Fakat ayetteki benzetmenin tam olarak iki boyutlu bir uzayı işret ettiği söylenemez. Boyut kısalmasına uğrayan ve iki boyutlu hale dönüşmeye başlayan bir mekanda ışığın [ışık kaynağı olsa bile] nasıl davranacağını, yani bildiğimiz özelliklerini (yayılma, kırılma) koruyup korumayacağını da düşünmek gerekir. <br /><br />6 Nobel ödüllü (rahmetli) fizikçi Abdus-Salam bir kitapta göklerin yaratılışıyla ilgili olarak söylediklerinde buna benzer bir ifadede bulunmuştur: “Tanrı başlangıçta evreni iki boyutlu olarak yaratmıştır: uzay ve zaman.” (Bakınız: Davies, P.C.W and Brown, J. (Eds.) (1997) “Superstrings: A theory of Everything?”. Cambridge U.P., s. 175.) Fakat o bu ifadesinde bütün mekanı tek boyutlu olarak düşünmektedir.<br /><br />7 Klasik fiziğin terimlerine göre düşünecek olursak, gezegenlerin saçılması ve güneşin genişlemesi gibi olaylar güneş sisteminde “kütlesel çekim kuvveti”nin azalması sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Genel Relativite (GR) teorisine göre ise, kütlesel çekim kuvveti uzayın dördüncü boyutta (zaman boyutunda) bükülmesinin getirdiği bir görüntüden başka birşey değildir. Bu durumda GR teorisine göre çekim kuvvetinin azalması ve ortadan kalkması, bu bükülmenin azalması ve ortadan kalkması manasına gelmektedir. Böyle bir uzayda bütün hareketler lineer olacaktır. Bu tür bir durum, “yıldızların silinmesi”ni açıklayabilir, fakat göğün, ve dolayısıyla bütün mekanın “dürülmesini” (= tayy) açıklayamaz.<br /><br />8 Dipnot 7’deki açıklamaya göre kütlesel çekim kuvvetinin ortadan kalkması bir boyut indirgenmesi olarak düşünülebilir. GR teorisine göre, kütlesel çekim, mekanın dördüncü boyut üzerinde bükülmesinin bir tezahüründen ibarettir. Aslında GR teorisi zannedildiğinin aksine dört boyutlu değil, beş boyutlu bir uzay üzerine kurulmuştur. Bükülme, zaman ekseni üzerinde ve buna dik bir boyutta olmaktadır. Dolayısıyla, bu bükülmenin ortadan kalkması da, beş boyutlu bir uzaydan dört boyutlu bir uzaya indirgenme olacaktır.<br /><br />9 Hatırlanacağı üzere, birincil emr ile ilgili olarak gördüğümüz Fussilet suresi 12. ayetinde de “her bir semaya emrini vahyetti” ifadesi geçmektedir: "Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) ..." (Fussilet 41/12)<br /><br />10 Bu konuda ayrıntılı bilgiler için bakınız: Yavuz, Ö. F. (1997). “Kur’an ve Kıyamet.” Istanbul: Marifet Yayınları (254 sayfa)<br /><br />11 Bakınız: Ref. 9, s. 197.<br /><br />12 Bakınız: Ref. 9, s. 208-213.<br /><br />13 Bakınız: Ref. 9, s. 203-204.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-1731687598174724572007-08-19T22:58:00.000+04:002007-08-19T23:00:56.643+04:00İslam ve BilimİSLAM ve BİLİM<br /> <br />Dr. Ş. Kocabaş<br /> <br />1. Giriş<br /> <br />İslam medeniyetinin bilime katkısı 19. yüzyıldan günümüze kadar gerek müslümanlar gerekse gayrimüslim yazarlar tarafından tartışılagelen bir konudur. Müslümanların bu tartışmalarda genellikle gözlenen kararsız durumları onların, insanlık tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında, ve buna bağlı olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek kaybetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.<br /> <br /> Son iki yüzyılda günümüze kadarki ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarına göz attığımızda genel olarak birkaç değişik yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi 19. yüzyılda başlayıp 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam eden dönemde bazı istisnalar dışında Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin, müslümanların Klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın ötesinde bilim ve felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir katkıları olmadığı yönündeki yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımın etkisini Bertrand Russell gibi tanınmış felsefecilerin eserlerinde bile görmekteyiz[1]. <br /> <br /> İkinci yaklaşım, Avrupa'lı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında İslam medeniyetini savunma durumundaki bazı müslümanların geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve felsefe zaten insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren, hatta ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre müslümanların bilim ve teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzünülecek bir durum da değildir.<br /> <br /> Üçüncü yaklaşım gene bazı müslüman tarihçiler tarafından geliştirilen, ve müslümanların klasik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim alanında geri kaldıklarını öne süren yaklaşımdır.<br /> <br /> Dördüncü yaklaşım, 20. yüzyılda Sarton[2] ve Huff[3] gibi bazı batılı bilim tarihçilerinin, müslümanların Ortaçağ'da bilime önemli katkılar yaptığını kabul eden, ve daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki duraklamayı ve gerilemeyi sosyal, kültürel, iktisadi ve hukuki sebeplerle açıklamaya çalışan yaklaşımdır. <br /> <br /> Beşinci yaklaşım, müslümanların bilime katkılarının İslam'la ilgisi olmadığını ve müslüman bilim adamlarının 8-12. yüzyıllarda yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslam dışı, laik bir anlayış içinde gerçekleştirmiş olduklarını, ve dolayısıyla gelecekte de bilim alanında ancak bu şekilde başarılı olabileceklerini öne süren yaklaşımdır[4]. Bu yaklaşımı savunanlar ayrıca, Batı'da özellikle Rönesans ve sonrasında ortaya çıkan din (Hristiyanlık) ve bilim ayırımını, ve bu zorunlu ayırım ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları derinlemesine bir kavramsal analiz yapmadan gerçekliğin dini (= din-ül hakk) olan İslam dini üzerine yansıtarak geçersiz bir ‘İslam / bilim’ ayırımı yapmak eğilimindedir.<br /> <br /> Bizim yaklaşımımız ise bu beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan bazılarıyla ortak noktalar taşımakla beraber, konuya temelden farklı yeni bir bakış açısı ve çözümleme getiren bir yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda tafsilatlı bir şekilde açıklamaya çalışacağız. Fakat önce yukarıda özetle sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından inceleyelim.<br /> <br /> Birinci yaklaşımdaki görüşler bu gün bilim tarihiyle biraz uğraşmış olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir. Ancak hala, kesin taraflı ve gerçekleri görmek istmeyen kişilerce savunulabilmektedir. Bu görüşün neden yanlış olduğunu birazdan örneklerle göstereceğiz. İkinci yaklaşım ise, belki iyi niyetli fakat zararlı bir saflıkla bazı müslüman yazarlar tarafından hala savunulmaktadır, ki bunlar savundukları şeyin İslam'da bilgi (= ilm) kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü yaklaşım, bilimsel motivasyonla sosyal, hukuki, siyasi ve iktisadi şartlar arasındaki bağları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan sistematik bir hatayı içermektedir. Biz bu yazımızda dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle meselenin temeline, yani İslam tarihinin klasik dönemi sayılan 8-12. yüzyıllarda öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel araştırma geleneği oluşturma döneminden sonra neler olduğuna eğileceğiz. Ancak buna geçmeden önce beşinci yaklaşımın neden yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını belirtmemiz gerekiyor.<br /> <br /> Klasik dönemde müslümanların bilime katkısında İslam'ın rolü olmadığı, bunun laik bir anlayış içinde ortaya çıktığı iddiasının gerçekleri ne derece yansıttığını incelerken şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Ortaçağ Avrupasının, Kilisenin dünya ve gerçeklik hakkındaki görüşlerinden uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya yöneldikleri bilinmektedir. Halbuki, İslam'dan önce bilimle hemen hiç alakası olmayan Arap ve Türk topluluklarının bilim ve felsefe alanındaki bilinen bütün eserlerinin İslam'ı kabul ettikten sonra ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, bu dönemde müslümanların bilim ve felsefe alanında böyle bir atılımı İslam'ın getirdiği bir motivasyon ve düşünce yapısı içinde gerçekleştirmiş olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.<br /> <br /> Bu dönemdeki müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi çağlarındaki diğer toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin İslam olduğunu söyleyebilmemiz için, İslam dininin onlarda ne gibi bir kavramsal değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu insanların İslam’dan önce tabiat ve gerçeklik hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar nasıl bir dönüşüme uğradı? Benzer bir soruyu Ortaçağın Hristiyan Avrupa'sı için de sorabiliriz: Avrupa'da Ortaçağ sonunda, özellikle 12. yüzyıldan sonra nasıl bir kavramsal dönüşüm meydana geldi? 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da göze çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve bu dönüşüm nasıl oluşmuştur?<br /> <br /> Bazı Avrupalı bilim ve felsefe tarihçileri bu sorulara cevap vermeden, Batı'nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlılardan aldığını tekrarlamış ve böylece İslam'ın Avrupa'da Rönesans ve Reform ile bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlılardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanlıların[5] eserleri bin yıldan fazla bir süre ellerinde bulunduğu halde Ronesansı neden çok daha önce başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için 1200 yıl daha beklemek zorunda kaldı? Bu soruların cevabı şu olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunanlı düşünürlerin eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi müslüman düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar, veya bu eserler böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya sahip değildi. Bu iki ihtimalin de iyice araştırılmaya değer hususlar olduğunu söyleyebiliriz.<br /> <br /> İslam düşünce tarihi incelendiğinde bilim ve felsefe alanında 12. yüzyıla kadar müslümanların, klasik bilimlerin her alanında (matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede geniş çapta ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde olduğunu görüyoruz. Müslümanlar bu süre içinde bir yandan eski Yunanlı ve Hintli düşünürlerin eserlerini dikkatle incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı yaklaşım ve metotlar geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda örneklerle açıklayacağız.<br /> <br /> Bu farklı yaklaşım ve metotların geliştirilmesi belli bir zihinsel yaratıcılık kabiliyeti gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı ile ilgisi son yıllarda üzerinde çalıştığımız bir konudur[6]. İslam dininin Klasik Devir'de müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm meydana getirmiş olabileceğini araştırmak üzere İslam'da ve özellikle Kur’an'daki bazı temel kavramlar ve bunların oluşturduğu kavramsal yapıya bir göz atalım.<br /> <br />2. İslam'da Bilgi Kavramı<br /> <br />İslam'da bilgi (= ilm) kavramı konusunda İslam tarihi boyunca gerek müslüman ve gerekse müslüman-olamayan yazarlar tarafından çok şeyler söylenmiştir[7]. Bunları ayrıntıları ile incelemek şimdiki çalışmamızın dışında kalmaktadır. Ayrıca böyle bir araştırma için özellikle Kur’an’da bilgi kavramı ve ilgili diğer kavramlar üzerinde dikkatli bir çalışma yapmış olmak gerekmektedir. Biz 1986 yılında Kur’an’da ilm kelimesi üzerine 5-6 aylık kısa bir çalışma yapmıştık. İlgili ayetler[8] üzerinde yaptığımız bu çalışmadan edindiğimiz bilgileri şöyle özetleyebiliriz:<br /> <br /> 1) Her şeyden önce, Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı gene Kitap'taki hakk (=gerçeklik) kavramına dayanmaktadır. Gerçekliğin bütün olması, bilgiyi de bölünmez bir bütünlük arzeden bir kavram olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu açıdan bu günkü müslümanların ilm kavramı ile Kur’an’daki kavram arasında kesin bir ayrılık görülmektedir. <br /> <br /> 2) Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dahildir.<br /> <br /> 3) Kur’an’da ilm kelimesi, hakk (= gerçeklik) ile bağlantılı olduğundan doğru bilgi - yanlış bilgi şeklinde bir sıfatlandırmaya yer vermemekte, buna karşılık ‘bilgisi var’ veya ’bilgisi yok’ anlamında kullanılabilmektedir. (Bakınız ayetler: En’am 6/108, En’am 6/119, Rum 30/29)<br /> <br /> 4) Kur’an’daki ilm kelimesinin kullanımı insanların bilgisinin sınırlarından bahsetmeye imkan vermektedir. İlgili ayetlerde insanların bazı gerçekleri bir bilgi (= ilm) ile kavrayabilecek kabiliyette oldukları halde bunları kavrayamadıklarından bahsedilmektedir. (Neml 27/84)<br /> <br /> 5) Kur’an’da Allah'ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile çevrelemiş veya kuşatmış (= vesia) olduğu belirtilmektedir ki bu, bilginin bütün bir uzaya dağılmış olduğu manasına gelebilir. (En’am 6/80)<br /> <br /> 6) Kur’an’da ayrıca ‘Allah katından bir ilm’ ifadesi de geçmektedir ve bunun, bütün uzaya dağılmış olan bilgiden ayrı bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. (Kehf 18/65) <br /> <br /> 7) Allah'ın (c.c.) her şeye gücünün yeter olduğu insanlar tarafından bilinebilir. (Talak 65/12)<br /> <br /> 8) ‘Bilmek’ (= ‘alime) fiili hem tek tek insanlar hem de ‘bilen bir ulus’ ifadesi içinde insan toplulukları için kullanılabilmektedir (Bakara 2/230, En’am 6/97, A’raf 7/32).<br /> <br /> 9) Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. (Zümer 39/9)<br /> <br /> Özet olarak aldığımız bilgi kavramı etrafındaki bu kavramsal yapı, Kur’an’da daha geniş bir kavramsal örgünün sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Müslümanlar için bilginin önemi ve gerekliliği, insan olmanın bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan, kendi kabiliyetlerinin ve sorumluluklarının nereye kadar uzandığını ancak bir bilgi ile idrak edebilir.<br /> <br /> Kur’an’da birçok ayette bilgi sahiplerinden büyük övgü ile bahsedildiğini görüyoruz. Bunlardan sadece birkaçını hatırlayalım:<br /><br /> “Göklerin ve yerin yaratılışında (= fi halkis semavati vel ard), gece ile gündüzün gidip gelişinde anlayış sahipleri (= ulil elbab) için işaretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (= ve yetefekkerune fi halk-is semavati vel ard) [ve şöyle derler]: ‘Rabbimiz, bütün bunları boşuna [hayal olarak] yaratmadın; Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!’” (Al-i İmran 3/190-191)<br /><br /> Görüldüğü gibi bu ayetlerde, Allah’ı (c.c.) hatırlamak göklerin ve yerin yaratılışı üzerine derinlemesine düşünmekle (= tefekkür etmekle) bir arada ifade edilmektedir. Yani, Allah’ı (c.c.) anmak nasıl bir kulluk görevi ise, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek de bir kulluk görevi olmaktadır. Aşağıdaki iki ayette de bilen insanların Allah (c.c.) katındaki durumlarını ifade edilmektedir: <br /><br /> “Kulları içinde Allah’tan korkanlar (O’na en çok saygı duyanlar) alimlerdir (= innema yahşallahe min ibadihil ulema).” (Fatır 35/28)<br /><br /> “Allah, kendisinden başka tanrı (ilah) olmadığına şahiddir; O ve melekler, ve insaf üzere olan ilim sahipleri de (= ve ulül ilmu kaimen bil kıst).” (Al-i İmran 3/18)<br /><br /> Görüldüğü gibi, bu son ayette Allah (c.c.), kendisi ve meleklerle birlikte insaf sahibi alimleri bir arada zikretmekle bilen bir insanın ne kadar değerli olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bir insan için bundan daha şerefli bir mevki düşünülemez.<br /><br />3. İlmin Önemi ve Gerekliliği<br /> <br />Galaksilerin ve hatta güneş sisteminin astronomik boyutları göz önüne alındığında halen küçük bir gezegen üzerinde sınırlı bir zaman ve mekan içinde yaşayan insanı yüz milyarlarca galaksiyi içine alan geniş bir uzay içinde bu kadar önemli kılan şey nedir? İslam'ın getirdiği kavram sistemi içinde bu soruya verilebilecek cevap şu olabilir: İnsanı önemli kılan, Allah'ın (c.c.) ona yarattıkları içinde üstün bazı özellikler vermiş olmasıdır. Bu özelliklerin başında insanın sahip olduğu üstün bir öğrenme ve düşünme kabiliyetini belirtmemiz gerekiyor, ki insan bu kabiliyetini kullanarak gerçeklikle bağlantı kurabilir.<br /> <br /> İnanan insan açısından ilmin en önemli sorularından biri şudur: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ Buna bağlı bir diğer soru da şudur: ‘İnsan zihni acaba Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?’ Okuyuculara belki sürpriz gibi gelecek ama, bu her iki sorunun da cevabı olduğu gibi, ikinci sorunun da cevabı ‘evet’dir. Bu soruların cevapları Kur’an’da şöyle verilmektedir:<br /> <br /> "Onlar göklerin ve yerin yönetimi üzerinde ve Allah'ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi? (= evelem yenzuru fi melekutis-semavati vel ard)." (A’raf 7/185)<br /> <br /> "Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden da onun mislini yarattı; emr bunlar arasından indirilir ki, Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu ve Allah'ın kesin olarak her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)<br /> <br /> Görüldüğü gibi yukarıdaki ilk ayette insanlar, göklerin ve yerin yönetimi, yani bunlarda meydana gelen olayların hangi nizam ve prensiplere bağlı olarak gerçekleştiği üzerinde sistematik düşünmeye sevkedilmektedir. Bu ayetteki yenzuru fi ifadesi hem gözlem hem düşünme manalarını ihtiva etmektedir, ki klasik devir İslam düşüncesinde ‘nazariye’, yani ‘teori’ kelimesi buradan türetilmiţtir. Buna göre nazara fi ifadesi sistematik gözleme dayalı düşünme faaliyeti olarak anlaşılabilir.<br /> <br /> İkinci ayette ise ‘göklerin ve yerin yönetimi’nde temel kavram olarak ortaya çıkan emr kavramının ilm kavramı ile nasıl yakından ilgili olduğunu görüyoruz. Bu ayetteki ‘bilesiniz’ ifadesi, ile Allah'ın (c.c.), emri ile göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında tuttuğunun insanlar tarafından bilinebileceği vurgulanmaktadır. <br /><br /> Dikkat edilirse yukarıda geçen: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ sorusu daha dar bir anlamda fizik bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının da sorusudur[9]: Tabiatta düzenli olarak meydana gelen olaylar nasıl gerçekleşmektedir? Tabiatta görülen bu düzenlilik nasıl ne zaman ve nasıl başlamıştır? Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz.<br /> <br /> İşte İslam medeniyetinin klasik döneminde müslümanlar, bu motivasyonlarla kendilerini ve içinde yaşadıkları alemi anlamaya yönelmişlerdir. Matematik, mantık, fizik, kimya, astronomi, zooloji, botanik gibi bilimlerle ve felsefeyle uğraşmalarının temelindeki gaye budur. İslam'da ilme, öğrenmeye ve düşünmeye verilen önem, aslında insana verilen önemin bir işaretidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an vasıtasıyla müslümanlara ilmin önemini, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğretmiştir. Müslümanlar da kendilerinden önceki kültür ve medeniyetlerin eserlerini de inceleyerek 8-12. yüzyıllarda yazmış oldukları eserlerle Avrupa'da diğer insanlara içinde yaşadıkları dünya hakkında nasıl düşünüleceğini öğretmişlerdir. Ne yazık ki müslümanlar, kavram sistemlerinde meydana gelen bozulmalara bağlı olarak 12. yüzyıldan itibaren bilim konusundaki motivasyonlarını giderek kaybetmişler, bunun sonucu olarak da, daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki faaliyetleri azalmış ve durmuştur. Öğrenme ve araştırma geleneği açısından müslümanların bu gün içinde bulundukları durum klasik dönem İslam medeniyetiyle büyük bir tezat teşkil etmektedir. Bir dizi diğer kavramın bozulmasıyla birlikte bilgi (= ilm) kavramı da önemini kaybetmiş, bunun yerine başka bazı kavramlar önem ve öncelik kazanmıştır.<br /> <br />4. İslamda Bilgi ve Bilim Motivasyonu<br /> <br />Klasik dönem İslam uygarlığında ilm kavramının önemi konusunda meşhur şarkiyatçı Franz Rosenthal şunları söylemektedir[10]: <br /><br /> ‘Bilgi kavramının insan ve toplum hayatında Klasik Devir İslam uygarlığındaki kadar merkezi bir önem taşıdığı - şimdiki Batı uygarlığı da dahil - başka bir uygarlık olmamıştır.’<br /> <br /> Denilebilir ki, doğru düşünme, doğru bilgiler, doğru bir kavram sistemi, ve doğru gözlem ve çıkarım metotları üzerine gelişir. Doğru düşünme buluşlara ve yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler. Doğru bilgiler ise doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle, bilginin gelişmesinde, bunun üzerine kurulduğu kavramlar yapısının etkisi büyüktür. <br /><br /> İslam'ın doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hatta bunun bir araştırma ve öğrenme kampanyası haline dönüşmesi, tarihte çok kısa sayılacak bir süre içinde bilim faaliyetlerinin gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası daha Medine döneminde başlamıştır. Hicretten kısa bir süre sonra müslümanlar çocuklarının düzenli eğitimi için Medine’de bir okul açmışlarıdır. İşte bu öğrenme kampanyası daha sonra da müslümanların, savaşlarda ele geçirdikleri esirleri kendi çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma gibi, o zamana kadar hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı[11]. Bu dönemde müslümanlar öğrenmeyi, ilm sahibi olmayı başlıca insanlık görevi (ibadet) saymaktaydılar.<br /> <br /> Bu tür bir kavramsal dönüşüm ve buna paralel olarak gelişen öğrenme kampanyası bilimsel gelişme yönünde yüz yıldan kısa bir zaman süresi içinde, Emeviler zamanında sonuçlarını vermeye başladı. Bu bilimsel gelişme daha sonraki Abbasiler döneminde (750-1254), özellikle de Abbasi hükümdarı Harun Reşid zamanında kurulan Beytül Hikme ile daha da güçlenerek devam etti[12]. Adeta bir bilimler akademisi gibi çalışan ve bilim tarihinde müstesna bir yeri olan bu müessesede, masal ve şiir kitaplarından tıb, geometri, astronomi, mantık ve felsefeye kadar eski kültürlerin bütün eserlerinin Arapça’ya tercüme edildiği bu merkez, çok kısa zamanda orijinal bilimsel çalışmaların merkezi haline gelmişti.<br /><br /> Emevi prenslerinden Halid bin Yezid (665-704), Horasan'lı Cabir bin Hayyan (y 721-805), Zünnun-u Mısri (ö. 860), Razi (860-925), İbni Sina (980-1037) ve El Mecriti'nin (ö. 1007) modern kimyanın temeli sayılabilecek deneysel çalışmalar yaptığını görüyoruz. Daha sonra fizikte Kindi (y 796-872) ve gene fizikte optik alanındaki araştırmaları ile bilinen İbni Heysem (y 965-1051); Matematikte Harezmi (y 780-850) ve Sabit bin Kurra (y 834-901); zoolojide Cahiz (y 776-869); astronomide İbni Heysem (y 965-1051), Beyruni (y 973-1051), Zerkali (1029-1087), Nasreddin Tusi (ö. 1274) ve İbni Şatır (ö. 1375); tıpda Razi (y 864-925) ve İbni Sina (y 980-1037); ve tıp, fizik ve felsefede İbni Rüşd (1126-1198) gibi müslüman bilginleri bu dönemin önde gelen isimleri arasında sayabiliriz[13]. Bu dönemde müslümanların kimya, fizik ve matematik alanındaki önemli katkılarına kısaca bir göz atalım.<br /> <br /> Kimya biliminin gelişmesine müslümanların katkısı birkaç bakımdan önemlidir. Birincisi, ilk defa Cabir bin Hayyan'ın eserlerinde görüldüğü gibi, müslümanlar kimyasal cisimlerin, bir dizi temel özelliğin belli oranlarda birleşiminden meydana geldiğini, ve eski Yunanlıların bu konudaki düşüncelerinin aksine, bu temel özelliklerin ayrıştırılarak belli oranlarda tekrar birleştirilebileceğini ve böylelikle yeni cisimler meydana getirilebileceğini düşünmüşerdir[14]. Bu ise kimyaya hem analitik, hem de sentetik bir araştırma metodu getirmektedir. İkincisi, cisimlerde bu özelliklerin belli bir denge (= mizan) içersinde bulunduğunu öne sürmüş olmalarıdır[14, s.66]. Üçüncüsü, ve belki de en önemlisi, yaptıkları deneylerin tasvirlerinde modern bir kimya deneyinin bütün unsurlarını görmek mümkündür. Mesela El Mecriti'nin civanın oksitlenmesi üzerine yaptığı deneyde, klasik bir kimyasal reaksiyonda olması gereken hemen her şey bulunmaktadır[14, s.71], ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: a) reaksiyona giren maddeler, b) miktarları, c) reaksiyon şartları, d) reaksiyon sonunda elde edilen maddeler, ve e) miktarlari. Bunun kimya biliminin gelişmesinde çok önemli bir aşama olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu devirden kalma başka birçok deney tasvirlerinde de aynı yaklaşımı görüyoruz.<br /> <br /> Fizik alanında İbni Heysem'in parabolik ve küresel aynalar, mercekler ve ışığın kırılması konusundaki araştırmaları daha sonraları klasik fizikte optiğin temellerini oluşturmuştur. İbni Heysem ışığın az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken kırılmasını incelemiş ve ışığın kırılma kanununu bulmuştur[15]. Bu ise Arşimed'in adıyla bilinen kanundan sonra fizikte bulunan ilk kanundur. <br /> <br /> Müslümanların dolaylı olarak klasik fiziğin gelişmesine en büyük katkısı matematikte cebiri bulmuş olmaları ile gerçekleşmiştir diyebiliriz. Harezmi'nin (780-850) matematik problemlerin çözümünde sabit sayılar yerine bilinmeyenleri kullanması ve karmaşık aritmetik problemleri bilinmeyenli eşitlikler şeklinde ifade etmesi matematik tarihinin en önemli soyutlamalarından biri sayılmaktadır. Matematik tarihinde ilk soyutlama, sayıların ve sıfırın bulunması olarak kabul edilmektedir. İkinci soyutlama, Tales (m.ö. 640-546) ve Öklid (m.ö. 4. yüzyıl) gibi İyon ve Helen dönemi matematikçileri tarafından, eski Mısır medeniyetinde geliştirilmiş olan pratik geometrinin incelenerek bir aksiyom sistemi haline getirilmesidir. Harezmi'nin cebiri icadından sonra, 16. yüzyılda Newton ve Leibniz tarafından fonksiyon kavramının geliştirilmesi ise matematikte sekiz yüzyıllık bir aradan sonra gerçekleştirilen dördüncü büyük soyutlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Cebirle müslümanlar, eski Yunanlıların aksine, aritmetik problemlerinin geometrik yollarla değil, cebir denklemleriyle nasıl çözülebileceğini göstermiş oluyorlardı. Cebirden başka trigonometri ve analitik geometriyi de müslümanların geliştirdiği bilinmektedir. Cebir ve analitik geometri olmadan yüksek matematiğin ve klasik mekaniğin gelişmesi, ve dolayısıyla sanayi devrimi mümkün olamazdı.<br /><br /> Astronomide ise müslümanların Galile ve Kopernik gibi Batılı fizikçilerden çok daha önce güneş merkezli sistemi ve dünyanın yuvarlaklığını düşünmüş ve bu konularda ölçmeler yapmış olduklarını biliyoruz[3]. Müslümanların modern bilimin gelişmesine en büyük katkısı, deney gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma metodolojisi geliştirmeleri olmuştur. Müslümanlar Batlamyus'un (Ptolemy) yer merkezli astronomik modeline karşı yeni ve daha doğru bir model geliştirmek amacıyla İbni Heysem'le (y.965-1051) bilim tarihinde ilk araştırma programını başlatmışlardı[3, s. 47-90]. İbni Heysem’den yüzyıl kadar sonra batıda Merakeş’te İbn Tufeyl ile gençliğinde astronomik gözlemler yapmış olan İbn Rüşd’ün (1126-1198) Batlamyus’un, gezegenlerin yörüngeleri için öngördüğü astronomik modelininin fiziksel gerçeklere uymadığını ve mutlaka yeni bir astronomi modeli geliştirilmesi gerektiğini açıkça söylemesi yeni araştırmalara yön verici olmuştur. İbn Rüşd’ün bu konudaki sözleri şöyledir[16, s. 30]: <br /><br /> “Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş oluyorlar.”<br /><br />İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik prensipleri olmalıydı [16, s.31]: <br /> <br /> "Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."<br /><br /> Bu şekilde İbni Heysem’le başlayan ve İbn Rüşd ile kesin çerçevesi çizilen araştırma programı daha sonra batı İslam dünyasında İbni Rüşd’ün öğrencisi Bitruci (1200ler), doğuda da Nasreddin Tusi (ö. 1274) İbni Şatır (ö. 1375) gibi müslüman astronomlar tarafından sürdürülerek sonunda güneş merkezli modele eşdeğer bir model geliştirilmişti. (Bunlardan Tusi'nin (ö. 1274) çizimleri Kopernik'in (1473-1543) kitaplarına referans göstermeden girmiştir [3, s. 55-58].) <br /><br /> Bilim tarihçisi Huff’a göre bilim tarihinde ilk defa Müslümanlar matematiği bu araştırma programında kullanmışlardır. Özetle, Ortaçağ'da müslümanlar, dünya tarihinde ilk defa deney, gözlem ve ölçme ile mantıksal ve matematiksel düşünceyi birleştiren bir araştırma geleneği oluşturmuşlardır.<br /><br /> Müslümanların bilim alanında 8-12. yüzyıllarda yaptıkları çalışmaları 16. yüzyıldan günümüze kadar Avrupa'daki bilimsel gelişmelerle karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibarıyla elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu yüzyıllarda bilim alanındaki başarıları dünyanın öteki uygarlıklarının (Çin, Hind, ve Avrupa) aynı yüzyıllarda bilim alanında neler yaptıklarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmelidir. ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarında genellikle yapılan metodoloji hatası, bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların müslümanlar tarafından geliştirilmiş olan ve deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.<br /> <br /> Burada hemen şu soru karşımıza çıkmaktadır: Özellikle 8-12. yüzyıllarda müslümanlar Fizik, Kimya, Astronomi gibi klasik bilimlerin temelini oluşturacak sistematik çalışmalar yapmış oldukları halde neden 12. yüzyıldan sonra bu çalışmalarını aynı tempoda devam ettiremediler? İslam tarihinde neler oldu da bilimsel-felsefi çalışmalar giderek müslümanların ilgi alanı dışına çıktı? Ne gibi psikolojik, sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi etkenler müslümanları bu alanda çalışmaktan uzaklaştırdı? İşte ‘İslam ve Bilim’ konusunda asıl sorulması gereken sorular bunlardır.<br /> <br /> Müslümanların bilim alanında bu kadar parlak bir başlangıç yaptıktan sonra neden bu alanda duraklamaya ve hatta gerilemeye gittikleri Katip Çelebi'den günümüze birçok müslüman tarihçi ve yazar tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen bu açıklamalar genellikle 12. yüzyıldaki Haçlı Seferleri ve 13. yüzyıldaki Moğol istilasının getirdiği tahribat (kütüphanelerin yakılıp yıkılması, ilim adamlarının öldürülmesi, vs), gibi siyasi nedenlere, veya coğrafi keşifler yoluyla İpek Yolu'nun önemini kaybederek zenginliğin İslam devletlerinden Avrupa'ya kayması gibi ekonomik sebeplere dayandırılmaktadır. Bu tür açıklamalarda belli bir gerçek payı olduğunu kabul edebiliriz.<br /> <br /> Karşılaştırmalı bilim tarihinin önde gelen isimlerinden Huff [3] müslümanların, Ortaçağ'da bilim alanında parlak bir başlangıç yaptıktan ve kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan sonra 12. yüzyıldan itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini birbirine bağlı birkaç açıdan incelemektedir. Bunlardan biri, bilim adamının toplumdaki rolü, ikincisi bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları, üçüncüsü ise bilimin gelişmesini sağlayacak sosyal ve hukuki kurumlaşmalardır.<br /><br /> Bilim adamının toplumdaki rolünü incelerken Huff, Ortaçağ İslam toplumunda etki sırasına göre aydınları üç gurupta toplamaktadır: fukaha (hukukçular), kelamcılar ve felsefeciler. Modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindi, Farabi, Razi, İbni Sina, Beyruni ve İbni Rüşd'ü saymaktadır. Bunlar arasında, kelamcıların hedefi haline gelen felsefecilerin toplum içindeki etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde kelamcılar felsefecileri toplumdan tecrit etmede Gazali ve İbni Teymiye'nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini kullanmışlardır. Huff, fukahanın da kelamcıları zaman zaman çok sert eleştirilere tabi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff'a göre, Ortaçağ İslam toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu çalışmalarını toplum içinde meşru kılacak tarif edilmiş, belli bir sosyal rolleri yoktu. Bilim ve felsefeyle uğraşan kişiler çoğu zaman toplumda kabul edilmiş ek bir göreve sahiptiler. Mesela İbni Rüşd bir hukukçu olarak, İbni Şatır bir muvakkit olarak görev yapmaktaydılar.<br /><br /> Bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları açısından ise Huff şunları nakletmektedir: Bilimsel araştırma ‘baştan kabul edilmesi mutlaka gerekli’ bir dizi prensibe dayanır. Bu prensiplerden bazıları şunlardır: 1) Tabiattaki olayların nasıl meydana geldiği rasyonel ve objektif bir araştırma ile anlaşılabilir. 2) Böyle bir araştırmada deneysel bir metodoloji kullanılmalıdır. 3) Tabiatın işleyişini araştıran araştırıcı metodik ve ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olmalıdır. 4) Araştırıcı, araştırma konusunda otoritelerin görüşlerine değil, verilerin rasyonel sonuçlarına itibar etmelidir. 5) Bilim adamı sistematik bir şüphe ile olayları incelemeli ve gerektiğinde hükmünü geciktirebilmelidir. Ortaçağ İslam dünyasında Kelamcıların savunduğu görüşler tabiattaki düzenliliği en azından belirsiz hale getirdiği için, yukarıda prensipler çerçevesinde bir bilimsel araştırmayı anlamsız hale getiriyordu.<br /><br /> Son olarak, Huff'a göre Ortaçağ İslam dünyasında bilim adamlarının faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukuki kurumlar gelişmedi. Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında da (mesela tıpta) faaliyet gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh, tefsir, mantık ve kelam gibi formel bilimler dışında eğitim yapılamaz hale geldi. Medreselerin eğitim sistemi de fakülte organizasyonundan çok ferdi sisteme dayanıyordu. Avrupa'da 12 yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp, kendi eğitim programlarını tesbit ve tatbik edebilme özerkliğine karşılık, medreselerin ders programları genel olarak bunların bağlı olduğu vakıflar tarafından tesbit ediliyordu. Vakıflar da ‘İslam dışı’ sayılan bilimlere itibar etmediği için, bir müddet sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukuki destekten mahrum ferdi çalışmalara münhasır kaldı. <br /><br /> Görüldüğü gibi Huff, müslümanların parlak bir başlangıçtan sonra bilimsel çalışmalarını devam ettirememelerini, ağırlıklı olarak onların sosyal kurumlaşma ve hukuki özerklik alanındaki başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukuki sebeplerin de gerisinde, 11. yüzyılda müslümanların temel kavram sisteminde meydana gelen bozulmaların bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz.<br /><br /> İslam bilim tarihinde meydana gelen bu kadar önemli bir değişimin yalnızca siyasi, sosyal ve ekonomik sebeplerle açıklanması ötedenberi bizi pek tatmin etmiyordu. Bu kadar büyük bir dönüşümün daha temel sebepleri olması gerektiğini düşünüyor, fakat bunların neler olabileceğini bilmiyorduk. Yıllar sonra, 1986’da Londra'da doktora çalışması yaptığımız sıralarda bir tartışmada bu günkü müslümanların akl ve ilm gibi Kur’an’da geçen bazı kavramları yerinde kullanıp kullanmadığı sorusu gündeme geldi. Bu çerçevede Kur’an’da akl kelimesi üzerine yaptığımız üç aylık bir çalışmada bu kelimenin bu günkü müslümanlar tarafından Kur’an’dakinden oldukça farklı bir şekilde kullanıldığını tesbit ettik. Daha sonra, ‘Emr Kelime Manzumesi’ adını vediğimiz bir dizi kavram üzerine yaptığımız çalışmalar sırasında, Kur’an’da fiziksel olayların açıklamasına temel teşkil edecek, ve fakat günümüz müslümanlarının düşünmeden geçtiği bir dizi kelime bulunduğunu gördük[17]. <br /><br /> Bu kelimelerin 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadarki dönemde, yani Kindi'den İbni Rüşd'e kadar bir çok İslam düşünürünün eserlerinde değişik şekillerde de olsa yer aldığını tesbit ettik. Fakat ne yazık ki bu düşünürler de kendi nazari (teorik) düşüncelerini Kur’an’daki zengin kelimeler örgüsü yerine, çoğu zaman eski Yunan düşünürlerinin getirdiği kavram sistemi üzerinde ifade etmişlerdir.<br /><br /> Bu konu üzerindeki araştırmalarımız İslam düşünce tarihi içinde oluşmuş ciddi bir kavramsal bozulmanın işaretlerini veriyordu. Eğer müslümanlar Kur’an’da ifadesini bulan ve başlangıçta kazanmış oldukları kavram sistemini terketmemiş olsalardı bilim alanındaki motivasyonlarını kaybetmeyecekler, ve bu alandaki çalışmalarını devam ettirmelerini sağlayacak sosyal kurumlaşmayı ve hukuki düzenlemeleri de gerçekleştirebileceklerdi. Aşağıdaki bölümde bu kavramsal bozulma ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.<br /> <br />5. Kavramsal Bozulma: 11. Yüzyılda İlm Kavramının Bölünmesi<br /> <br />İslam düşünce tarihi içinde en dikkate değer ilk kavramsal bozulma ilm (= bilgi) kavramı üzerinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. 1986 yılında İslam'da ilm kavramı üzerine yaptığımız bir araştırmada gerek Kur’an’da gerekse 6 hadis kitabında ‘din ilmi’ (= ilm-üd din) diye bir isim tamlamasına raslayamamıştık. Buradan da İslam tarihinde ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’ şeklinde bir kavramsal bölünmenin, hadislerin toplandığı 9. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış olduğu anlaşılıyordu. Kur’an’da hakk (= gerçeklik) kelimesi ile alakası dolayısıyla ayetlerde bir bütünlük içinde geçen ilm kavramının iki ayrı kavrama dönüşmesi, esas olarak 11. yüzyılda tamamlanmıştır diyebiliriz.<br /> <br /> Bu noktada ‘din ilmi - dünya ilmi’ nitelenesinin ilimlerin sınıflandırılması zorunluluğuyla ortaya çıkmış olabileceği ileri sürülebilir. Biz bu bölünmenin ilimlerin sınıflandırılması ile ilgili bir ihtiyaçtan çok, 10. yüzyıl Eş’ari Kelamcıları tarafından belli amaçlarla oluşturulduğunu düşünüyoruz. Bu amaçlar, müslümanları yanlış düşünce ve inançlardan koruma gibi niyetler ihtiva etmiş olsa bile, böyle bir kavramsal değişikliği yapmaya hakları olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü, müslümanların lisanı ile gerçeklik arasındaki alakanın temelini teşkil eden Kur’an’daki kelimeler ve bunların meydana getirdiği tutarlı ve çok zengin bir kavramsal yapı yerine, basitleştirici ve tutarsız bir takım kavramı getirmişlerdir. Getirilen kavramların basitleştirici olması, Kur’an’daki bilgi kavramının gerçekliği ifade eden her türlü bilgiyi ihtiva etmesinden, çelişkili olması da bunun gerçekliği inkar etme sonucunu getirmesindendir. Bu kavramsal bölünmenin daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan sonuçlarını da gözönünde bulundurduğumuzda bunun yanlışlığı inkar edilemeyecek şekilde karşımızda durmaktadır.<br /><br /> İlmin ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’" şeklinde ikiye bölünmesi beraberinde, ‘dünya ilmi’ sayılan fizik, kimya, astronomi, matematik ve mantık gibi bilimlerin gerekliliğinin tartışılmasına yol açmıştır. Önceleri bu bilimlerin ‘din’ ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığı öne sürülmüş[18], daha sonra ise bunların gereksiz olduğu anlayışı yavaş yavaş müslümanların zihnine yerleşmeye başlamıştır. Bu bilimlerle uğraşan müslümanlar da, önceleri halk ve hükümdarlar tarafından destek görürken, artık toplumdan destek görmemeye, hatta tecrit edilmeye başlanmıştır.<br /> <br /> Örnek olarak, 12 yüzyılda Endülüs'te baş kadı (= şeyhülislam) görevi yapan ve aynı zamanda Halife'nin doktoru olan İbni Rüşd'ün bilim-felsefe konusundaki eserleri yüzünden, siyasi otoritede güç sahibi olmaya başlamış olan Kelamcılar tarafından idam talebiyle cezalandırılmak istenmesi, kitaplarının yakılması, ve ancak daha önceki hizmetlerinden dolayı Halife tarafından idam edilmekten kurtarılarak güç bela Kuzey Afrika'ya gönderilmesini gösterebiliriz. İslam tarihinde bilim adamlarına Engizisyon boyutlarında tepki pek görülmemiştir, ama ‘dünya ilmi’ sayılan bilim ve felsefenin siyasi gücü paylaşan Kelamcılar tarafından küçümsenmesinin ve inkarının bu alanda müslümanların motivasyonunu çok olumsuz yönde etkilemiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.<br /> <br /> Öte yandan, Klasik Devirde yaşamış olan müslüman felsefeciler de gerçeklikle ilgili bazı görüşlerini Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinden aldıkları kavramlar üzerine kurmuşlardır. Felsefeciler ve kelamcılar, bütün bir gerçeklik hakkında Kur’an’daki zengin kavramlar örgüsünün yerine vücud (= varlık), ezel, ve akıl gibi tartışmalı kavramlar yanında külli ve cüz’i gibi mantıksal kavramları kelam ve felsefe tartışmalarına sokmuşlardır. Felsefecilerle kelamcılar arasındaki sonu gelmez tartışmalarda kelamcılar da bir takım diyalektik ifadeler içinde, muarızlarının kullandıkları kavramları onlara karşı kullanmaktaydılar. Bu durum, Kur’an’dan uzaklaşmış bir kavram sistemi içinde kendi durumlarını etkili bir şekilde savunamayan ve kelamcılar karşısında siyasi bakımdan da zayıf durumda kalan felsefecilerin giderek toplumlarından tecrit edilmelerine yol açmıştır. Klasik devirde müslümanların bilimlere en orijinal katkılarının cebir ve kimya alanında olması tesadüfi değildir, çünkü bu bilim alanlarında kullandıkları mikdar (=ölçü), mizan (= denge) ve şey (= bilinmeyen yerine) gibi kavramlar doğrudan doğruya Kur’an’dan aldıkları kavramlardı.<br /><br /> Bu kavramsal bölünmenin sonucu olarak ortaya çıkan tartışmalarda meselenin en acaip yanı da şudur: Kur’an’da bir bütün olan ilm kavramının Kelamcılar tarafından ‘din ilmi - dünya ilmi’ şeklinde ikiye ayrılması, ve daha sonra bunun müslümanlar arasında genel bir kabul görmesi, İslam dünyasında ilk defa bu dönemde laikliğin düşünce planında adeta bir doktrin olarak kabul edilmesi manasına geliyordu. Aradan sekiz yüzyıl geçtikten sonra müslümanların laikliği hukuki bir prensip olarak kabul etme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında gösterdikleri tepkinin ne dereceye kadar tutarlı olduğu, 12. yüzyıldan beri kabul ettikleri kavramsal bölünmeyle yanyana getirilerek değerlendirilmelidir.<br /> <br /> İslam düşüncesinde 11. yüzyılda meydana gelen kavramsal bozulma sadece ilm kavramını değil ‘yaratılış’ ile ilgili kavramları da etkilemiştir. Kur’an’daki emr kavramına dayalı nizam anlayışını terkederek, sürekli ve anlık yaratılma-yokolma hipotezine dayalı bir nizam anlayışını benimseyen Kelamcılar ayrıca Kur’an’da yaratma ile ilgili bir dizi kavramı da bir tek kelimeye, haleka kelimesine indirgemişlerdir. Böylece Kur’an’da planlamak, varetmek, oluşturmak, yapmak, şekillendirmek, yerden bitirmek, yapılandırmak, kurmak gibi anlamlara gelen bir düzine kavramı (haleka, ceale, besse, nebete, fetara, benea, nebete, savvere, sevva gibi kavramları) bir tek kavrama, yaratma (= haleka) kavramına indirgemişler ve bu şekilde zengin bir kavram sistemini çok basit ve çelişkili bir kavram sistemine dönüştürmüşlerdir. Pek tabiidir ki, ancak çok zengin bir kavram sistemi içinde ifade edilebilecek olaylar, tek kelimeyle ifade edildiğinde içinden çıkılamaz durumlarla karşılaşılmaktadır. <br /> <br /> Kelamcılar, bu kavramsal indirgemeciliğin sonucu olarak, cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunu inkar etmek zorunda kalmışlar ve dolayısıyla fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin gelişmesinde temel olan nedensellik prensibini de inkar ederek bilimsel açıklamaları imkansız hale getiren bir kavramsal yapı içine girmişlerdir. Halbuki cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğu Kur’an’da emr (= yönerge/program) kelimesiyle ilgili ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.<br /> <br /> Kur’an’da emr kelimesi ve türevlerinin geçtiği 250 kadar ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın (c.c.) gökleri ve yeri emri ile nasıl yönettiğini ifade etmektedir. Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerinden bahseden ayetlerde bunların göklerin yaratılışı sırasında kendilerine vahyedilmiş (= yüklenmiş) olan emrlere (= yönergelere) göre hareket ettikleri açıkca belirtilmektedir:<br /> <br /> "Sonra onları [göğü ve yeri] yedi sema olarak gerçekleştirdi (=kada) ve her bir semaya [onların] emrini vahyetti." (Fussilet 41/12)<br /> <br /> "Güneş, ay ve yıldızlar O'nun [Allah'ın] emri ile denge durumlarını korurlar (= musahharat)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)<br /> <br /> Bu ayetlerde hem tekil hem çoğul anlamda geçen emr kelimesinin gramerinden, emrin uzay içinde dağılmış, birbiri ile etkileşen bir dizi yönerge, adeta bir kozmik yazılım (= program) şeklinde anlaşılabileceği bir kavramsal çerçeve ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, fiziksel olayların bunların meydana geldiği mekan içindeki yönergelerin etkileşimi, birleşimi ve dağılımı ile belli bir düzen içinde gerçekleşmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu kozmik nizam İlahi müdahaleden azade ve hiç değiştirilemez değildir. Kur’an’da izn kelimesiyle ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah (c.c.) herhangi bir uzay-zaman alanına müdahale edebilir ve onun özelliklerini yeni emrlerle (= yönergelerle) değiştirebilir. İşte bu şekilde O, dilediğinde bir uzay-zaman alanı içinde mevcut emrlerin etkileşimi ile gerçekleşemeyecek olan bazı olayları gönderdiği emrlerle gerçekleştirir. Aynı şekilde, O, mevcut emrlerle gerçekleşmesi gereken olayları da gönderdiği yeni yönergelerle engelleyebilir. Kur’an’da emr ve izn kelimelerinin geçtiği ayetlerden, Allah'ın (c.c) periyodik olarak gönderdiği yeni emrlerle (= yönergelerle) bazı olaylara müdahale ettiği açıkça anlaşılmaktadır[17]. Bizim ‘mucize’ adını verdiğimiz olaylar kısmen bu çerçeve içinde anlaşılabilir. (‘Kısmen’ diyoruz, çünkü mevcut emr çerçevesi içinde hangi olayların gerçekleşip hangilerinin gerçekleşemeyeceğini henüz tam olarak bilemiyoruz.)<br /> <br /> Gene Kur’an’da sahhara kelimesi ilgili ayetlerde Allah'ın (c.c.), ‘göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanın kullanımına / kontroluna verdiği’ belirtilmektedir:<br /> <br /> "Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmüyor musunuz?" (Lokman 31/20)<br /> <br /> Kur’an'da emr kelimesi, izn, sahhara, sultan, kadr, ve kada kelimeleri çok dikkate değer bir kavramsal örgü oluşturmaktadır. Bu konudaki araştırmalarımızın sonuçları ‘İslam'da Bilginin Temelleri’ isimli kitabımızda ayrıntılı olarak açıklanmaktadır[17].<br /> <br /> 11. yüzyılda Kelamcılar ve Gazali (1058-1111) tarafından cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunun, ve fiziksel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi (= nedensellik) olduğunun inkarı, 12. yüzyılda, gene bir İslam düşünürü olan İbni Rüşd (1126-1198) tarafından ayrıntılı bir şekilde eleştirilmiştir[19]. İbni Rüşd ayrıca, Kelamcıların din - bilim ayırımının yanlışlığı üzerinde de durmuş ve bu konuda ‘Fasl el Makal’ isimli bir kitap yazarak din ve bilim arasındaki ayrılmazlığı sadece bir İslam düşünürü olarak değil, aynı zamanda bir İslam hukukçusu olarak mantıki bir örgü içinde ispatlamaya çalışmıştır[20]. Onun bu konuda müslümanları ciddi bir şekilde uyarmış olmasına rağmen eserleri kendinden sonra gelen müslümanlar tarafından hala tam olarak anlaşılamamış ve değerlendirilememiştir.<br /> <br /> Daha sonraki yüzyıllarda kavramsal bozulmanın devam etmesi, 12. yüzyıla kadar geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin terkedilmesine yol açmıştır. (Nedenselliğin ve cisimlerin kendine has özellikleri olduğunun inkar edildiği bir ortamda klasik fizik ve kimya araştırmalarının yapılamayacağı açıktır.) Gazali ve İbni Rüşd arasında, genel olarak bilim-felsefe, ve özel olarak da nedensellik konularındaki görüş ayrılıkları 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet tarafından bir çözüme bağlanmak istenmiş, ve konu, bu gerekçeyle zamanın bilginlerinden oluşan iki heyetin tartışmasına açılmıştır. Bu husus tarihçi Osman Turan'ın tarafından şöyle ifade edilmektedir[21]:<br /> <br /> "Devrin büyük ilim ve fikir adamlarını etrafinda toplayan Fatih Sultan Mehmed din ile felsefe arasında devam eden münakaşaları ilmi bir esasa bağlamak ve bu mevzuda Gazali ile İbni Rüşd arasındaki ihtilafi halletmek istiyordu. Bu maksatla hikmet sahasında da eser yazan Hoca-Zadenin reisliğinde bir heyet teşkil etmiş ve bu suretle mezkur iki filozofa ait Tehafütlerden üçüncüsünü yazdırmıştır. Bununla beraber bilhassa o devir için bu çetin mesele yine de halledilememiş, felsefe ile din arasındaki niza devam etmiştir."<br /> <br /> Yavuz Sultan Selim’den (1512-1520) sonra Osmanlı Medresesi giderek, araştırma ve düşünmeye daha çok önem veren Maturidi kelamcılarından Eş’ari kelamcılarının görüşlerine doğru kaymaya başlamış ve böylece bir müddet sonra bu görüşler resmen Osmanlı Medresesinin bilgi ve eğitim politikası haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da Osmanlı müesseselerinde deneysel bilimlere alaka daha da azalmıştır.<br /><br /> Medresenin daha sonraki yüzyıllarda matematik ve fizik bilimlerde Avrupa üniversiteleriyle neden boy ölçüşemediği, onun yanlış bilim ve felsefe anlayışı ile açıklanabilir. Fakat bu başarısızlığın temelinde önceki yüzyıllarda müslüman bilim adamları tarafından geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin giderek terkedilmesi de yatmaktadır. Ancak, fizik bilimlerdeki başarısızlığına karşılık Osmanlıların yönetimde ve siyasi düşünce ve uygulamalarda son derece başarılı olmalarını, Osmanlı yöneticilerine Medrese dışında eğitim veren Enderun geleneğine bağlamak mümkündür. Ayrıca Osmanlıların siyasi idarede, 14. yüzyılda yaşamış olan İbni Teymiye gibi bazı kelamcıların geliştirdiği şekilci siyasi teorileri reddederek, bir dereceye kadar İslam'ın orijinal siyasi kavramlarına bağlı kaldıklarını belirtmemiz gerekiyor. Bu konu da araştırılması gereken önemli bir husus olarak karşımızda durmaktadır.<br /> <br /> Başlangıçtaki teknolojik başarılara rağmen Osmanlıların bilim ve felsefede Avrupa'dan geri kalmakta oldukları bazı Osmanlı aydınları tarafından oldukça erken farkedilmiştir. Mesela Katip Çelebi (1609-1657) ‘Mizan-ül Hak’ isimli eserinde, Avrupa üniversitelerinde fizik bilimlerdeki büyük gelişmelere karşılık Medrese eğitiminin fizik bilimleri ‘felsefedendir’ diyerek dışlaması yüzünden bu bilimlerde geri kalındığını açık bir şekilde belirterek Osmanlı yönetimini uyarmıştır. Ancak ne yazık ki, bu tür uyarılar yeteri kadar etkili olamamıştır. Bunun da 12. yüzyıldan itibaren müslümanların düşüncesine hakim olan sınırlayıcı kavramsal yapının bütün topluma yayılmış olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.<br /> <br /> 6. Osmanlılarda Yenilenme Çabaları ve 20. Yüzyılda Müslümanlar<br /> <br />Osmanlılar bilim ve felsefe alanında, ve dolayısıyla teknolojide, ve bunun sonucu olarak da ekonomiden savunmaya kadar devletin tüm yapısındaki geri kalmışlığı 19. yüzyılda ciddi bir şekilde hissetmeye başlamışlardır. Ancak, Osmanlı yönetici ve aydınları (Katip Çelebi, Koçi Bey ve Ahmet Cevdet Paşa gibi birkaç istisna dışında) geriye gidişi, Islahat, Tanzimat, ve Meşrutiyet hamleleriyle sadece sosyal ve siyasi tedbirlerle durdurmaya çalışmışlardır. Sosyal dinamiklerin sadece ekonomik ve siyasi tedbirlerle bağımlı olmadığını, asıl problemin çok daha temelde, kavramlarla ilgili olduğunu ve bunun da bilim-felsefe alandaki motivasyonu derinden ve son derece olumsuz etkilediğini farkedememişlerdir. Bilimdeki bu başarısızlık da dolaylı bir şekilde sosyal ve siyasi yapıyı ve kurumları derinden etkilemekteydi.<br /> <br /> Nihayet Sultan 2. Abdülhamid'in 19. yüzyılın sonunda başlattığı, ve zaman zaman bazı müslümanların da şiddetli tepkisiyle karşılaşan eğitim hamlesi, bu nedenlerle yetersiz kalmıştır. Sonunda Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşıyla birlikte bilim ve teknoloji üstünlüğüne sahip Avrupa devletlerine yenilerek tarih sahnesinden çekilmiştir.<br /> <br /> Kavramsal problemlere siyasi ve sosyal tedbirlerle çözüm arama temayülünün Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyet'in başlangıç dönemindeki (1923-1933), yönetim biçiminin değiştirilmesi gibi siyasi, kılık-kıyafet ve alfabenin değiştirilmesi gibi kültürel, anayasa ve kanunların değiştirilmesi gibi sosyal tedbirler, ikinci dönemde (1950-60) sanayileşme, üçüncü dönemde (1970-75) ağır sanayi hamlesi, ve nihayet yakın dönemdeki (1980-90) liberalleşme ve pazar ekonomisi politikaları aynı doğrultudaki çabaların devamı olarak görünmektedir. <br /> <br /> Osmanlılardan devralınan kavramsal yapı, yüzeysel ve zorlayıcı sosyal, hukuki ve kültürel tedbirlerle değiştirilemediği gibi daha da bozularak içinden çıkılamaz hale getirildiği için şimdiye kadarki gelişme politikaları Cumhuriyet döneminde de başarılı olamamıştır. Bu dönemde oluşturulan sığ pozitivist ve İslam'ı bazan resmen bazan da fiili olarak dışlayıcı kültürel politikaların zoraki ‘din–bilim’ ayrılığını ortadan kaldıracak yerde daha da gerginleştirerek bilim konusunda toplumsal motivasyonu daha da olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.<br /> <br /> Bilim konusunda üretilen çeşitli sloganlara rağmen Cumhuriyet döneminde tutarlı bir bilimsel gelişme sağlanamamasının sebepleri iyice araştırılmalıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Türkiye'nin neden hala bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığı kuramadığı, ve neden hala bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturamadığı da düşünen insanlarımız tarafından ciddi bir biçimde araştırılması gereken konulardır.<br /> <br /> Cumhuriyet hükümetlerinin üniversitelere ve bilim adamlarına bakışı genel bir güvensizlik arzetmektedir. Bunun sebeplerinin her şeyden önce bilim adamları tarafından araştırılması gerekmektedir, çünkü onların bu ülke içindeki resmi konumları hala karikatüristlerin, gazetecilerin, ve hatta futbol taraftarlarının durumundan daha aşağıda sayılmaktadır. Bilim adamları da, - Ortaçağda müslümanların Avrupalılara hediye ettiği ‘hakikat aşığı’ (lover of truth) kavramından haberleri olmadığı için mi bilinmez - bazı ortak değerler üzerinde birleşip en azından toplum içindeki genel durumlarını düzeltecek dayanışmalar yerine birbirlerini dışlamayı tercih etmektedirler. Bilim adamı olmak adeta kendilerine de hiçbir şey ifade etmemektedir.<br /> <br />7. Diğer Çabalar<br /><br /> Yirmi yıl kadar önce bazı müslüman yazarlar ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ başlığı altında bir program başlatmışlardı. Bu yazarlar, bu güne kadar yapılmış bilimsel çalışmaların ve geliştirilmiş bilimsel teorilerin ‘İslami açıdan’ (tabii aslında bu, bazı relativist ‘Batılı’ felsefecilerden aktarma bir kavram sistemi üzerine kurulu kendi açıları olmaktadır) süzgeçten geçirilmesini ve böylece bunların ‘İslamileştirilmesini’ savudular. Biz olaylara yanlış bir çerçeveden bakan bu kimselerin, iyi niyetli görünseler veya olsalar da, meseleleri ele alış biçimlerinin ciddiyetten uzak olduğunu ve bunların, müslümanların karşı karşıya bulunduğu ciddi kavramsal problemlere çözüm getiremeyeceklerini görüyorduk. Bilindiği gibi bu proje yürürlüğe konulduğunda bir kaç yıl içinde tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. <br /> <br /> Diğer bir teşebbüs, İslam ve bilim konusundaki çalışmalarında müslümanlar arasında bilimsel araştırmayı teşvik için bunun mistik temeller üzerine oturtulmasını teklif eden Seyid Hüseyin Nasr'dan geldi[22]. Nasr, ilk dönem müslüman bilim adamlarının, ve özellikle de simyacıların gizli bir takim ilimlere sahip olma iştiyakı ile araştırmalar yaptıklarını öne sürüyordu. <br /><br /> Bize göre, ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ programı da, bilimsel çalışmaların mistik temellere dayandırılması programı da içinde taşıdıkları yanlışlar yüzünden başarısızlığa mahkumdu. Çünkü müslümanların bilim alanında (ve buna bağlı olarak birçok alanda) geri kalmalarının esas sebebi bilimsel araştırma geleneğini, ve daha temelde araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını kaybetmiş olmalarıdır. Bu motivasyonu yeniden kazanmaları ancak halen içinde bulundukları bozuk kavram sistemini terkedip Kur’an’daki kavram sistemine yeniden sahip çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde gerçekleri daha açık ve net bir şekilde görmeye başlayabilecekler, ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim politikalarının aldatıcılığından kurtulabileceklerdir. <br /> <br /> Pervez Hoodbhoy'un[23] yorumlarına gelince: Bu yazarın günümüz müslümanlarının yanlış bilim anlayışı konusundaki eleştirilerini ciddiye almamız gerekmektedir. Ancak öne sürdüğü yorumlardaki ciddi hataları da ele alamamız ve düşüncelerinin nasıl temelde yanlış bir dizi önermeye dayandığını ortaya koymamız gerekiyor.<br /> <br /> Pervez Hoodbhoy'un ciddi hatalarından biri bilimin laik bir etkinlik olduğunu öne sürmesidir[23, s. 17]. Bunun da temelinde İslam tarihinde 8-11. yüzyıllardaki bilimsel motivasyonun nereden geldiği konusundaki yanlış değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu dönemdeki müslümanlar yaptıkları çalışmaları laik bir motivasyonla değil, İslam'ın onlara kazandırmış olduğu belli bir gerçeklik ve bilgi anlayışı ve buna bağlı bir ‘insan olma’ anlayışı içinde gerçekleştirmişlerdir. Eğer Hoodbhoy'un dediği doğru olsa idi, Kuran'ın tebliğinden sonra, daha laik bir anlayışa sahip(?) birçok insan topluluğunun müslümanlardan çok daha göze çarpan bir bilimsel gelişme içinde olması gerekirdi. Halbuki bu yüzyıllarda müslümanlar - bu alanda diğer insanlara hiçbir engelleme getirmemiş oldukları halde - rakipsiz denecek kadar üstün bir konum içindeydiler.<br /> <br /> Hoodbhoy, İslam ülkelerinin bu gün halk düzeyinden hükümet düzeyine kadar bir ‘bilim krizi’ içinde bulunduklarını ve bunun onları hayatın birçok alanında tam bir yıkıntı içinde bıraktığını doğru bir şekilde tesbit ettikten sonra, İslam ülkelerindeki bu bunalımın özünün incelendiğinde politik bir nitelikte olduğu teşhisini koymaktadır[23, s. 21]. Dikkat edilirse bu teşhis daha önce 19. yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet devri aydın ve yöneticileri tarafından da konulmuş ve bu doğrultuda üretilen tedbirler de bu güne kadar başarılı bir sonuç vermemiştir. Biz ise bu bunalımın temelinde, - politik veya ekonomik sebeplerden çok daha temelde, kavramsal nitelikte bir problem olduğunu görmekteyiz.<br /> <br /> Sonuçta, günümüz müslümanlarının bilim konusundaki perişan durumunu tesbit eden Hoodbhoy, çözümü ‘din–bilim’ ayırımının kabul edilerek laik bir yaklaşımı müslümanların gelecekteki bilimsel atılımları için tek çıkar yol olarak görmektedir. Yukarıda, böyle bir çözümün Türkiye'de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana pek de başarılı bir sonuç vermediğini belirtmiştik. Sebeplerine gelince: Birincisi böyle bir yaklaşım bırakalım bilimsel araştırmayı, genel olarak müslümanların araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını dahi engelleyecektir. İkincisi ve daha da önemlisi, böyle bir kavramsal bölünme, Kur’an’daki bütünleyici ilm kavramı ve buna bağlı bir dizi kavramın oluşturduğu yapıyla çelişmektedir. <br /><br /> Müslümanların böyle çelişkili ve bozulmuş bir kavramsal yapılanma içinde bilim konusunda üstün bir motivasyona ulaşabileceğini düşünmek saflık olur. Başka herhangi bir motivasyon da dünyadaki modern bilim kültürü çerçevesindeki motivasyondan farksız olacaktır ki bu da modern bilimin mevcut meselelerine yeni çözümler getiremeyecektir. Mevcut bilim kültüründe esas motivasyonun kaynağı, hakikat aşkı değil, şöhret ve üstünlük duygusudur. Aynı motivasyonlara sahip daha fazla bilim adamı, içinde yaşadığımız adaletsiz dünyanın insanlarına daha iyi bir dünya kazandırmayacaktır. <br /><br /> Şunu da belirtmek gerekir ki, çağdaş dünyanın şartları, bazı istisnai durumlar dışında, tecrit edilmiş bilimsel faaliyetleri desteklememektedir. Bilim adamları birbirleriyle geçmişte olduğundan daha yakın temas halindedirler. Bu şartlarda müslüman bilim adamlarının, modern bilimin özel problemleri yerine, gerçeklikle tam bir uyum halindeki bir kavram sistemi içinde olmak kaydıyla bilimin en temel konularında araştırmalar yapmaları daha faydalı olacaktır. Çünkü çağdaş kültürün hastalıklarının temelinde, eski çağlardan devralınan ve şimdi ise bilimin gelişmesini engelleyen karmaşık bir kavram sistemi bulunmaktadır.<br /><br />8. Geleceğe Dönüş<br /> <br />Biz, müslümanların bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne Hoodbhoy'un, ne de onun eleştirdiği müslüman yazarların önerdiği çözümlerde görüyoruz. Çünkü, bunların hiçbiri problemin temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun müslümanların bilim motivasyonunu nasıl engellediğini görememişlerdir, ve çözümü de ya sathi birtakım etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk kavramsal yapıya yeni eklemelerin yapılmasında görmektedirler. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevkeden şey motivasyondur. Motivasyon ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artarak gelişir. Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu o kavram sistemini bozmak suretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür. Peki, bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin kolay bir yolu var mıdır? Ne yazık ki, bozulmuş bir kavram sistemini yenilemek kolay bir iş değildir, çünkü insanların kullandığı dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat tarzları tarafından şekillenir. Bozulmuş bir kavram sisteminin düzeltilmesi, bunun desteklediği hayat tarzı ile birlikte ele alınıp dikkatli bir şekilde incelenerek yanlışların birer birer düzeltilmesiyle olabilir. Bunun da zahmetli bir iş olduğunu kendi şahsi tecrübelerimizden söyleyebiliriz.<br /> <br /> Bu yazımızda bu yenilenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğinin tafsilatına giremiyoruz. Bu konudaki çalışmalarımız devam etmektedir. Ancak burada, müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden İslam medeniyetinin geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir gelişmeyi sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Müslümanlar, 11. yüzyıldan itibaren terketmeye başladıkları zengin kavram sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu geliştiremedikleri sürece bilim, ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da söyleyebiliyoruz: Eğer müslümanlar 11. yüzyıldan itibaren terketmiş oldukları kavram sistemine yeniden dönüşü, yani "geleceğe dönüş"ü gerçekleştirebilirlerse o zaman insanlık tarihi yeniden, ve içinde bulunduğumuz bilim ve teknolojik gelişme şartları içinde bile, müslümanlar tarafından gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir bilimsel ve teknolojik gelişmeye sahne olacaktır.<br /><br /> Referanslar<br /><br />[1] Russell, B. (1974). History of Western Philosophy.<br />[2] Sarton, G. (1927-48). Intoduction to History of Science. 3 vol. 5 kısım. Baltimore. Williams and Wilkins.<br />[3] Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge University Press.<br />[4] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul. <br />[5] Bilim tarihçileri genel olarak Yunan medeniyetini, İyon ve Helen medeniyeti olarak iki ayrı dönemde ele alırlar. Birincisinin başlangıç noktası Milet olmak üzere öteki merkezleri Atina ve Siraküza, ikincisinin merkezi olarak da İskenderiye gösterilmektedir. Her iki dönemde de Eski Mısır medeniyetinin etkisi görülmektedir.<br />[6] Bu konudaki çalışmalarımızı hem yapay zeka, hem de Kur’an’daki kavramların dile yansıması ile ilgili olarak felsefi alanda devam ettiriyoruz. Yapay zeka alanında konu ile ilgili yayınlarımızdan biri şudur: "Elements of Scientific Creativity", AAAI Spring Symposium Series, 23-25 Mart 1993, Stanford Üniversitesi, A.B.D. Bildiriler, s. 39-46.<br />[7] Bakınız: Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.<br />[8] Parantez içindeki rakamlar ilgili sure ve ayet numaralarını göstermektedir. Örneğin (006.108) 6. surede 108. ayet demektir. <br />[9] Bu fizikçilerden biri de Paul Davies'tir. Bakınız: Davies, P. (193). The Mind of God. Londra: Touchstone Books.<br />[10] Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.<br />[11] Bakınız: Hamidullah, M. (1966). İslam Peygamberi. Çev. M. Said Mutlu. İrfan Yayınevi, Istanbul. s. 141. (Yazar bu bilgileri klasik İslam kaynaklarından, İbni Sa'd, Süheyli ve İbni Hanbel'den aktarmaktadır.) Aynı dönemde müslümanların Medine'de bir de okul açtıkları bilinmektedir.<br />[12] Bakınız: Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.<br />[13] Bu konularda şu kaynaklara başvurulabilir:<br /> Sarton, G. (1927-48). Introduction to History of Science. Williams and Wilkins. Baltimore.<br /> Nasr, S.H. (1989). Islamic Science. İnsan Yayınları. İstanbul.<br /> Dögen, Ş. (1992). Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. (2 cilt). Istanbul. Y. Asya Yayınları.<br /> Bayrakdar, M. (1987). İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara. <br /> Bayrakdar, M. (1997). İslam Felsefesine Giriş. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara.<br /> Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge U. Press.<br /> Akın, Ö. ve Desay, M. (1993). Beş Büyük Cebir Bilgini. MEB Yayınları. Ankara.<br /> Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.<br />[14] Bakınız: Leicester, H.M. (1971). "The Historical Background of Chemistry". Dover, New York. sayfa 66.<br />[15] A.g.e. sayfa 66.<br />[16] A.g.e. sayfa 71.<br />[15] Topdemir, H.G. (1991). "İbnül Heysem'in Optik Araştırmaları". Bilim, Felsefe, Tarih. Sayı 1, sayfa 187-190.<br />[16] Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press.<br />[17] Bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). İslam’da Bilginin Temelleri. İstanbul: İz Yayıncılık.<br />[18] Gazali "El Munkiz min ed-Dalal" isimli kitabında felsefi bilimlerden sayılan mantik ve matematiğin din ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığıni ifade etmektedir. Onun iyi niyetle söylemiş olduğunu kabul ettiğimiz bu sözünün kolaylıkla yanlış anlamalara yol açabildiğini belirtmeliyiz.<br />[19] İbni Rüşd. "Tahafut al Tahafut". İngilizceye çev. Simon van Den Bergh (1978). Luzac, Londra.<br />[20] İbni Rüşd. Kitab Fasl al Maqal. "On the Harmony Between Religion and Philosophy". İngilizceye çev. G.F. Hourani(1976). Luzac, Londra.<br />[21] Turan, O. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt I-II, s. 542.<br />[22] Nasr, S.H. (1991). Islamic Science. Istanbul: İnsan Yayınları.<br />[23] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-35448939946680467422007-08-19T22:48:00.004+04:002007-08-19T22:56:40.677+04:00Batı Bilim Anlayışında Gerçeklik MeselesiBatı Bilim Anlayışında Gerçeklik Meselesi<br /><br />Şakir Kocabaş<br /><br />Özet<br /><br />Bu yazımızda Batı bilim anlayışında gerçeklik kavramının yerini inceliyoruz. Bu incelememiz fizik bilimlerle sınırlı tutulmuştur. Batıda özellikle son dört yüzyıl içinde gelişen bilim anlayışı ve genel olarak bunu geriden izleyen bilim felsefesi yakından incelendiğinde dikkat çekici bazı özellikler tesbit etmek mümkündür.<br /><br />Geçtiğimiz yüzyılın başından bugüne kadar geliştirilmiş olan bilim felsefelerinde bilimsel teori ve hipotezlerin olaylarla sağlanabilirliği, yanlışlanabilirliği, sınanabilirliği, ve teorilerin tarihsel gelişimi, rekabeti ve izafiliği gibi konular ele alınmıştır. Ancak bunlardan hemen hiçbirinde bilimsel teorilerin dayandığı temel kavramlar ve bunların teori içinde meydana getirdiği kavramsal yapılar tafsilatlı bir şekilde ele alınmamıştır. Böyle bir kavramsal analizin eksikliği yüzünden bilimle lisan ve gerçeklik arasındaki alaka daima karanlıkta kalmıştır. Hatta diyebiliriz ki,modern felsefede ‘bilim ve gerçeklik’ konusunda hemen hemen hiç birşey söylenmemiştir. Aslında bir açıdan bu duruma şaşmamak gerekir, çünkü böyle bir soruşturma ve araştırma öncelikle ciddi bir kavramsal araştırma ve soruşturmayı gerektirmektedir. <br /><br />1. Giriş <br /><br />İnsanlar kelimeler ve bunların meydana getirdiği bir kavramlar örgüsü, yani bir lisan içinde düşünür. Birbirinden farklı kavramsal yapılar, en genel manada birbirinden farklı lisanlar demektir. Lisanları birbirinden farklı kavram yapılarına sahip insanların olayları algılama şekilleri ve ölçüleri de farklı olacaktır. Burada esas mesele, olayların doğru bir şekilde anlaşılmasıdır[*].<br /><br />Fizik bilimlerle gerçeklik arasındaki alakanın ne olduğu konusuna girmeden önce bilgi ve gerçeklik arasındaki kavramsal alakaya bakmamız gerekiyor. Genel olarak ‘bilgi’ kelimesi lisanda kullanım açısından birbirinden farklı birkaç alandaki önerme dizileri için kullanılmaktadır: mantık, matematik, gramer bilgisi; teorik bilgiler, tecrübi bilgiler, tarih bilgisi gibi. Dikkat edilirse burada saydığımız bilgi çeşitlerini iki ana sınıfta toplayabiliriz: Lisanla ilgili bilgiler ve olaylarla ilgili bilgiler. Gerçekliğin anlaşılmasında, bilinmesinde ve ifade edilmesinde her iki bilgi türünün de ayrı fakat önemli bir yeri vardır.<br />---------<br />[*] ‘Kavram’ı, bir kelime ve bunun bir lisan içindeki bütün kullanımları diye tarif edebiliriz.<br /><br />Fizik bilimlerde gaye, tabiatta gerçek olarak meydana gelen değişimleri bir lisan içinde ve belli bir kavram sistemi üzerine kurulan ve ‘teori’ adını verdiğimiz lisan araçları kullanarak incelemek, araştırmak ve teorinin ve içinde bulunduğu lisanın kavramlarıyla ifadelendirmektir. Fizik bilimlerde incelenen olaylar deney, gözlem, ölçme ve hesaplamaya dayanan metotlarla tesbit edilmeye çalışılır. Fakat, deney, gözlem, ölçme ve hesaplamalar da teori çerçevesinde yapılır. <br /><br />Teorilerin en önemli fonksiyonlarından biri araştırma konularıyla ilgili meseleler üzerinde bilim adamları arasında iletişimi sağlayan bir üst lisan olmalarıdır. Öyle ki, bu lisanın gramerini bilmeyenler çoğu zaman iletişim çevresine alınmazlar. <br /><br />Bilim adamları teoriyi kullanarak yaptıkları mantıksal çıkarım ve matematiksel hesaplarla teori konusuna giren olaylar hakkında öngörülerde (predictions) bulunurlar. Bu öngörülerin, gene teoriye göre yapılan deney, gözlem ve ölçme sonuçlarıyla uyumlu olması bilim adamları tarafından teorinin geçerli sayılması için yeterlidir. <br /><br />Bilim adamları aynı zamanda bir teorinin kapsamına giren olayları teoriyi kullanarak yaptıkları hesaplarla açıklamak isterler. Teori konusuna giren olayların açıklamaları neticede teorinin gramer yapısı içinde yer alan temel kabuller ve hipotezlere dayandırılarak yapılır. Hipotezler genel olarak basit veya bileşik kurallar şeklinde ifade edilir. Temel kabuller ise olgular şeklinde ifade edilir – mesela ışık hızının boşlukta sabit olduğunun kabulü gibi. <br /><br />Bir teori ne kadar az hipotez ve kabulle, konusu içine giren en çok sayıda olayla ilgili öngörü ve açıklama yapabilme imkanı sağlıyorsa bilim adamları tarafından o kadar ‘şık’ bir teori olarak kabul edilir.<br /><br />Fizik bilimlerin konusu tabiatta meydana gelen değişimler olduğuna göre, bu bilimlerle gerçeklik arasında nasıl bir alaka olmalıdır? Bu bilimlerde geliştirilen teorilerde kullandığımız kavramlar ve bunların meydana getirdiği yapı ve daha geniş manada teorinin içinde yer aldığı lisan, gerçekliği anlamamız açısından ne kadar uygundur? Teorileri gerçekliği anlamada kullanılabilecek bir lisan aracı olarak görebilir miyiz? Yoksa teori geliştirmenin amacı sadece, teoriyi kullanan bilim adamlarına bunun kapsamına giren olaylar hakkında öngörüler ve açıklamalar yapabilme imkanı sağlaması mıdır? Halen geçerli teori anlayışına göre bilim ve gerçeklik arasında ne gibi bir alaka vardır?<br /><br />Bu sorular aslında bilim felsefesinin en temel sorularıdır, fakat bugünün Batı bilim felsefelerini bilim ve gerçeklik açısından incelediğimizde temel bir özellik olarak şunu tesbit ediyoruz: Batı bilim felsefelerinde bilim ve gerçeklik diye bir mesele görünmemektedir. Hatta denilebilir ki,genel olarak Batı felsefelerinde gerçeklik kavramı temel bir kavram olarak yer almamaktadır. Batı bilim anlayışı ve düşüncesinin bazı istisnalar dışında büyük ölçüde eski Yunan düşüncesine dayandığı bilinmektedir. Bilim felsefecisi Bechtel bunu şöyle ifade etmektedir:<br /> <br />“Milattan önce beşinci ve dördüncü yüzyıllarda yaşamış üç Yunanlı felsefeci sonraki dönemde Batı dünyasında bilim ve zihin felsefesi hakkındaki düşüncenin gündemini tesbit etmiştir.” [Bechtel, 1998a, s. 5]<br /><br />Bu üç felsefeci Sokrat (Socrates), Eflatun (Plato) ve Aristo (Aristotle)’dur. Bu çerçevede Sokrat’ın çabaları kavramların açık bir şekilde tarif edilmesi üzerine yoğunlaşmıştı. Ona göre felsefi faaliyetin amacı kavramlarımızın herkes tarafından kabul edilebilir doğru tariflerinin yapılmasıydı. Herhangi bir alanda bilgi kazanmamız da bu alanda kullanılan kavramların tariflerinin geliştirilmesine bağlıydı [bakınız: Bechtel, 1988a, s. 6.]. Sokrat, bir kavramı tarifini ortaya çıkarma işini o kavramla çeşitli nesneler arasındaki muhtemel alakalar üzerine çeşitli sorular sorarak yapıyordu.<br /><br />Ancak Sokrat kavramların tarifini yaparken elinde sağduyudan ve yaşadığı dönemdeki lisanın kurallarından başka herhangi bir kriter yoktu. Dolayısıyla o, daha çok mücerret (soyut) kavramlarla nesneler arasındaki alakalar üzerinde durmuştur. Halbuki lisanda en çok ihtiyaç duyulan çalışma mücerret kavramlar arasındaki – mesela gerçeklikle bilgi ve bilgi ile adalet kavramları arasındaki – alakalardır. Bazı sathi istisnalar dışında böyle bir felsefi çalışmaya ne eski Yunan düşüncesinde ne de Batı düşüncesinde rastlamıyoruz. Bunun yapılabilmesi için herşeyden önce güvenilir bir lisanın bir kriter olarak elde bulunması gerekiyor.<br /><br />Sokrat’ın öğrencisi Eflatun kavramları, kendi başına ‘var olan’ fikirlerle (idea) veya formlarla özdeşleştirerek esas olanın bunlar olduğunu öne sürdü. Onun öğrencisi Aristo ise dikkatini dünyadaki varlıklar üzerinde yoğunlaştırarak bunların form ve maddeden meydana geldiğini söylüyordu. Dünyadaki olaylar içinde maddenin değişimini ve başka formlar kazandığını gaye ve sebeplerle açıklamaya çalışıyordu. Aristo’nun varlık ve tabiat anlayışı onyedinci yüzyıla kadarki bilim anlayışının temelini oluşturmuştur: <br /><br />“Aristo’nun özellikle nesneler hakkındaki görüşleri 17nci yüzyıla kadarki bilim anlayışının temeli olacak ve tabiat olaylarını tasvir edip sınıflandırmayı sağlayacak kapsamlı bir yapı sağlamıştır. Ancak bu görüşler tabiattaki dinamik süreçleri anlamamıza yarıyacak uygun bir yapı vermiyordu. Esas ilgi odağı nesnelerin aslının ne olduğunu anlamak değil, fiziksel maddedeki hareketlerin terimleriyle değişimin modellendirilmesi olan dinamik bir tabiat anlayışının geliştirilmesi bilim devrimi sayesinde olmuştur.” [Bechtel, 1988a, s. 9] <br /><br />Burada Bechtel’in açık olarak ifade etmediği husus, eski Yunan geleneğinde tabiatı anlamada sistematik deney, gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma metodunun gelişmediği ve bunun müslümanlar tarafından bilime kazandırıldığıdır [Bakınız: Huff, 1993; Leicester, 1956]. Deneysel metot dışında esas olarak Aristo’nun tabiat anlayışı üzerine kurulan modern bilim anlayışının gayesi, gerçekliği araştırmak değil, varlıkların değişim süreçlerini modellendirmektir.<br /><br />Görüldüğü gibi, eski Yunan felsefi düşünce geleneğinde ‘gerçeklik’ bir temel kavram olarak yer almamaktadır. Bunun yerine en temel kavram olarak ‘varlık’ kavramı benimsenmiş, diğer kavramlar da bunun etrafında yapılanmıştır. Eski Yunan düşüncesinin müslümanlar tarafından Avrupa’ya taşınmasından sonra Batı’da gelişmeye başlayan felsefi düşüncenin en önde gelen temsilcilerinden biri şüphesiz Kant olmuştur diyebiliriz. Kant, felsefesini Aristo gibi varlık kavramı etrafında sistemleştirmiştir öyle ki, en meşhur eseri Critique of Pure Reason isimli kitabında gerçekliği ‘varlık’ kavramına göre tarif etmektedir [bakınız: Kant, 1781/1993, s. 146].<br /><br />Kant’ın sistemleştirdiği kavramsal yapıyı bugün hemen hemen bütün Batı bilim ve zihin felsefelerinin temellerinde görmek mümkündür[*]. Kant varlıkları algılamamızın, zihnimizde gelişen kategoriler vasıtasıyla olduğunu söylemiştir. Bu kategoriler varlıkların genel özelliklerini ve aralarındaki alakaları tesbit etmektedir. Kant bu kategorilerin zihnimizde şemalaştırıldığını ve nesneleri bu şemalarla algıladığımızı öne sürmüştür:<br /><br />“Bir nesneyi algılayabilmemiz için zihnin şemalaştırılmış kategorileri duyu verilerimize uygulaması gereklidir. … Bilgimiz bu şekilde [zihnimizde] oluşturlumuş nesnelerle sınırlıdır. Kant, kategoriler altına getirilmeyen saf duyu algılamasının ve bu duyu algılamasının kaynağı olan nesnelerin (Kant bunlara kendi zatında nesneler demektedir) bizim tarafımızdan bilinemeyeceğini öne sürmüştür. Bu yüzden nesnelerin kendi zatında gerçekte nasıl olduklarını araştırmak anlamsızdır.” [Bechtel, 1988a, s. 14]<br /><br />Böylece Kant’ın görüşleri, ‘gerçekliği hiçbir zaman idrak edemeyiz’ sonucunda düğümleniyor. İşte bu görüş günümüze kadar gelen bilim anlayışının da temelini oluşturmaktadır. Bu anlayışın teorilerin geliştirilmesi açısından ne gibi sonuçları olduğunu ilerki bölümlerde tafsilatıyla inceleyeceğiz. Fakat burada hemen şöyle bir soru zihnimize takılmaktadır: Eğer gerçekliği idrak etmeye çabalamak insanlar için anlamsız kabul edilirse, başka hangi varlık için bu iş anlamlı olacaktır? Kant’ın kategorilerinde ve bugünkü Batı düşüncesinde ve bilim anlayışında eksik olan işte bu gerçeklik kavramıdır.<br /><br />-------<br />[*] Kant’ın ‘şema’ fikri bile bugün yapay zekada bilgi temsilinde kullanılan önemli bir metot olan ‘çerçeve’ (frame) yapılarının esasını teşkil etmektedir.<br /><br />Kant bir yandan nesnelerin gerçekte nasıl olduklarını bilemeyeceğimizi söylerken öte yandan da klasik fiziğin bazı prensiplerinin kesin doğru olduğunu bilebileceğimizi söylemektedir [Kant 1781/1993, s. 39]. Bugün klasik fiziğin prensiplerinin doğruluğunun kesin olmadığını biliyoruz. Bir hükmün, prensibin veya ifadenin kesin doğru olması için gerçekliği ifade ettiğinin bilinmesi gerekir. Gerçekliğin algılanması da ancak mükemmel, yani kusursuz bir kavram sistemi içinde olabilir.<br /><br />2. Avrupa’da Bilim Geleneğinin Oluşması<br /><br />Aristo ile en gelişmiş şeklini alan eski Yunan düşüncesini Avrupa’ya taşıyan, Klasik Devir (9-12. Yüzyıl) müslüman bilginler de – mesela Farabi, İbni Sina ve İbn Rüşd, bu düşünce sisteminden etkilenmişlerdir. Eski Yunan düşüncesinin tesirleri sadece felsefi düşünce ile sınırlı kalmamış, kelam ve akaid tartışmalarına kadar girmiştir. Bu etkilenmenin boyutlarını görebilmek için vücud (varlık) kavramının, bu dönem müslüman bilginlerinin eserlerindeki yerine bakmak yeterli olacaktır. Abbasiler döneminde (750-1254) eski Yunan mirasına sahip çıkan müslümanların bundan etkilenmelerine bir açıdan bakıldığında fazla şaşmamak gerekir, çünkü bu miras onlara oldukça gelişmiş görünen sistematik bir düşünce geleneği sunmuştur. <br /><br />Müslümanlar bu mirasa sahip çıkarken, bunun sağladığı teknik ve sistematik düşünme imkanlarına kavuştuklarını hesap etmişlerdir. Burada teknikten kasıt mantık ve geometrinin sağladığı imkanlar; sistematik düşünme imkanlarından kasıt da bu mirasın getirdiği kavram sistemidir. Fakat ne yazık ki,bunu yaparken farkında olmadan, kendilerine gelen Kur’an ile kazandıkları kavram sisteminden de uzaklaştıklarını görememişlerdir. Eski Yunan düşünce geleneğinin kavramsal yapıları müslüman düşünürler ve kelamcılar tarafından Kur’an’daki kelimeler dokusuyla ciddi bir şekilde karşılaştırılarak değerlendirilmemiştir. Bu durum, müslümanların ‘tabii lisanında’ kavramsal bozulmalara yol açmıştır. Bu bozulmanın en çarpıcı örneklerinden biri vücud (varlık) kavramının lisanlarında, Kitap’ta en temel kavramlardan biri olan hakk (gerçeklik) kelimesinin yerine geçmiş olmasıdır. Bu kavramsal bozulma Kitap’taki diğer birçok kelimenin de kullanım çerçevelerinin dışına itilmesine yol açmıştır[*]. Halbuki bu kelimeler gerçekliğin tanınmasında ve bilinmesinde en zengin ve en uygun kavramlar ağacını meydana getirmektedir.<br /><br />Müslümanların lisanında meydana gelen bu ciddi kavramsal değişim sonunda onları dünyaya ve olaylara bakışlarında, gerçeklik (hakk) kelimesi yerine varlık (vücud) merkezli bir kavramlar örgüsünün çerçevesi içine sokmuştur. Bilgi ile gerçeklik arasındaki alakanın bu şekilde kopması İslam medeniyetinde bilim ve felsefe çalışmalarının farz oluşunu[**] ve hatta meşruiyetini hukuki temellerinden koparmış ve sonunda bu medeniyette araştırma geleneğinin ortadan kalkmasına yol açmıştır. Müslümanların bilimsel araştırmalardan çekilmesi de onların mirasını devralan Avrupa’da yapılan çalışmalarda bilim ve gerçeklik arasındaki alakanın tamamen ihmal edilmesine yol açmıştır. Bu konunun ayrıca ve ciddi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. İncelememizin sonuç bölümünde bilim ve gerçeklik konusuyla ilgili bazı ön tesbitlerimizi ortaya koyacağız. Fakat şimdi, Avrupa’da bilim geleneğinin oluşması konusuna devam edelim. <br />--------- <br />[*] Bu kavramsal bozulma ve sonuçları konusunda tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “Islam’da Bilginin Temelleri”. Istanbul: Iz Yayıncılık.<br />[**] Son büyük müslüman bilim felsefecisi ve aynı zamanda Maliki hukukçusu olan İbn Rüşd, bilim ve felsefenin hukuki gerekliliğini Fasl el Makal isimli kitabında tafsilatlı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bakınız: Hourani (1976).<br /><br />Batı düşüncesi, bilim anlayışında müslümanlardan devralınan ve deneysel metoda dayanan araştırma geleneği ile eski Yunan’dan gelen felsefi mirasın ve bunun kavramsal yapısının büyük ölçüde etkisi altında kalmıştır. Böylece, Avrupa’da geliştirilen bilim felsefesi temelde varlık kavramı etrafında şekillenmiştir. Bugün bile geçerli sayılan madde, atom ve parçacık kavramları bu yapı içinde yerini bulan kavramlardır. İşte ‘varlık’ merkezli bu bilim anlayışı, Ptoleme’den (Batlamyus, y. 90-168) Pierre Duhem’e (1861-1916), ve ondan da günümüze kadar gelen bir bilimsel teori anlayışının da temelini oluşturmaktadır. Bu anlayışa göre, bilimsel teorilerin içinde geliştirildiği lisanın gerçeklikle alakası önemli değildir, yeter ki bu lisan içinde teoriye veya bunun modellerine göre yapılan hesaplar gözlem sonuçlarıyla ‘sağlanıyor’ olsun. Bu meseleye açıklık kazandırmak için incelememize Ptoleme’nin astronomi teorisinden başlamamız gerekiyor.<br /><br />Ptoleme’nin dünya merkezli astronomi modelinde gök cisimlerinin yörünge hareketleri eksantrik ve episaykıl adı verilen karışık geometrik eğrilerle gösterilmekteydi[*]. <br />-------<br />[*] Eksantrik: bir eğri parçası üzerinde gidip gelen; episaykıl: bir daire çemberine teğet olarak yuvarlanan ikinci bir dairenin çemberi üzerindeki bir noktanın çizdiği şekil.<br /><br />Ptoleme teorisini öğrenen müslümanlar buna dayanarak yaptıkları hesaplarda gök cisimlerinin hareketlerinin bu modelle yeterli bir doğrulukla ön görülebileceğini tesbit etmişlerdi. Abbasiler zamanında, Beyt-ül Hikme'nin gelişmesinde büyük rolü olan halife El-Me'mun (M. 813-833) tarafından, zamanın matematikçi ve astronomi bilginlerinin de içinde bulunduğu bir heyet, Ptoleme’un astronomi kitabındaki verilerle Hintli bir astronomun kitabındaki verilerden hangisinin daha güvenilir olduğunun araştırılması için Bağdat'ın kuzeyindeki Sincar vadisinde gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu heyet birkaç ay süren astronomik gözlemlerden sonra Ptoleme’nin yıldızların ve diğer gök cisimlerinin pozisyonları ile ilgili olarak verdiği bilgilerin gözlem sonuçlarına daha uygun olduğunu tesbit etmişti.[Demirci, 1996, s. 128-129] <br /><br />Fakat müslüman gökbilimciler çok geçmeden, gözlem sonuçlarına uysa da gerçeğe uymadığı düşüncesiyle bu modele karşı çıktılar. Ptoleme’nin astronomi modeline İslam bilginlerinden ilk ciddi tenkidler, Beyt-ül Hikme astronomlarından Sabit bin Kurra (834-901), ve optik alanındaki çalışmalarıyla da ünlü bir bilgin olan ve Mısır'da yaşamış olan İbn Heysem (965-1051) tarafından gelmişti[bakınız: Duhem, 1969, s. 26; Huff, 1993, s. 56]. <br /> <br />Endülüs'te ise İbn Tufeyl (ö. 1185) daha da ileri giderek, içinde Ptoleme’nin kullandığı eksantrik ve episaykıl gibi karışık eğriler olmayan yeni bir astronomi geliştirmeye çalışmıştı[Duhem, 1969, s. 29]. Fakat Ptoleme’nin eksantrik ve episaykıl daireler ile gök cisimlerinin hareketlerini açıklayan modeline en sistematik tenkid, gençliğinde hocası İbn Tufeyl ile Merakeş'te astronomik gözlemler yapmış olan büyük İslam düşünürü İbn Rüşd (1126-1198) tarafından yapılmıştır. İbn Rüşd, Ptoleme modelinin ‘gerçeklere uymadığını’, çünkü buna dayanarak gök cisimlerinin hareketlerini taklit edecek fiziki bir modelin geliştirilmesinin imkansız olduğunu, dolayısıyla yeni bir astronomi teorisinin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini açık bir şekilde öne sürmüştür[Duhem, 1969, s. 30]. İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı[*]: <br /> <br />“Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Ptoleme, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Ptoleme modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir.” [Duhem,1969, s.31]<br /><br />Bilim felsefecisi Duhem ise farklı bir yaklaşımla burada İbn Rüşd'ü, Ptoleme ve onun gibi düşünen Eski Yunan gökbilimcilerinin yaptığı işin mahiyetini ve gayesini iyi anlamamış olmakla vasıflandırıyor ve bir bilimsel teoriyi destekleyen hipotezlerin ‘doğru’ olmasının gerekmediğini söylüyor. Bilim adamı için, teoriye göre yaptığı hesapların gözlemlerle uyuşmasının – gene kendi ifadesiyle 'olayları kurtarmasının' – yeterli olduğunu ifade ediyor[Duhem, 1969, s.31]. <br />----<br />[*] İbn Rüşd burada Aristo’nun fizik prensiplerini kasdetmektedir. Aristo’ya göre en mükemmel hareket dairesel hareketti.<br /><br />İbn Rüşd ise, Aristo’nun ‘Fizik’ kitabını iyi incelemiş bir felsefeci olarak şunları söylüyor: <br /> <br />“Aristo mantığı, fiziği ve metafiziği kurdu ve geliştirdi. Bunları o kurdu diyorum, çünkü bu bilimler üzerine ondan önce yazılmış eserler bahsedilmeye değmez ve [Aristo’nun] yazdıkları yanında çok sönük kalmaktadır. Bunları tamamlamıştır diyorum, çünkü ondan sonra ta günümüze kadar, yani yaklaşık onbeş asırdır hiç kimse onun yazdıklarına ne bir ilave yapabilmiş ne de onlarda önemli bir hata bulabilmiştir.” [Duhem, 1969, s. 29]<br /><br />Duhem ise İbn Rüşd’den aktardığı bu sözlerin hemen öncesinde şöyle demektedir:<br /><br />“Bu konuda o [İbn Rüşd] Aristo’ya fanatik bir şekilde sadık kalmaktaydı. Aristo’nun Fizik kitabı üzerine yaptığı yorumda şöyle demektedir: …” [Duhem, 1969, s. 29]<br /><br />Duhem’in burada göremediği şey, yalnız İbn Rüşd’ün değil, ondan 800 yıl sonra bile bütün klasik ve modern fiziğin en temel kavramlarının Aristo'nun Fizik kitabında tekrar tekrar tarif ettiği kavramlar olmasıdır. Dolayısıyla, temel kavramlar açısından bugünkü fizikçileri de Duhem’in deyimiyle ‘Aristo fanatiği’ olarak görmemiz mümkündür. Bugün fiziğin en gelişmiş iki teorisinin – genel relativite ve kuantum teorisi – birleştirilememesi de büyük ölçüde bu yüzdendir. Bu kavramların neler olduğu ve bunların klasik ve modern fizikteki fonksiyonlarını Bölüm 4’te göreceğiz. Şimdi tekrar İbn Rüşd’ün Ptoleme teorisi hakkında söylediklerine ve bunun yankılarına dönelim.<br /><br />İbn Rüşd’ün yukarıdaki sözleri başta öğrencisi El Bitruci (1200’ler) olmak üzere batıda Endülüs’te ve doğuda Meraga rasathanesinde Tusi (ö. 1274) gibi gökbilimciler tarafından İslam dünyasında yeni astronomi çalışmalarının başlamasına yol açmıştır. Bu şekilde İbn Rüşd, bilim tarihinde ilk defa, bilim felsefecisi Lakatos’un deyimiyle bir ‘araştırma programı’nın başlatılmasına öncülük etmiştir [bakınız: Huff, 1993, s. 54-61]. İbn Rüşd’ün görüşleri onüçüncü yüzyıldan itibaren Avrupa’da da geniş yankı yapmış ve başta skolastik felsfeci Thomas Aquinas (1225-74) olmak üzere özellikle İtalya’da astronomi ve felsefeyle uğraşan birçok kişi tarafından benimsenmiştir[*] [Duhem, 1969, s. 41-60]. <br />------<br />[*] Ptoleme astronomisi hakkında İbn Rüşd’ün söylediği ‘zevahiri kurtarmak’ sözü uzun süre Latin felsefecilerin kitaplarında salvare apparentias (görüntüyü kurtarmak) olarak yer almıştır. Bakınız: Duhem, 1969, s. 41-60.<br /><br />Avrupa’daki bu kültürel atmosfer içinde yeni astronominin kuruluşu, Tusi’nin çalışmalarını da incelemiş olduğu anlaşılan Kopernik (Copernicus, 1473-1543) tarafından tamamlanmıştır [bakınız: Huff, 1993, s. 55-58]. İbn Rüşd’ün bu konudaki ısrarcı görüşleri olmasaydı, yeni astronominin gelişmesi daha ne kadar sürerdi, bunu düşünmek gerekiyor.<br /><br />Özetle Avrupa’da bilim geleneği, (1) eski Yunan düşüncesinden gelen temel kavramlar, mantık ve geometri, (2) Müslümanların geliştirdiği cebir, geometri ve trigonometri ile deney, gözlem ve ölçmeye dayanan araştırma geleneği üzerine kurulup gelişmiştir.<br /><br />Duhem'in bilimsel teoriler hakkındaki yukarıda bahsettiğimiz görüşleri kendisinden sonraki bilim felsefecileri tarafından da kabul görmüştür. Birazdan göreceğimiz gibi, ne mantıksal pozitivistler, ne onları eleştiren Popper, Kuhn ve Feyerabend gibi felsefeciler Duhem'in bilimle gerçeklik arasında bir alaka olmasının gerekmediği konusundaki görüşlerine ciddi bir itirazda bulunmamışlardır. Mantıksal pozitivistlerin sağlanabilirlik (verifiability) ve Popper'in yanlışlanabilirlik (falsifiability) kriterleri ile Kuhn'un relativist ve Feyerabend'ın çoğulculuk prensipleri Duhem'in savunduğu bilim anlayışıyla çelişmemektedir.<br /> <br />Bu görüşler geçtiğimiz yüzyılda bilim adamları tarafından da benimsenmiş ve yirminci yüzyıl fiziği büyük ölçüde bu bilim anlayışı üzerinde gelişmiştir. Fakat daha yirminci yüzyılın ilk yarısında, halen fiziğin en gelişmiş ve en başarılı iki teorisi olan genel relativite teorisiyle kuantum teorisinin, dünyanın en iyi fizikçilerinin yarım yüzyılı aşan bütün çabalarına rağmen birleştirilememiş olması, bu meselenin temelinde mevcut fizik teorilerinin üzerine kurulduğu lisanın temel kavramlarıyla gerçeklik arasında ciddi bir uyuşmazlığın bulunduğunu düşündürmektedir. <br /><br />3. Batı Bilim Felsefesi ve Gerçeklik<br /><br />Modern Batı bilim felsefesinin gelişmesinde İbn Rüşd’den sonra birçok Avrupa’lı felsefecinin katkısı olmuştur. Bunlar arasında Bacon, Dekart (Descartes), Locke, Hume, Kant gibi önde gelen isimleri sayabiliriz. Biz burada yirminci yüzyıl bilim felsefesinin gelişme seyrini Duhem ve Mach gibi hem fizikçi ve hem de felsefeci iki isimden başlayıp mantıksal pozitivistlerden Laudan’a kadar kısaca özetleyeceğiz.<br /><br />Pozitivist olmadığı halde pozitivizmin[*] öncülerinden sayılan Duhem’e göre teorinin ve genel olarak bilimin amacı, sonuçta teoriyi kullanarak yapılan hesaplara dayanarak olaylara uygun açıklama ve öngörüler yapmamızı sağlamasıdır [Duhem, 1969, s. 31]. Bu anlayış günümüz teori ve bilim anlayışını da özet olarak ifade etmektedir. Duhem bu görüşünü The Aim and Structure of Physical Theory (Fiziksel Teorinin Amacı ve Yapısı) isimli kitabında altını çizerek şöyle ifade etmektedir:<br /><br />“Deneylerle uyum içinde olması bir fizik teorisinin doğru sayılması için tek kriterdir.” [Duhem, 1991, s. 21]<br /><br />Aslında hangi amaçla geliştirilmiş olursa olsun bir teorinin doğruluğundan veya yanlışlığından bahsetmek anlamsızdır. Teorilerin ancak geliştirildikleri amaç için uygun olup olmadıklarından bahsedilebilir. <br />-----<br />[*] Pozitivizm adı felsefi bir terim olarak ilk defa Fransız felsefecisi Comte tarafından kullanılmıştır.<br /><br />Duhem’in anlayışına göre teoriler belli bir çerçeve içinde yapılan gözlem sonuçlarını matematiksel yapılar kullanarak yasalar şeklinde özetleyen lisanlardır. Bu anlayış, birazdan göreceğimiz gibi, bilimsel teorilere lisan içinde temel bir fonksiyon yüklemeye çalışan mantıksal pozivistlerin teori anlayışından farklıdır. <br /><br />Mantıksal pozitivizmin temel prensiplerini ortaya koyan bir fizikçi ve bilim felsefecisi olarak kabul edilen Mach’a göre bilim birtakım temel unsurlar ve bunların birbirleriyle bağıntıları üzerine kurulur. Bu unsurların özellikleri başlangıçta bilinmez, fakat keşfedilmesi gerekir. Mach’ın görüşleri mantıksal pozitivistlerin ilham kaynağı olmuştur. Bilimin gerçeklikle alakası konusunda ciddi birşey söylememiş olmasına karşılık, bizim açımızdan Mach’ın en önemli sözü bilimin her yanının araştırma konusu yapılabilmesi ile ilgili olan sözüdür. Kendi çağının ‘donuk’ bilim anlayışını değerlendirirken, zaman ve nesnel varlık (objective existence) gibi kavramların tartışmasız kabul edilmesini eleştirmiştir. Mach’ın düşünceleri sadece mantıksal pozitivistleri etkilemekle kalmamış, Wittgenstein’ın ilk dönem felsefesini ve Einstein’ın fizik (uzay-zaman) anlayışını da etkilemiştir.<br /><br />Mantıksal Pozitivizm 1920’lerde Orta Avrupa’da (özellikle ‘Viyana Çevresi’ ile Avusturya’da) ortaya çıkmıştır. Mantıksal pozitivistler, yeni fiziğin hayranları olarak bilimin mahiyetini ve onu güvenilir yapan yönlerini araştırmayla işe başlamışlardır. <br /><br />Pozitivistler bilimsel teorileri, hatta teori geliştirme ve yenileme gibi bilimsel faaliyetleri formel hale getirmek için sembolik mantığın sağladığı imkanları kullanmışlardır. Ancak sembolik mantık dedüktif bir yapıya sahiptir ve bilim adamları teori geliştirmede çoğu zaman dedüktif kalıplara uymazlar, soyutlama, analojik ve ters-dedüktif (abductive) çıkarım gibi dedüktif olmayan düşünce yapılarını kullanırlar. Bu yüzden bilimsel faaliyetleri ‘bilimsel buluşlar çerçevesi’ ve bunların rasyonel olarak değerlendirildiği ‘hipotez sağlama çerçevesi’ olmak üzere iki çerçeveye ayırdılar. Buluşlar çerçevesinin mantıksal olmayabileceğini ve buluşlarla ilgili araştırmaların psikolojinin konusuna girdiğini kabul ettiler.<br /><br />Bu şekilde bütün dikkatlerini, bilimsel teorilerin eldeki verilere dayanarak doğru sayılıp sayılmayacağına karar verebilecekleri hipotez sağlama yordamlarına yoğunlaştırdılar. Mantıksal pozitivistlere göre bazı hükümler tecrübeyle doğrudan doğruya sağlanabilir. Duyularımız bunların doğru mu, yanlış mı olduğunu dolaysız olarak bize söyleyebilir. Pozitivistler bunlara ‘protokol cümleleri’ adını vermişlerdir. Gözlem hükümlerinin fiziksel dünyadaki nesnelerin durumlarını anlattığını söylemişler ve böylece fiziksel gözlemlenebilirliğe büyük önem vermişlerdir. <br /><br />Mantıksal pozitivistler için bilimin esas meselesi, tabiattaki olayları açıklama ve teoriyi kullanarak yapılan öngörülerdir. Pozitivistlere göre bir olayın açıklanması, o olayı anlatan bir ifadenin teorinin hipotezlerinden türetilmesidir. Bu yüzden dedüksiyon (kıyas) pozitivistlerin açıklama anlayışında merkezi bir öneme sahiptir. Pozitivistler daha sonra istatistiksel açıklamaları da bu şemaya ilave etmişlerdir[*].<br /><br />Mantıksal pozitivistlerin üzerinde durduğu diğer bir konu ise teorilerin aksiyomatik hale getirilmesidir. Pozitivistler matematikteki gibi, bilimsel teorilerin de bir dizi ilkel terimler ve aksiyomlar üzerine kurulacak dedüktif yapılara çevrilebileceğini ileri sürmüşlerdir. <br />----<br />[*] Bakınız: Carnap, R. (1971). “Logical Foundations of Probability”. Chicago: The Chicago University Press.<br /><br />Pozitivistler, aksiyomatikleştirmenin bilim adamlarının teorik terimleri dikkatli kullanmaya zorlayacağını ve bunun da bilimsel çalışmaya açıklık kazandıracağını düşünüyorlardı. Bundan başka aksiyomatikleştirme bilimlerin birleşmesine de yol açacaktı. Bütün bilimlerin birleştirilmesi ve tek bilim halinde toplanması sonuçta ‘teori indirgeme’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Pozitivistlere göre bilimlerin kat kat ve farklı disiplinler olması mevcut anlayışın yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. <br /><br />Mantıksal pozitivistlerin teori indirgeme programı tamamen yanlış bir anlayışa dayanmaktadır. Aristo’dan günümüze kadar gelen ve bilim adamlarınca halen revaçta olan teori anlayışına göre, bir teorinin geçerli sayılabilmesi için teoriyi kullanarak yapılan hesapların gözlem sonuçlarına uyması yeterlidir. Bilimin gerçeklikle alakasının prensip olarak dışlandığı bir anlayış içinde tabiat hakkında birtakım hükümlere dayanarak farklı alanlardaki teorilerin bir diğerine indirgenebileceğini söylemek sadece bir spekülasyondur. <br /><br />Bu şekilde mesela hücre biyolojisinin fiziğe indirgenmeye çalışılması fiziğe birşey katmayacağı gibi, biyolojideki muhtemel gelişmeleri de engellemektedir. Özellikle canlı hücresinin sadece bir fiziksel sistem olarak görülmesi fiziğin en çok test edilmiş entropi yasasına da aykırıdır. Çünkü bir canlı hücresi, diğer tabii fiziksel sistemlerin aksine çevreyle etkileşimlerinde kendi içindeki düzenliliği koruyabilen hatta bazan arttırabilen, yani entropisini azaltabilen bir sistemdir. Biyolojik sistemlerde canlılığın ne olduğu tam olarak anlaşılmadan yapılacak bu tür indirgeme çalışmaları anlamsız kalmaktadır. Canlı sistemlerin davranışları cansız kimyasal sistemlerden farklı olarak ‘amaç’ ve ‘fonksiyon’ kavramlarından bağımsız olarak tanımlanamaz ve fiziksel kavramlarla açıklanamaz. <br /><br />Ayrıca ve en önemlisi mevcut kavram sistemi içinde geliştirilmiş iki büyük fizik teorisi bile birleştirilemezken biyolojik teorilerin bunlar üzerine nasıl yerleştirileceği ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. <br /><br />Mantıksal pozitivistler ayrıca, Duhem’in aksine bilime ve dolayısıyla bilimsel teorilere lisanda merkezi bir yer ayırmaya çalışmış, hatta bunun dışında bilgi olarak öne sürülen ifadeleri anlamsız saymışlardır. Bu şekilde teorilere, bunların sahip olmadığı yeni bir fonksiyon yüklemeye çalışmışlardır.<br /><br />Mantıksal pozitivizme ilk büyük eleştiri Viyana Çevresi üyeleri ile temasta olan Felsefeci Karl Popper’dan geldi [bakınız: Bechtel, 1988b, s. 32]. Pozitivistler olumlu testlerin bir hipotezi destekleyeceğini düşünüyorlardı. Popper, Hume’un genel bir hükmün doğruluğunun gözlemlerle kanıtlanamayacağı sözüne benzer bir şekilde, pozitivistlerin bu kabulünün doğru sayılamayacağını öne sürdü. Hiçbir sonlu sayıda deney bir hipotezin doğruluğunu sağlayamaz. Popper bunun yerine klasik mantıkta ters kıyasa (modus tollens) dayanan kendi çözümünü önerdi: yanlışlanabilirlik. Bu kriterden hareketle hipotezlerin yanlışlanabilir olmasını, ve yanlışlanmadığı sürece de teyid edilmiş (corraborated) sayılabileceğini önerdi.<br /><br />Popper, kendi programını ‘tahminler ve çürütmeler’ (conjectures and refutations) olarak vasıflandırdı. Buna göre bir bilim adamı dünya hakkında tahminler yapmalı sonra da bunların yanlış olduğunu bulmaya çalışmalıydı. Bir hipotezin yanlış olduğu görülünce de bu terkedilmeliydi. Bu şekilde bilimsel teoriler bilimsel olmayanlardan yanlışlanabilirlik riski ile ayrılmalıydı. Ona göre, eğer bir teori doğru ise, bazı şeylerin olamayacağını söylemesi gerekiyordu[*]. Bir teori ne kadar fazla ihtimali dışlıyorsa o kadar güçlü, yani bilgi verici bir teoriydi. <br /><br />Popper, mantıksal pozitivistlerin doğrulanabilirlik kriteri yerine teorilerin ‘sınanabilirlik’ (testability) kriterini getiriyordu. Esas bilimsel teoriler Einstein’in genel relativite teorisi gibi kritik testlerden geçirilebilenlerdi. Buna karşılık Popper, Freud ve Adler’ci psikolojiyi bu tür yanlışlanabilirlik testleri için uygun bulmuyor ve bu yüzden bunları bilimsel teori olarak görmüyordu.<br />----------<br />* Bechtel (1988b, s. 34) Popper’in bu konudaki görüşünü böyle özetliyor, fakat teorilerin doğruluğundan veya yanlışlığından bahsetmek anlamsızdır. <br /><br />Pozitivizm-sonrası bilim felsefesinin gelişmesinde ilk etken Kuhn’un Structure of Scientific Revolutions kitabı olmuştur[Kuhn, 1962]. Kuhn bilim tarihinde yaptığı çalışmalara dayanarak bilimsel disiplinlerin gelişmesinde beş safhadan bahseder: (1) olgunlaşmamış bilim, (2) normal, olgun bilim, (3) kriz bilimi, (4) devrimci bilim, (5) çözülüm ve normal bilime dönüş [bakınız: Bechtel, 1988b, s. 52].<br /><br />Normal bilim, Kuhn’un tabiriyle bir ‘paradigma’ veya ‘teorik kafes’ oluşmasını gerektirir. Bir paradigma basit bir model veya teoriden başka bu teori veya modelin nasıl geliştirileceğini ve daha ileri araştırmalarda nasıl uygulanacağını da ihtiva eder. Kuhn’a göre bir teorinin aksiyomatik yapıya kavuşturulabilir olması şart değildir. Teori kendisinden gözlemlerin türetileceği bir aksiyomlar cümlesi de değildir. Bir bilim adamının amacı da ne teorileri doğrulamak ne de yanlışlamaktır, teoriyi tabiata uygun hale getirmektir[Bechtel, 1988b, s. 53]. <br /><br />Bilim adamının davranışı, bilimin gelişme safhalarına göre birbirinden farklıdır. Normal bilimde teorik öngörüler ve gözlemler arasındaki farklar bilim adamı tarafından teoriyi yanlışlama olarak görülmez, bilim adamının çözmesi gereken yeni bilimsel problemler olarak görülür. Kuhn’a göre deneyler teoriyle uyuşmadığında genellikle problem deneylere atfedilir, teoriye değil. Deneycinin görevi teoriye uyan deney sonuçları elde etmektir.<br /><br />Özet olarak Kuhn, tarih içinde bilimin hangi safhalardan geçerek nasıl geliştiği üzerinde durmuş fakat teorilerin dayandığı temel kavramlar, bunların bilim tarihi içinde nasıl geliştiği ve bir kavramlar örgüsü meydana getirdiği, ve teorilerde bunların nasıl iş gördüğü gibi konularla ilgilenmemiştir.<br /><br />Kuhn’un paradigmaların birbirinin yerini nasıl aldığı konusundaki görüşleri pozitivistler tarafından eleştirilere uğradı. Fakat Feyerabend [1975] Kuhn’dan da ileri giderek, pozitivist felsefenin iki özelliğine karşı çıktı: ‘tutarlılık şartı’ ile ‘anlam değişmezliği şartı’. Tutarlılık, yeni teorinin mevcut teorilerle tutarlı olmasıdır. Anlam değişmezliği ise aynı terimlerin anlamının teoriler arasında değişmezliği prensibidir. Feyerabend bu iki prensibi bilim tarihinden örnekler vererek reddetmektedir. <br /><br />Feyerabend aynı zamanda, bilim adamlarının bir teori yanlışlanana kadar onu kabul etmesi gerektiği anlayışını da reddeder. Ona göre, bir teoriyi yanlışlayacak verileri bulabilmek için alternatif teoriler de geliştirilmelidir. <br /><br />Feyerabend’a göre bilim, çoğulcu bir araştırmanın korunmasıyla mümkündür. Pozitivizmi ve Kuhn’cu anlayışı böylece reddettikten sonra Feyerabend, bilime uygulanmak istenen katı metodolojik prensipleri inkar eden ‘metodolojik anarşizm’ adını verdiği bir prensip geliştirdi. Ona göre, önerilen bütün metodolojik kurallar bilimin gelişmesi sürecinde iyi bilim adamları tarafından ihlal edilmiştir. Kendisini Popper’e yakın görmekle beraber, yanlışlanmış teorilerin bile izlenmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre bilimin gelişmesine en büyük katkıları yapanlar, ilkeleri çiğneyenlerdir. Feyerabend aynı zamanda teoriler arasında seçim yapmak için rasyonel kriterler geliştirilmesine de karşı çıkmıştır.<br /><br />Diğer bir bilim felsefecisi Lakatos, bilim tarihinden örnekleri dönem olarak alıp analiz ederek ve pozitivist bir çerçevede bunları yeniden düzenleyerek rasyonel bir faaliyet olarak bilimin nasıl geliştiğini göstermeye çalışmıştır[*]. Lakatos, Kuhn’un aksine bilimin normal bilim safhasında sadece bir paradigma tarafından yönetildiğini kabul etmez, bir paradigma içinde gelişmeler devam ederken, alternatif paradigmalar arasındaki rekabet de devam eder.<br /><br />Lakatos, Kuhn’un ‘paradigma’ kavramı yerine ‘araştırma programı’ kavramını getirmiştir. Bir araştırma programı içindeki farklı teorilerin ortak bir ‘çekirdeği’ ve bir de ‘koruyucu halkası’ vardır. Çekirdek, o araştırma programı devam ettiği sürece korunur, fakat araştırıcılar araştırma sırasında buldukları verileri yorumlayabilmek için koruyucu halka içindeki kabullerini değiştirebilirler. Bilim felsefesine getirdiği bu kavramlar çerçevesinde bilim tarihindeki bazı araştırma programlarının nasıl geliştiğini örneklerle anlatmaktadır [Lakatos, 1974, s. 138-154].<br />-----------<br />[*] Bakınız: Lakatos [1974]; Bechtel [1988b, s. 60].<br /><br />Lakatos bir araştırma programının gelişimci olup olmadığını, onun hem teorik hem de ampirik gelişme göstermesi şartına bağlar. Gelişme göstermeyen araştırma programı Lakatos’a göre çözülüyor demektir, fakat bir araştırma programının çözülüyor olduğuna karar vermek onun tamamen terkedilmesine yol açmamalıdır. Bir program başlangıçta çok gelişmeci olabilir, sonra duraklayabilir, sonra tekrar gelişebilir. Lakatos’a göre ümit vadeden yeni araştırma programları başlangıçta bunlara gelişme fırsatı verilmesi için desteklenmelidir.<br /><br />Görüldüğü gibi Lakatos, bilim felsefesine ‘araştırma programı’, ‘ortak çekirdek’ ve ‘koruyucu halka’ gibi bazı faydalı kavramları kazandırmakla beraber, söyledikleri genel olarak tarihi gelişme içinde bilim adamlarının davranışlarının bir modelinden ibaret kalmaktadır.<br /><br />Son olarak Laudan[1977], Kuhn ve Lakatos gibi bilim felsefecilerinin kuvvetli yanlarını alan ve zayıf taraflarını giderecek bir bilimsel faaliyet anlayışı ortaya koymaya çalışmıştır. Öncekiler gibi o da bilim adamının başlıca işinin problem çözmek olduğunu kabul etmiştir[Bechtel, 1988b, s. 63.]. Fakat bize göre bu görüş Kuhn tarafından ‘normal bilim’ adı verilen faaliyetler için sözkonusu olabilir. Esas önemli olan, problem çözmek değil, problemleri tesbit etmek, hem de doğru tesbit edebilmektir. Problem çözme ancak bundan sonra söz konusu olabilir. Bunun için de iyi bir bilim adamının aynı zamanda iyi bir felsefeci olması gerekmektedir. Burada ‘felsefe’ derken, metafiziği değil, kavramların gündelik lisanda, ve mantık, matematik gibi formel lisanlarda fizik ve kozmoloji gibi teorik lisanlarda nasıl kullanıldığını ve ne iş gördüğünü iyi bilmeyi kastediyoruz.<br /><br />Laudan, bilim felsefesine Lakatos’un ‘araştırma programları’ kavramından sonra yeni bir kavram getirmiştir: ‘araştırma geleneği’. Bunun, Lakatos’un araştırma programlarından farkı, bir dizi teoriyi içine almakla beraber değişmez bir çekirdeği olmamasıdır. Araştırma geleneğini bir arada tutan şey, tabiat ve dünya hakkındaki ortak kavramlar ve kabuller, ve teorilerin nasıl geliştirileceği ve nasıl yenileneceğine dair metodolojik kurallardır.<br /><br />Laudan’ın bilim ve gerçeklik arasındaki alaka açısından önemli sayılabilecek bazı görüşleri bulunmaktadır. Ona göre araştırma geleneğinin karşılaşabileceği iki tür problem vardır: mevcut teorilerin ampirik yetersizlikleri ve bu gelenek içindeki teorilerle ilgili kavramsal problemler. Ampirik problemlerin çözümünde izlenecek yollar Kuhn ve Lakatos’un önerdiği yollardır. Laudan’ın esas katkısı, bilimsel araştırmalarla ilgili kavramsal problemleri önemli bir problem türü olarak görmesidir[Bechtel, 1988b, s. 63].<br /><br />Laudan’a göre bilim adamının görevi hem ampirik hem de kavramsal problemleri çözmektir. Bu çabada, birbirine rakip araştırma geleneklerinin karşılaştırmasını yapabilmek de önem kazanmaktadır. Laudan da, Lakatos gibi, araştırma geleneklerinin karşılaştırılmasında gelişmeciliği esas alır; ayrıca gerektiğinde iki farklı araştırma geleneğinin bir arada yürütülmesini de uygun görmektedir.<br /><br />Laudan, gelişmeci görüşü kabul etmekle beraber, diğer birçok felsefecinin aksine bilimin gerçeğe giderek yaklaştığı düşüncesini kabul etmez. Laudan’a göre bilimsel araştırma için gerçekliğe ulaşmak bir amaç değildir, gelişme yeterli bir amaçtır.<br /><br />Bu değerlendirmelerden de gördüğümüz gibi, Laudan’ın görüşleri bilimsel araştırmanın karakteri hakkında önemli şeyler söylemekle beraber, bilimle gerçeklik arasındaki alaka konusunda Ptoleme’den Duhem’e, ondan da günümüze kadar gelen anlayış dışında birşey söylememektedir. Bize göre bilimsel araştırmanın en büyük meselesi, bilimle gerçeklik arasındaki alakadır ve bu konuda ciddi hiçbir felsefi çalışma halen görülmemektedir. <br /><br />Bilim felsefesi alanında son yıllardaki en önemli gelişme bilimsel buluşların bilgisayar programları ile modellendirilmesi ve bilgisayarla bilim felsefesi çalışmalarıdır. Bilimsel buluşlar üzerine 1970’lerin sonlarında BACON [Langley, 1977] programıyla başlayan ilk çalışmalar 1980’lerde hızlanmış ve STAHL [Zytkow & Simon, 1986], STAHLp [Rose & Langley, 1986] ve BR-3 [Kocabaş, 1991] gibi sistemlerle devam etmiştir. BACON programı klasik fizikte iki değişkenli lineer, polinom ve hiperbolik fonksiyonlarla ifade edilen birçok bağıntıyı bulabildiği gibi ideal gaz kanunu gibi çok değişkenli bağıntıları da bulabilmektedir[*]. STAHL programı onsekizinci yüzyılda Alman kimyacısı Stahl’ın flojiston teorisine dayanarak kimyasal bileşiklerin bileşenlerinin bulunmasını modellendirmektedir. STAHLp ise önceki sisteme ilaveten Stahl’ın flojiston teorisinden Lavazye’nin (Lavoisier) oksijen teorisine nasıl geçildiğini, yani Kuhn’un tabiriyle bir paradigma değişikliğinin hangi şartlar içinde oluştuğunu modellendirmektedir.<br /><br />BR-3 programı ise 1930-60 yılları arasında parçacık fiziğinde elementer parçacıkların kuantum özelliklerinin bulunuşunu modellendirmektedir. Bu program, çalışması sırasında çelişki çözümleme yoluyla teori yenileme ve teori geliştirmeyi de modellendirmektedir. Bu programın genelleştirilmiş bir versiyonu Valdes-Perez [1996] tarafından geliştirilmiştir.<br />--------<br />[*] Tafsilatlı bilgi için bakınız: Langley, Simon, Bradshaw ve Zytkow (1987).<br /><br />Bilimsel buluşların modellendirilmesi çalışmaları, bilimsel araştırmanın safhaları konusunda bilim felsefecilerinin dikkatinden kaçan birçok ayrıntıyı da ortaya çıkarmıştır[Kocabaş, 1996]. Bu çalışmalar bilimsel araştırmanın bir düzineden fazla sayıda faaliyeti ihtiva edebileceğini göstermiştir ki,bu faaliyetlerden bazıları şunlardır: bilimsel problemlerin formüle edilmesi, problem seçimi, strateji ve metot seçilmesi, deney planlaması, deney maddelerinin seçimi, deneylerin yürütülmesi, verilerin toplanması, veri değerlendirme, hipotez oluşturma, hipotez yenileme, teori yenilenmesi, teorik açıklamaların formüle edilmesi ve teori geliştirme.<br /><br />Bilimsel buluşlar üzerine yapılan çalışmalar son yıllarda yeni buluşlar yapabilecek yardımcı sistemlerin geliştirilmesine yönelmiştir. Bu tür çabalara iki örnek katalitik kimyada reaksiyon mekanizmalarını bulan MECHEM [Valdes-Perez, 1995] ve astrofizikte nükleer reaksiyonları ve element sentezlerinin mekanizmalarını bulan ASTRA (Kocabaş ve Langley, 1998) sistemidir. Bu alanda başka yeni sistemler üzerinde çalışmalar da devam etmektedir. <br /><br />Fakat bilgisayarlı bilim çalışmaları henüz kavramsal çalışmalara yeteri kadar ciddi bir ölçüde yönelmemiştir. Bu alanda Thagard’ın [1988; 1992] bilim tarihinde kavramsal dönüşümler üzerine yaptığı çalışmaları konumuz açısından önemli bir başlangıç olarak görüyoruz. Thagard [1992] Conceptual Revolutions kitabında bilim tarihinde geliştirilmiş bazı teorilerin ne tür kavramsal değişim ve dönüşümlere uğradığını kimya, fizik, biyoloji, jeoloji ve psikoloji tarihinden örneklerle anlatmaktadır. Thagard bu tür kavramsal dönüşümleri modellendirmek için geliştirdiği ECHO programının bilgi gösterim ve çıkarım metotlarını verdiği örnekler üzerinden anlatmaktadır. Bize göre bu çalışma bazı önemli eksiklikleri bulunmasına rağmen şimdiye kadar bilim tarihinde kavramsal değişimler üzerine yapılmış en tafsilatlı analizdir[*]. <br />---<br />[*] Thagard’ın çalışmalarıyla ilgili geniş bir değerlendirme yakında yayınlamayı düşündüğümüz bir kitapta yer almaktadır.<br /><br />Bu bölümde anlatılanları özetleyecek olursak; mantıksal pozitivistler esas olarak teorilerin geliştirilmesi için formel kurallar ortaya koymuşlardır. Pozitivizm sonrası bilim felsefecilerinden Kuhn, bilimin tarih içinde nasıl geliştiğini ve yeni teorilerin hangi şartlarda kabul gördüğünü incelemiştir. Feyerabend, kuralcı yaklaşımlara karşı çıkarak, bilimin bütün kavram ve kurumlarının eleştiriye açık tutulması gerektiğini savunmuştur. Lakatos ve Laudan ise araştırma programları ve araştırma geleneği çerçevesinde bilimin sosyolojik gelişme ve değişim şartlarını incelemişlerdir. Görüldüğü gibi, yirminci yüzyıl bilim felsefecileri esas olarak teorilerin hangi şartlarda nasıl geliştiği konusu ile ilgilenmişlerdir.<br /><br />Modern bilim felsefesinde kavramsal meseleler ‘ontoloji’ başlığı altında hapsedilip bir kenara itilmiş görünmektedir. Halbuki teorilerin kavramsal yapıları çok önemlidir, çünkü bir teoriyi kabul etmek demek onun kavramlarını ve bunların bağlı olduğu yapıyı da kabul etmek demektir. Mesela genel relativite teorisi kabul edildiği zaman, bunun dayandığı geometrik kavramlar, uzay-zaman ve süreklilik gibi kavramlar da kabul edilmiş demektir. Teoriler üzerinde tartışılırken bunların kavramsal yapıları nedense ortaya konmamakta ve tartışmalar, bu teoriler kullanılarak yapılan öngörüler ve açıklamalar üzerinde toplanmaktadır. <br /><br />Kavramsal analizin önemini şöyle basit bir örnek üzerinden açıklayabiliriz: Newton’dan günümüze kadar geliştirilen fizik teorileri gündelik lisandan alınan zaman, ağırlık (kütle), uzunluk, hareket gibi kavramlarla nokta, doğru, eğri ve süreklilik gibi geometrik kavramların karışımı bir yapı üzerine kurulmuştur. Fizik ders kitaplarında Newton mekaniğinin üç temel fiziksel kavram - zaman, uzunluk ve kütle - üzerine kurulduğu, diğer bütün kavramların - hız, ivme, kuvvet, moment, iş, güç, v.s.- bu üç kavramdan türetildiği söylenir. Fakat bu şekilde bir vasıflandırma Newton mekaniğinin dayandığı geometrik uzay ve zaman anlayışını gözardı ettiği için eksik bir vasıflandırmadır. Halbuki bu teori hiçbir şekilde üzerine kurulduğu uzay ve zaman anlayışından bağımsız olarak düşünülemez, çünkü bu anlayıştan tecrit edildiği takdirde bir fizik teorisi olmaktan çıkar ve olaylarla hiçbir alakası olmayan anlamsız bir formel sisteme dönüşür.<br /> <br />Bize göre bilim felsefecisinin esas görevi bilimin gelişmesiyle ilgili özet tasvirler geliştirmek yerine, mevcut teorilerin temel kavramlarını ortaya koymak, teorilerde bunların hangi yapılar içinde birbirine bağlandığını araştırmak ve açık bir şekilde ifade etmek olmalıdır. Bilim adamlarından pek azı araştırma yaptıkları bilim dalının felsefi meseleleriyle uğraşacak zamana ve motivasyona sahiptir. Bilim felsefecisinin görevi sadece bilim adamlarının rasyonel bir çerçevede nasıl davrandıklarını birtakım özetleyici kavramlarla anlatmak olmamalıdır. Eğer İbn Rüşd de bir felsefeci olarak çağının gökbilimcilerinin yaptığı çalışmaları ve kullandıkları fiziksel ve geometrik araçları ve metotları tasvir etmekle yetinseydi, modern astronominin ve buna bağlı olarak bilimin gelişmesi çok daha uzun zaman alabilirdi. <br /><br />4. Modern Fizik ve Gerçeklik<br /><br />Modern fiziğin hemen hemen bütün konuları yirminci yüzyılın başlarında geliştirilen iki büyük teori üzerine kurulmuştur. Bunlardan ilki Einstein’ın genel relativite teorisi, diğeri ise Bohr, Heisenberg, Schrödinger, Pauli ve Dirac gibi fizikçilerin geliştirdiği kuantum teorisidir. Genel relativite teorisi o zaman bilinen iki temel kuvvetten biri olan gravitasyonla ilgili olayları, kuantum teorisi ise elektromanyetik etkileşimleri açıklamak için geliştirilmişti. Kuantum teorisi daha sonra zayıf ve güçlü çekirdek etkileşimlerini de kapsayacak sekilde genişletildi.<br /><br />İki teori birbirinden çok farklı alanlardaki fiziksel olayları açıklamak için geliştirildiklerinden genel olarak bunların birbirinden tamamen farklı kavramlar üzerine kurulmuş teoriler olduğu zannedilir. Halbuki bu iki teori en temelde 2400 yıl kadar önce Aristo’nun Fizik kitabında tarif ettiği ortak kavramlara sahiptir. Bu kavramlardan bazıları şunlardır: zaman, uzunluk, hareket, süreklilik, sonsuzluk, ve sonsuz bölünebilirlik[*]. Aristo’nun kavram tarifleri Öklid geometrisinin nokta kavramıyla birleştirildiğine günümüz fizik teorilerinin temel kavramları - sonsuz bölünebilir uzay ve zaman, noktasal kütle - tarif ve tesbit edilmiş olmaktadır.<br /><br />Bu kavramlardan bazıları - mesela süreklilik, sonsuz bölünebilirlik ve nokta kavramları - fizik teorilerinde kullanılan matematiksel yapıların da temel kavramlarıdır. Newton’dan günümüze fizik teorilerinin matematiksel yapısı ağırlıklı olarak diferansiyel denklemler üzerine kurulmuştur. Fiziksel sistemler genellikle diferansiyel denklemlerle modellendirilir. Kuantum teorisinde Schrödinger’in dalga denklemi ve genel relativite teorisinde Einstein’in alan denklemleri diferansiyel denklemlerdir. Diferansiyel hesap da süreklilik kavramı üzerine kurulmuştur.<br /><br />Aşağıda da göreceğimiz gibi, yüzyıllardır hemen hemen hiç tartışmasız bir şekilde kabul edilmiş bu kavramlar üzerine kurulan fizik teorilerinin en gelişmiş ikisi olan kuantum teorisi ve genel relativite teorisini birleştirmeye çalışan fizikçiler yetmiş yıldır bu temel kavramlar yüzünden ciddi problemlerle karşı karşıya bulunmaktadır. <br />-------<br />[*] Bu kavramların tarifleri için bakınız: Aristotle, Physics, Kitap VI, Bölüm 2. Bu bölümde Aristo’nun fizikle ilgili kavramlar hakkındaki önermelerinden bazıları şunlardır: Hareket süreklidir. Zaman süreklidir. Hareket zaman işgal eder. Mesafe sonsuz bölünebilir. Zaman sonsuz bölünebilir. Sonsuzluk iki türdür: Sonsuz küçük ve sonsuz büyük. Zaman ve uzunluk bu iki türden sonsuzdur.<br /> <br />Bu açıklamalardan sonra şimdi Heisenberg, Feynman, Deutsch, Weinberg ve Penrose gibi yirminci yüzyılın bazı tanınmış fizikçilerinin konumuzla alakalı görüşlerini özet olarak değerlendirmeye geçebiliriz.<br /><br />Heisenberg<br /><br />Yirminci yüzyılın en önde gelen fizikçikerinden ve kuantum mekaniğinin kurucularından biri Werner Heisenberg’dir. Heisenberg klasik ve modern felsefeyi iyi bilen ender fizikçilerden biriydi. Eski Yunan felsefecilerinden Kant’a, mantıksal pozitivistlerden Wittgenstein’a kadar geniş bir felsefi perspektife sahip olduğunu ‘Fizik ve Felsefe’ (Physics and Philosophy) isimli eserinde görmek mümkündür. Bu hatırlatmadan sonra şimdi Heisenberg’in bilim ve gerçeklik konusundaki düşüncelerine geçebiliriz.<br /><br />Heisenberg, atom altı olaylar üzerine yapılan deneylerde elde edilen sonuçları Bohr’la nasıl uzun uzun tartıştıklarını bu kitabında anlatmaktadır. Bu müzakerelerin sonundaki duygu ve düşünceleriyle ilgili olarak şunları söylemektedir:<br /><br />“Bohr’la yaptığımız ve gece geç saatlere kadar süren ve sonunda ümitsizlikle biten tartışmaları hatırlıyorum. Bu tartışmaların sonunda yürüyüş için yakındaki bir parka gittiğimde kendi kendime tekrar tekrar şu soruyu sorduğumu da: Tabiat bu atomik deneylerde göründüğü gibi saçma (absurd) olabilir mi?” [Heisenberg, 1971, s.43]<br /><br />Görüldüğü gibi, Aristo’nun formüle ettiği temel kavramlar üzerine kurulmuş bir fizik lisanı çerçevesinde olaylara bakan Heisenberg’in geldiği yerde karşılaştığı soru tabiatın saçma (absurd) olup olmadığı sorusudur. Bu meselenin çözümü için iki yol düşündüklerini söylüyor: Bunlardan birincisi, fizikte kullanılan matematik yapıların yeterli olup olmadığını sorgulamak. İkincisi ise dalga-parçaçık ikiliğini kabul etmek. <br /><br /> İkinci çözüm 1927 yılından beri kuantum mekaniğinde birçok fizikçi tarafından kabul edilmektedir. Fakat burada şu soru sorulabilir: Heisenberg de dahil bu fizikçiler dalga ve parçacık kavramlarının kullanımına sınır çizildiği sürece bunların birbiriyle tutarlı olduğunu söylemektense bu iki kavram yerine çelişkiyi ortadan kaldırabilecek bir kavram getirmeyi düşündüler mi acaba? Birazdan göreceğimiz gibi bazı meşhur fizikçiler bunu yapmaya çalıştılar, fakat başaramadılar, çünkü bu iş, hem dalga hem de parçacık kavramı üzerine kurulmuş geniş bir matematiksel yapılar külliyatını bir kenara bırakıp yeni matematik yapılar icad etmeyi gerektiriyordu. Buradan da görüyoruz ki, matematik yapılar fiziğe ifade gücü kazandırabildiği gibi, bu yapıların kendisinden kaynaklanan sınırlamaları da beraberinde getirebilmektedir.<br /><br /> Heisenberg fizikçilerin mevcut matematik kataloğunu nasıl devrettiklerini şu şekilde ifade ediyor:<br /> <br />“Fizikçiler şimdi bütün elementer parçacıkların ve bunların özelliklerinin matematiksel olarak türetilebileceği temel bir maddesel hareket kanunu bulmaya çalışmaktadırlar.” [Heisenberg, 1971, s. 60]<br /><br /> Fakat, aradan geçen zaman içinde hala elementer parçacıkların kütlelerinin ve öteki kuantum özelliklerinin matematiksel olarak türetilebileceği hiçbir formül bulunamamıştır. İşte bu yüzden son onbeş yılda, giderek artan sayıda fizikçi yeni kavramlar ve yeni matematiksel yapılar kullanarak bu meseleyi çözmeye çalışmaktadır. Fakat bu kavramların ve matematiksel yapıların ne kadar ‘yeni’ olduğu ayrı bir soru olarak kalmaktadır.<br /><br /> Heisenberg kuantum fiziğindeki kavramsal çelişkinin çözümünü Heraklit’in (Heraclitus) ‘oluş’ kavramında ve zıtların birliği prensibinde görmektedir:<br /><br /> “Burada şunu söyleyebiliriz ki,modern fizik bir bakıma Heraklit’in doktrinlerine çok yakındır.” [Heisenberg, 1971, s. 61]<br /> <br /> Heisenberg, burada Heraklit’in ‘ateş’ kavramı ile fizikteki enerji kavramı arasında benzerlik kurarak, enerji ile madde arasındaki dönüşümleri bu felsefecinin ‘oluş’ kavramına kadar dayandırmaktadır. Burada bizim açımızdan önemli olan husus şudur: Heisenberg gibi teorik fizikçiler, teoriyle ilgili kavramsal bir problemle karşılaştıklarında meseleyi kendi ‘tabii lisanları’ içindeki kaynaklardan bulabilecekleri ‘yeni’ kavramlarla çözmeye çalışmaktadırlar. <br /><br /> Heisenberg daha sonra Wittgenstein’ın Tractatus’unda öngördüğü, olguları (facts) esas alan bir dünya anlayışı ile karşımıza çıkıyor:<br /><br />“Dünya böylece, farklı türden bağlantıların değiştiği veya çakıştığı veya birleşerek bütünün dokusunu belirlediği karmaşık bir olaylar dokusu olarak görünmektedir. … Fakat bu şekilde tam bir açıklığa kavuşsak bile bu kavramlar dizisinin gerçekliği tasvir ettiği bilinemez.” [Heisenberg, 1971, s. 96]<br /><br />Fakat sözünün son cümlesinde görüldüğü gibi, Tractatus’taki olgu esaslı dünya anlayışı da gene, olguların tasvirinde kullanılan kavramların gerçekliği hangi güvenirlikle tasvir edebileceği sorusuna takılmaktadır. Bizce burada önemli olan husus Heisenberg’in, dünyayı ne şekilde tasvir edersek edelim – olgular, olaylar, bağıntılar, vs. – sonunda bunları bir kavramlar örgüsü ile tasvir etmek zorunda olduğumuzu ifade etmiş olmasıdır. <br /> <br /> Heisenberg, relativite teorisinin Newton mekaniğinin uzay-zaman kavramını nasıl değiştirdiğini anlatıyor ve bundaki ‘uzaktan etki’ yerine ‘noktadan noktaya etki’ kavramını getirdiğini söylüyor. Bunun için de en uygun yapının diferansiyel denklemler olduğunu ifade ediyor. Relativite teorisi diferansiyel denklemlerle sınırsız kesinlikte hesaplamaya imkan veren bir yapıya kavuşmuş oluyordu. Öte yandan, kuantum teorisindeki belirsizlik prensibi eşzamanlı (simultaneous) olarak pozisyon ve momentin – veya zaman ve enerjinin – hassas olarak ölçülebilmesine bir sınır koymaktaydı. Bu durumun ise relativite ve kuantum teorilerinin birleştirilmesinde matematiksel çelişkilere yol açacağını söylemektedir[*]<br />------<br /> [*] Heisenberg, 1971, s. 140-141.<br /><br /> Heisenberg, kitabının onuncu bölümünde fizikte lisan ve gerçeklik konusuna gelerek, yeni fizikle birlikte gelen durumun, yani kuantum mekaniğinin sonuçlarının ifadesinde mevcut matematiksel lisanın yetersiz kaldığına işaret ediyor:<br /><br /> “Bu aynı zamanda belki şu demektir: Yeni durum hakkında konuşabileceğimiz doğru bir lisanı henüz bulmuş değiliz.” [Heisenberg, 1971, s. 145]<br /><br />Fizikçilerin birçok hesaplamayı yapmalarına imkan veren matematiğin dili ile gündelik lisan arasında geçişin sağlanmasının fizikçilerin vazifesi olduğunu belirtiyor:<br /><br />“Fizikçi … kendi çıkardığı sonuçları fizikçi olmayan kişilere de anlatmak zorundadır, aksi halde herkesin anlayacağı tabii lisanda bazı açıklamalar verilmediği takdirde bu insanları ikna etmek mümkün olmaz.” [Heisenberg, 1971, s. 145-146]<br /><br />Heisenberg, sonuçta kavramları ne kadar muğlak olursa olsun bilginin gelişmesinde herşeye rağmen tabii lisanın, kavramları kesin olan matematik lisanınkinden daha önemli bir rol oynadığını söylüyor:<br /><br />“Dahası, modern fiziğin gelişmesinin ve analizinin en önemli hususiyetlerinden biri, kavramları kesin tarif edilmemiş olsa da bilginin gelişmesinde tabii lisanın kavramlarının, bilim lisanının bazı olaylardan idealleştirme yoluyla türetilen kesin trerimlerinden daha güvenilir olduğunun anlaşılmasıdır. … Fakat [bilim lisanında yapılan] bu idealleştirme ve kesin tarifler sürecinde gerçeklikle doğrudan bağlantı kaybolmaktadır.” [Heisenberg, 1971, s. 171]<br /><br />Heisenberg’in bilim lisanı ile tabii lisan arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bu tesbiti bizce çok önemlidir. Çünkü bilim adamları tarafından lisan aracı olarak geliştirilen teorilerin temel kavramları da tabii lisana dayanmaktadır. <br /> <br /> Son söz olarak Heisenberg önemli bir tesbitte bulunarak bilginin sonuçta mutlaka, gerçeklikle temas halinde olduğundan emin olabileceğimiz tek merci olan tabii lisana dayandırılması gerektiğini belirtiyor: <br /><br />“Biliyoruz ki, her anlayış sonunda tabii lisana dayandırılmalıdır, çünkü sadece onda gerçeklikle temas halinde olduğumuzdan emin olabiliriz.” [Heisenberg, 1971, s. 172]<br /> <br />Fakat biz burada bir adım daha öteye giderek tabii lisanın kavramlarının nereden geldiğinin de araştırılması gerektiğini söylüyoruz. Böyle bir araştırma veya soruşturmanın bilim ve gerçeklik arasındaki alaka açısından son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. <br /><br />Feynman <br /><br />Geçtiğimiz yüzyılın tanınmış teorik fizikçilerinden ve kuantum elektrodinamiğinin kurucularından olan Richard Feynman, teorilerin esas fonksiyonunun, teorinin öngörüleriyle deney veya gözlem sonuçlarının uyuşması olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:<br /><br /> “[Fizikçiler] şunu öğrendiler ki, esas mesele bir teoriyi beğenmek veye beğenmemek değildir. Önemli olan teorinin deneylerle uygun öngörüler yapmamızı sağlayıp sağlamadığıdır.” [Feynman, 1990, s. 10]<br /><br />Burada Feynman, Ptoleme’den günümüze kadar gelen ve Duhem tarafından da desteklenen ‘olayları kurtarmak’ (saving the phenomena) anlayışının takipçisi olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Kuantum mekaniğinin sağduyu ile ters düşen, anlaşılmaz yapısı konusunda da şunları söylemektedir:<br /> <br /> “Benim kendi örencilerim de [kuantum teorisini] anlamaz. Bunun sebebi, ben de onu anlamıyorum. Kimse de anlamıyor.” [Feynman,1990, s. 9]<br /><br /> Feynman daha sonra da bu teorinin anlaşılmaz yapısının, tabiatın kendisinden kaynaklandığını, hatta daha da ötesi, tabiatın saçma/abes olduğunu söylemektedir:<br /><br /> “Kuantum elektrodinamiği teorisi sağduyu açısından Tabiat’ı saçma olarak tasvir eder. Ancak deneylerle de tam bir uyum içindedir. Bu yüzden de umarım Tabiat’ı olduğu gibi – yani saçma olarak kabul edersiniz.” [Feynman, 1990, s. 10]<br /> <br />Ve devam ederek tabiatın neden böyle anlaşılmaz davrandığını açıklayabilecek bir teori bulunmadığını ifade ediyor:<br /><br /> “Tekrar edelim, biz Tabiatın neden böyle acayip bir şekilde davrandığıyla uğraşmayacağız, bunu açıklayabilecek iyi bir teori yoktur.” .” [Feynman, 1990, s. 12]<br /><br />Bu ifadelerden görüldüğü gibi Feynman, deneylerle büyük bir uyum içindeki kuantum teorisinin değil, bunun yerine tabiatın saçma olduğunun kabul edilmesini tercih etmektedir. Çünkü, mevcut matematik yapıları kullanarak, deneylerle uyumlu ve anlaşılabilir yeni bir teori geliştirmenin imkansızlığı karşısında tabiatın saçma olduğunu kabul etmek ona daha makul gelmektedir.<br /><br /> Genel relativite ve kuantum teorisi çoğu zaman büyük bir hassasiyet sınırı içinde deney ve gözlem sonuçlarıyla uyumlu olduğundan, bu teorilerin üzerine kurulduğu lisanın gerçekliği bilmek için uygun olup olmadığı sorusu uzun süre birçok bilim adamı tarafından pek dikkate alınmamıştır. Çünkü teoriye göre tarif edilen olaylarla uyuşmazlık durumlarında – aynı Ptoleme’nin astronomi modeline yeni eğriler eklenmesinde olduğu gibi – matematik hiyleler ‘olayları kurtarmaktadır’. Çağdaş fizikçiler arasında en açık sözlülerinden biri olan Feynman kuantum mekaniğinde karşılaşılan böyle bir problemi nasıl hallettiklerini şöyle açıklamaktadır:<br /><br /> “Dirac’ın teorisi elektronun manyetik momentinin – bu küçüçük bir mıknatısın kuvveti gibi birşeydir – büyüklüğünün belli birimler cinsinden tam 1 olduğunu söylüyordu. Sonra 1948’de yapılan deneylerde bu sayının 1.00118’e yakın olduğu bulunmuştu. … Fakat bu değer [teoriye göre] yapılan hesaplarda 1.00118 yerine sonsuz çıkıyordu ki, bu deneysel değere hiç uymuyordu! Efendim, kuantum teorisinde hesapların nasıl yapılacağı meselesi, Julian Schwinger, Sin-Itiro Tomanaga ve benim tarafından 1948’de halledildi. Schwinger bu yeni ‘üç kağıt oyunuyla’ ilk hesaplamayı yaptığında teorik değeri 1.00116 olarak çıkarttı ki,bu sayı deneysel değere oldukça yakındı …” [Feynman, 1990, s. 6-7]<br /><br />Aslında Feynman’ın anlattıkları günümüz bilim (fizik) anlayışı içinde gayet normal sayılması gereken işlerden. Çünkü zaten mevcut bilim anlayışının daha en baştan gerçekliği bilmek gibi bir amacı yoktur. Esas anlaşılmaz olan husus, bazı fizikçilerin gene bu bilim anlayışı içinde geliştirilmiş olan teorileri kullanarak yaptıkları hesaplarla gözlem sonuçları arasında tezatlar ortaya çıktığında bundan ‘tabiat anlamsızdır’ şeklinde bir sonuç çıkarmalarıdır.<br /><br />Deutsch<br /><br />Son yıllarda gerçeklik meselesiyle ilgilenen çağdaş kuantum fizikçilerinden biri de David Deutsch’tur. Royal Society üyesi bu fizikçi ilk felsefi eseri The Fabric of Reality (Gerçekliğin Dokusu) kitabında gerçeklik kavramıyla ilgili görüşlerini ortaya koymaktadır. Bu meselenin çözümünü eninde sonunda gündelik lisanda gören meslekdaşı Heisenberg’in aksine Deutsch, kuantum teorisinin ‘çoklu dünyalar’ yorumundan işe başlamaktadır.<br /><br />Deutsch kitabında ‘gerçekliğin dokusunun’ parçacık fizikçilerinin kurmaya çalıştığı ‘herşeyin teorisi’ (theory of everything) gibi teorilerle değil, merkezinde kuantum teorisi olan ve evrim teorisi, epistemoloji, ve hesaplama teorisinin oluşturduğu dört kollu bir yaklaşımla anlaşılabileceğini öne sürüyor[Deutsch, 1997, s.18]. Kuantum fiziğinin çoklu evrenler yorumunu benimseyen yazar bütün fiziksel gerçekliğin, çok sayıda (en az 1012 kadar) paralel evreni içerdiğini kabul etmektedir[Deutsch, 1997, s.54]. <br /><br /> Deutsch, çift yarık deneyinde fotonların davranışını kuantum mekaniğinin çoklu dünyalar yorumuna göre ‘gölge’ fotonlarla açıklamaktadır:<br /><br /> “İşte böylece ekranda 1012 kadar (yani bir trilyon) mümkün delik-yer vardır. Bu yüzden de her sahici fotona eşlik eden en az bir trilyon gölge foton olmalıdır.” [Deutsch, 1997, s. 44]<br /><br />Yani çift yarık deneyi gibi, tabii lisanda bir iki kısa cümleyle ifade edilen bir deneyi açıklamak için çoklu evren yorumuna göre en az 1012 gölge evren varsayımında bulunmak gerekiyor. Feynman’ın bu deneyle ilgili açıklaması ise fotonların çift yarıktan geçmeden önce etrafı, c ışık hızından çok daha büyük bir hızla ‘yokladığı’ varsayımına dayanıyordu. Yukarıda bahsedildiği üzere, Bohr ve Heisenberg gibi fizikçilerin savunduğu başka bir anlayışa göre ise fotonların çift yarık deneyinde hem dalga hem de parçacık şeklinde davrandığı kabul edilmektedir.<br /><br /> Bize göre çift yarık deneyinin ve diğer bazı optik deneylerin açıklanabilmesi için yeni temel kavramlara, ve dolayısıyla yeni bir lisana ihtiyaç vardır. Bu yeni kavramlarla ışık, dalga veya parçacık olarak değil bunlardan daha genel bir şekilde ifade edilecektir. Bu kavramlar ayrıca bizi, basit bir olayı trilyonlarca gölge fotonlarla veya öteki tutarsız kavramlarla açıklamaktan kurtaracaktır. <br /><br /> Deutsch, kitabının sonlarına doğru dört teorinin – kuantum teorisi, evrim teorisi, epistemoloji ve hesaplanabilirlik teorisi – herbirinin ‘doğru teoriler’ olmasına rağmen[*], kendilerine yöneltilen eleştirilerle başa çıkamadığını kabul ediyor ve vakit geçirmeden bu dört teoriyi birleştirmek gerektiğini söylüyor [Deutsch, 1997, s. 342]. Evrimci epistemolojinin tafsilatlı bir tenkidi Thagard [1988, s. 102-111] tarafından verilmektedir. Thagard kitabının bu bölümünde teorilerin gelişmesinin evrimci kavramlarla açıklanmasının nasıl ciddi yanlışlıklara yol açacağını her bir kavram için karşılaştırmalı örneklerle anlatmaktadır. <br />------<br />[*] Bunlara ‘doğru’ denilemeyeceği bir yana, bazılarına ‘teori’ bile demek doğru değildir. Mesela, ‘evrim teorisi’, teorilerde olması gereken özelliklere sahip değildir. Bu yüzden buna ‘senaryo’ demek daha uygundur (bakınız: A. Y. Özemre (1999). “Kur’an-ı Kerim ve tabiat ilimleri: Tenkidi bir yaklaşım”. İstanbul: Furkan Yayınları, s. 39-40). Evrimci epistemolji sadece metafizik bir sistem, hesaplanabilirlik teorisi ise sadece matematiksel bir teoridir. <br /><br /> Özet olarak ifade edecek olursak, Deutsch şu hususlar açısından eleştirilebilir: Mevcut bilim anlayışında teori geliştirmenin amaçları arasında gerçekliği anlamak diye bir amaç olmadığı ve kendisi de aynı bilim anlayışının temel kavramlarını hiçbir şekilde tartışmadığı halde, dört teoriyle ‘gerçekliğin dokusu’nun anlaşılacağını iddia etmektedir. Ayrıca bu dörtlü yaklaşımı meydana getiren ‘teorilerin’ her biri tartışmalıdır, dördü bir araya getirilince bu tartışmaların ortadan kalkacağını düşünmek ne dereceye kadar doğru olur, bilinmez. Deutsch ayrıca ‘teori’ kelimesini fizik teorileri ile matematiksel yapıları, hatta metafizik sistemleri ve senaryoları birbirine karıştıracak şekilde yanlış kullanmaktadır.<br /><br />Weinberg<br /><br />Çağdaş fizikçilerden Steven Weinberg, Dreams of a Final Theory (Son Teori Hayalleri) kitabının bir bölümünde fizikle felsefe arasındaki alakayı ele alıyor ve felsefecilerin fiziğe pek fazla şey kazandırmadığını söylüyor:<br /><br /> “Sadece şunu diyorum ki,felsefi prensipler genel olarak bize doğru ilk kavramları vermemişlerdir. Son teori peşinde koşan fizikçiler atmacadan çok avcı köpekleri gibidirler; yerde etrafı koklayarak tabiat kanunlarında bulacağımız güzelliklerin izlerini ararlar. Felsefenin tepelerinden ise gerçeğe giden yolu görememekteyiz.” [Weinberg, 1993, s. 167]<br /><br />Burada felsefecilerin doğru ilk kavramları vermediğini söyleyen Weinberg’in, fiziğin halen geçerli sayılan temel kavramlarının Aristo gibi bir felsefeci tarafından formüle edilmiş olduğunu göz önüne almadığı anlaşılıyor. <br /><br /> Weinberg daha sonra pozitivistlerin, bilimsel teorilerin gözlemlere karşı test edilmesi ve teorinin her noktada gözlenebilen büyüklüklere işaret etmesi gerektiği prensibini eleştiriyor ve bilim tarihinden bu prensibe uyulmadan geliştirilen teorilere örnekler veriyor:<br /><br /> “Pozitivistlerin parçacıkların yeri ve momentleri gibi konular üzerinde dikkatleri toplaması kuantum teorisinin ‘gerçekçi’ yorumunu engellemiştir, ki bu yoruma göre dalga fonksiyonu fiziksel gerçekliği temsil etmektedir. Pozitivizm aynı şekilde sonsuzluklar meselesinin de bulandırılmasında rol oynamıştır. Yukarıda gördüğümüz gibi 1930’da Oppenheimer, kuantum elektro-dinamiği olarak bilinen fotonlar ve elektronlar teorisi bazı saçma sonuçlara yol açmıştı: [bu teoriye göre] fotonların bir elektron tarafından absorplanması ve yayılması atoma sonsuz büyüklükte enerji kazandırıyordu.” [Weinberg, 1993, s. 181]<br /><br />Weinberg’in, dalga fonksiyonunun fiziksel gerçekliği temsil ettiği sözü anlamsızdır, çünkü ‘fiziksel gerçeklik’ sözü anlamsızdır. Böyle bir ifade ancak gerçekliği bir bütün olarak anlamamızı sağlayacak kavramlara sahip bir lisanda anlamlı olabilirdi. Mevcut bilim anlayışında fizik teorileri gerçekliği temsil etmek gibi bir amaç için geliştirilmezler[*].Çünkü teoriler bilim adamları tarafından konularıyla ilgili olayları tutarlı bir şekilde açıklamak veya onlar hakkında öngörülerde bulunmak için bir lisan aracı olarak geliştirilirler. Eğer teoriyi kullanarak yapılan hesaplarla gene teoriye göre yapılan gözlemler arasında çelişkiler ortaya çıkarsa, teoride bazı değişiklikler yapılarak hesaplar gözlem sonuçlarına uydurulur. Zaten Weinberg’in bahsettiği türden sonsuzlukların kuantum mekanikçileri tarafından nasıl ‘halledildiği’ de bu prensibin pratikte uygulanmasının örneklerinden biridir.<br />-------<br />[*] Aslında hiçbir bilim anlayışında teorilerin böyle bir fonksiyonu olamaz. <br /><br /> Weinberg, Phillip Johnson’un evrim teorisiyle ilgili olarak söylediği ‘evrimin ilahi bir plana bağlı olarak işlemediği hakkında hiçbir ciddi kanıt bulunmadığı’ iddiasını eleştirerek bilimin ilerlemesinin ancak, tabiat olaylarına ilahi hiçbir müdahale olmadığı kabulüyle olacağını söylüyor:<br /><br /> “Fakat herhangi bir bilimin ilerleyebilmesi için tek yol [tabiata] hiçbir ilahi müdahalenin yapılmadığını kabul etmek ve bu kabulle nereye kadar gidilebileceğini görmektir.” [Weinberg, 1993, s. 247]<br /><br />Biz deriz ki: bilimin ilerlemesi için ilahi müdahaleyi inkar etmek gerekmez. Burada önemli olan, ilahi müdahale oluyorsa bunun nasıl olabileceğini araştırmaktır. Tanrı yaratılışı, tabiatta gördüğümüz nizam ve simetriyi sağlayacak şekilde başlatmış olsa, ve bu nizam belli bir şekilde devam ediyor olsa, bizim fizik teorilerimiz en mükemmel halde ancak bu düzenliliğin temel yapısını anlamamıza yardımcı olabilir. Mükemmel bir fizik bilgisine sahip olsaydık, Tanrı’nın bu nizama nerede ve ne zaman müdahale ettiğini ancak böyle bir müdahele olduktan sonra bilebilirdik. Çünkü her ilahi müdahale, mevcut nizam içinde olamayacak olayları gerçekleştirmek veya olacak olayları engellemek için yapılır. Fakat mükemmel bir fizik bilgisine gerçeklik kavramından uzaklaşmış bir bilim ve lisan anlayışı içinde kurulmuş teorileri kullanarak ulaşmak asla mümkün olmayacaktır. <br /><br /> Ayrıca, Weinberg’in kabulünün aksine, eğer Tanrı’nın gerçekten tabiat olaylarına yukarıda ifade ettiğimiz şekilde dilediği zaman ve mekanda müdahale ettiği doğru ise[*], o zaman Weinberg’in bilim anlayışı içinde bu tür olayları açıklamamız hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Hatta mevcut nizamı, sadece ilahi müdahale olmadığı durumlarda açıklamak için geliştirdiğimiz teorileri kullanarak ilahi müdahale ile gerçekleşen olayları da açıklamaya kalktığımızda birçok çelişkiyle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu çelişkileri ortadan kaldırmak için teorimize yeni hipotezler eklemek, yani olayları kurtarmaya çalışmak bizi gerçekliğe yaklaştırmaycaktır. Demek oluyor ki, Weinberg’in bilimin ilerlemesi için öne sürdüğü prensibe fazla güvenmemek gerekiyor. <br />-----<br />[*] Tabiat olaylarına ilahi müdahale konusunda tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “İslam’da Bilginin Temelleri”. Istanbul: İz Yayıncılık.<br /><br /> Weinberg, ilahi müdahale kabulüne başvurmadan fizik bilimlerde ve biyolojide ne kadar ileri gidildiğine işaret ediyor:<br /><br /> “Bence gerek fizik ve gerek biyolojik bilimlerde dünyayı açıklama yolunda, ilahi müdahaleyi işin içine katmadan bu kadar ileri gidebilmiş olmamız büyük bir buluştur.” [Weinberg, 1993, s. 248]<br /><br />Fizikte yanlış bir kavram sistemi içinde ne kadar ileri gidilmiş olduğunu aslında, iki gelişmiş fizik teorisini birleştirebilmek için büyük çabalar içinde string teorilerini geliştirmeye çalışan fizikçilere sormak lazımdır. Ayrıca, fizikte bugüne kadar geliştirilen iki teoriden en güvenileni olan kuantum teorisinin basit bir optik deneyini birbiriyle tenakuz içindeki iki kavramı kullanan bir modelle veya 1012 paralel dünyalar varsayımı ile nasıl ‘açıkladığı’ üzerinde de durmak gerek. Fizikle gerçeklik arasındaki alakanın bilinmediği bir dünyada fizik bilimleri sadece birer teknik sanat olarak görmek bile mümkündür. <br /> <br /> Aslında yukarıda ‘fiziksel gerçeklikle’ ilgili olarak söylediklerine Weinberg’in kendisi de pek inanmamaktadır. Mevcut bilim anlayışının insanları ‘fiziksel gerçeklikten’ nasıl uzaklaştırdığını The First Three Minutes (İlk Üç Dakika) isimli kitabından naklettiği şu sözleriyle kendisi kabul ve tasdik etmiş bulunmaktadır:<br /><br /> “Evren ne kadar fazla anlaşılabilir görünüyorsa, o kadar da anlamsız görünmektedir.” [Weinberg, 1993, s. 255]<br /><br />Bu sözler bize daha önce Feynman’ın söylediği, tabiatın saçma olduğu sözünü hatırlatıyor. Evrenin anlamsız (pointless) olduğunu söylemekle saçma (absurd) olduğunu söylemek arasında pek fazla fark olmasa gerek. Eğer evren anlamsızsa, onu daha fazla araştırmanın amacı ne olabilir? Herhalde gerçekliği bilmek ve tanımak değil.<br /><br /> Şimdi sormak gerekiyor: Bütün bunlara rağmen bazı fizikçiler ‘fiziksel varlık’ (physical existence) veya ‘fiziksel oluş’ (physical being) terimleri yerine neden ısrarla ‘fiziksel gerçeklik’ terimini kullanmak isterler? Acaba ‘gerçeklik’ kelimesi varlıklar ve olaylar arasında anlaşılabilir bağlantılar olması gerektiği düşüncesini taşıdığı için mi? O zaman evrenin anlamsız olduğu sonucuna götüren bir araştırmanın gerçeklikle alakası ne olabilir?<br /><br />Penrose<br /><br />Diğer bir meşhur fizikçi Roger Penrose, Shadows of the Mind kitabında kuantum fiziği ve gerçeklik konusunda bazı tesbitlerde bulunmaktadır. Fakat önce onun kuantum teorisiyle ilgili bazı meselelere nasıl baktığını görelim. Penrose bu teoriyle ilgili paradokslar hakkında şunları söylemektedir:<br /><br />“Kuantum teorisi küçük ölçeklerde fiziksel gerçekliğin mükemmel bir tasvirini vermektedir, fakat birçok sırrı da içinde taşımaktadır. Şüphe yok ki,bu teorinin işleyişinden memnun olmak çok zordur, özellikle de dünyamız için öngördüğü ‘fiziksel gerçeklik’ türüne – veya bunun olmayışına – bir mana vermek çok zordur.” [Penrose, 1993, s. 237] <br /> <br />Tekrar etmemiz gerekiyor ki, herhangi bir teorinin fiziksel gerçekliği tasvir ettiğini söylemek anlamsızdır. Teoriler kendi başlarına hiçbir şeyi tasvir etmezler, ancak bir lisan içinde kullanıldıkları zaman bunlardan anlamlı veya anlamsız sonuçlar çıkartılabilir. Başlangıçta gerçekliği anlamamıza veya bilmemize yardımcı olsun diye geliştirilmemiş bir teori bu amaçla kullanılmak istendiğinde tabiidir ki anlamsız sonuçlara götürecektir. Kuantum teorisi böyle bir amaca hizmet etsin diye geliştirilmiş olsaydı daha en başından bu teorinin tam bir kavramsal analizi yapılarak, kavramlarını kullandığı lisanın bu iş için uygun olup olmadığı araştırılırdı.<br /><br /> Penrose kuantum teorisini iki operatör cinsinden özetliyor ve bu teorinin konusu içine giren bazı olayları bunlarlar açıklamaya çalışıyor. Açıklamaya çalıştığı olaylardan biri ışığın yarı geçirgen, yani üzerine gönderilen ışığın yarısını geçiren, yarısını da yansıtan bir ayna üzerine gönderildiği zamanki davranışıyla alakalı. Kuantum teorisine göre yarı geçirgen bir aynaya gönderilen tek foton süperpoze bir yansıma ve geçiş durumuna girmektedir[Penrose, 1993, s. 260]. Penrose burada diğer birçok kuantum fizikçisi gibi fotonların tek olarak hareket ettiği ön kabulü içinde düşünmektedir:<br /> <br />“… kuantum mekaniğinde fotonun aynı anda bu acayip karmaşık süperpozisyonda iki şeyi birden yaptığına inanmaya çalışmamız gerekiyor.” [Penrose, 1993, s. 261]<br /><br />Bunu kabul etmek fizikçilere çok zor gelmektedir, çünkü maddenin en küçük parçacıklarının çiftler halinde hareket ediyor olabileceklerine dair eski Yunan düşüncesinden ‘tabii lisana’ geçmiş hiçbir kavram yoktur. Penrose, kitabının bir sonraki bölümünde kuantum teorisi ve ‘fiziki dünya’ arasındaki alakayı inceliyor ve önce şöyle bir tesbitte bulunuyor:<br /><br /> “Kuantum seviyesinde fiziki dünyamızın davranışı alışkanlıklarımıza tamamen karşıdır ve bildiğimiz seviyedeki tecrübelerimizin ‘klasik’ davranışından birçok yönden çok farklıdır.” [Penrose, 1993, s. 307]<br /><br />Buradaki ‘alışkanlığımıza karşı’ (counter intuitive) sözü üzerinde durmak yerinde olacaktır. Fiziksel dünya hakkındaki bu ‘alışkanlık’ lisanımıza nereden gelmiştir? Kendi tecrübelerimizden mi, yoksa 2400 yıl önce formüle edilmiş bazı tariflerin gerçeği anlattığını gibi kabul ettiğimizden mi? Maddenin en küçük parçasının mutlaka tek olması gerektiği sonucunu hangi kitaptan çıkardık veya buna hangi tecrübe ile ulaştık? Uzay ve zamanın sonsuz bölünebilir olduğunu neden tartışmadan kabul ettik? Bunları söyleyen eski felsefecilerin fizik dünyayı herkesten daha iyi bildiklerini mi düşündük?<br /><br /> Öte yandan fotonların aslında çiftler halinde hareket ediyor olabileceğini neden düşünemiyoruz? Halbuki belli enerji seviyesinin üzerindeki ‘tek’ fotondan elektron-pozitron çiftinin oluştuğunu da Dirac söylemiş ve daha sonra bu birçok deneyle de tesbit edilmişti. <br /><br />5. Herşeyin Teorisi mi? Hiçbirşeyin Teorisi mi? <br /><br />Mantıksal pozitivistlerin yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Batı bilim anlayışına yerleştirmeye çalıştıkları ‘bilimlerin birleştirilmesi’ (unification of science) programı pozitivist felsefeye temayüllü bilim adamları tarafından benimsenmişti. Mantıksal pozitivistler ‘bilimlerin birleştirilmesi’nden esas olarak biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimlerin, fizik teorileri üzerine kurulabilir olduğunu anlıyorlardı. Ancak böyle bir programın başarılı olabilmesi iki dev engelle karşılaşıyordu. Bunlardan birincisi fiziğin en gelişmiş iki teorisinin – kuantum mekaniği ve genel relativite teoerisinin – birleştirilmesiydi. İkincisi ise biyolojiden başlamak üzere diğer bilimler içinde geliştirilmiş olan teorilerin bir fizik teorisine nasıl indirgenebileceği idi.<br /><br /> Kuantum teorisiyle genel relativite teorisinin, dünyanın en meşhur fizikçilerinin yetmiş yıldan fazla bir zamandır süren bütün çabalarına rağmen birleştirilememesi birçok fizikçiyi yeni teorik arayışlara sevketmektedir. Bu arayışların başlangıç noktası iki teorinin de, üzerinde yeniden kurulabileceği bir mikro uzay-zaman veya mikro gravite teorisi geliştirmektir. Böyle bir çalışmada en büyük zorluk genel relativite ve özellikle de kuantum teorisinde açıklanabilen her olayın yeni teoride de açıklanabilmesi için yeni matematiksel yapılar geliştirilmesidir. Bu da iki teorinin bütün hesaplarının yeni teoride de eşdeğer olarak yapılabilmesi için lüzumlu sayılmaktadır. Çalışmalar esas olarak iki ana kolda ilerlemektedir: ‘string’ (tel) teorileri ve ‘spinor’ uzaylarına dayanan teoriler[*].<br />----<br />[*] ‘String teorisi’ terimi Türkçe’ye yanlış bir şekilde ‘sicim teorisi’ diye çevrilmektedir. Aslında doğrusu ‘tel teorisi’dir, çünkü bu teoriyi geliştiren fizikçiler ‘string’ kelimesini titreşim enerjisi taşıyan bir telin - özellikle bir müzik aletinin telinin - fiziki özelliğinden örnek olarak almışlardır. <br /><br /> String teorisini geliştirme çalışmalarına aktif olarak katılan fizikçilerden biri Brian Greene’dir. Greene [1999, s. 136-138] string teorileriyle ilgili ilk çalışmaların kuantum fiziğinde bazı problemlerin çözümünün araştırılmasıyla başladığını, daha sonra bu çalışmaların kuantum teorisiyle genel relativite teorisinin birleştirilebileceği ‘derin’ bir teorik yapı oluşturma amacına yöneldiğini belirterek bu iki teorinin de tabiatı anlamada yetersiz kaldığını hatırlatıyor. Greene, genel relativite ve kuantum mekaniğinin bazı fizik problemleri üzerinde nasıl çelişkili sonuçlar verdiğini şöyle ifade ediyor:<br /><br /> “Çok küçük ölçülerde, kuantum mekaniğinin temel özelliği – belirsizlik prensibi – ile genel relativitenin temel özelliği – uzayın (ve uzay-zamanın) sürekli geometrik modeli – birbiriyle doğrudan çatışma içindedir. Pratik olarak bu çatışma kendisini çok somut bir şekilde göstermektedir. Genel relativite ve kuantum mekaniğinin eşitliklerini birleştiren hesaplar hep aynı komik sonucu vermektedir: sonsuzluk.” [Greene, 1999, s. 129]<br /><br /> Greene standart teorinin, gravitasyonu kuantum teorisiyle bütünleştirememesinin yanında diğer bir yetersizliğine daha işaret ediyor[Greene, 1999, s.142]: Elementer parçacıkların kütleleri ve özelliklerinin bu teoriyle açıklanamaması. Bu durumda parçacıkların kütleleri ve özellikleri sanki rasgele dağıtılmış görünmektedir, çünkü standart teori bu parçacıkları ve özelliklerini deneysel veri (input) olarak almaktadır.<br /><br /> Greene string teorilerinin genel relativite ve kuantum mekaniğini birleştirebilecek bir temel oluşturacağına inanıyor, fakat bu teorileri geliştirmenin çok büyük engellerle karşılaştığını itiraf ediyor. Pauli, Heisenberg, Dirac ve Feynman gibi fizikçilerin bu konu üzerinde uzun süre çalıştıklarını fakat ‘nokta-parçacık’ yerine tabiatın en küçük bileşenlerinin dalgalı kürecikler olduğu kabul edildiğinde fiziğin bazı temel ilkeleriyle çelişen sonuçlar ortaya çıktığı için bu işten vaz geçtiklerini söylüyor [Greene, 1999, s. 157-158].<br /><br /> Fakat sonuç ne olursa olsun, ‘fiziksel gerçekliğin’ bileşenleri nokta olamaz, çünkü ‘nokta’ fiziksel bir kavram değil geometrik bir kavramdır. Geometri ise, fiziki dünyada mekanın sadece mücerret bir temsili üzerinde hesap yapmamızı sağlayan bir lisan aracıdır. Bir nokta hiçbir varlık ve bilgiyi temsil edemez, çünkü tarife göre boyutsuzdur. Bu yüzden ‘nokta-parçacık’ kavramı hernekadar hesaplamalara uygun bir kavram olsa da ve ‘olayları kurtarmaya’ yarasa da fizikte sadece bir hayalden ibarettir. <br /><br /> Tabii ki burada bir tek kavramı değiştirmek meseleyi halletmeye yetmeyecektir. Daha önce bilim felsefecileri Aristo’nun tarif ettiği uzay, zaman ve hareket kavramlarını tartışıp alternatif kavram sistemleri geliştirmiş olsalardı, fizikte geri dönülmez bir yere gelmeden önce alternatif yaklaşımlar ve teoriler geliştirilebilirdi. <br /><br /> Greene daha sonra aynı konuya tekrar dönerek boyutsuz ‘nokta’ kavramıyla, hatta tek boyutlu ‘tel’ veya iki boyutlu fakat kalınlığı olmayan ‘zar’ kavramıyla kütle ve enerji kavramlarının bir araya getirilerek ‘gerçek dünyanın’ anlaşılmasının mümkün olup olmadığını sorgulamaktadır [Greene, 1999, s. 165].<br /><br /> Biz deriz ki; tek boyutlu string (tel) kavramı da aynı şekilde, gerçek dünya ile alakası olmayan geometrik bir kavramdan başka birşey değildir. Greene, string teoricilerinin şimdi artık iki boyutlu disk şeklindeki yapı taşlarından, üç boyutlu kabarcık şeklindeki yapı taşlarına kadar, hatta daha başkalarını da düşündüklerini ifade ediyor. Tekrar edecek olursak: nasıl boyutsuz noktanın gerçek dünyada bir yeri yoksa, tek boyutlu tellerin, hatta iki boyutlu disklerin de gerçek dünyada yeri yoktur. Yeri olmayan yani mekanı olmayan, bir ‘şey’ bile, yani bir ‘varlık’ bile değildir. Olmayan birşeyin de ne kütlesinden ne de enerjisinden bahsedilebilir.<br /><br /> Greene bütün bu zorluklara rağmen string teorilerinin geleceğinden çok ümitli görünmektedir. Bize göre fiziğin bugüne kadar ihmal edilmiş temel kavramların hepsi gözden geçirilmedikçe string teorileri de öncekiler gibi olayları kurtarmaktan başka bir amaca hizmet etmeyecektir, çünkü bu çabalarda eksik olan en önemli husus fizikle gerçeklik arasındaki alakanın kaybedilmiş olmasıdır.<br /><br /> String teorileri üzerine aktif olarak çalışan fizikçilerden biri de Edward Witten’dir. Witten aynı zamanda parçacık fiziğinin önde gelen isimlerinden ve kuantum kromodinamiğine de önemli katkıları olmuş bir fizikçidir. Witten fiziğin en gelişmiş iki büyük teorisinin birleştirilmesindeki engelleri hatırlatarak bu tür çabaların çeşitli türden sonsuzluklara yol açtığını söylüyor [bakınız: Davies & Brown, 1997, s. 90]. Bu tür sonsuzlukların, noktasal kütle üzerinden yapılan hesaplarda alan denklemlerinin çözümünü sırasında nasıl ortaya çıktığına temas ederek devam ediyor: <br /><br /> “… elektron gibi bir parçacığı alıp bunu bir nokta-cisim olarak düşünür ve onun elektrik ve gravitasyon alanlarını da buna göre alırsanız, elektrik alanında ve gravitasyon alanında sonsuz enerji olduğunu bulursunuz.” [Davies & Brown, 1997, s. 92]<br /><br />Ve elektron, graviton, foton, nötrino ve diğer parçacıkların string modelini elementer bir telin harmoniklerine benzetiyor. Yani, Witten burada elementer parçacıkları ‘string’ kavramı üzerinden tarif etmeye çalışıyor. ‘String’ler çeşitli enerji düzeylerinde titreşebildiklerinden, her kadarlı (quantized) enerji seviyesine bir parçacık tekabül ettirmek mümkündür demek istiyor. Witten, birbiriyle çelişen teorilerin birleştirilmesinin esaslı gelişmelere yol açtığından bahsediyor ve buna örnek olarak, Einstein’ın özel relativite teorisinin dönemin en gelişmiş iki teorisi olan Maxwell’in elektrik teorisi ile Newton mekaniğini birleştirme çabasından; genel relativite teorisinin de özel relativiteyle Newton’cu çekim teorisini birleştirme çabasından ortaya çıkmasını gösteriyor.<br /><br /> Fakat bize göre burada gözden kaçırılan husus şudur: kuantum teorisi de genel relativite teorisi de önceki teorilerin kullandığı bazı temel kavramları kullanmaktadır. Geliştirilecek yeni teoride ise bu kavramların yerine yeni kavramlar gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, yeni teorinin kavram ağacının kökten değiştirilmesi gerekmektedir. <br /><br /> Witten devam ederek fizikçi olmanın amacı ile ilgili önemli tesbitlerde bulunuyor:<br /> <br /> “Fizikçi olmanın amacı sadece bazı şeylerin nasıl hesaplandığını öğrenmek değildir, amaç dünyanın nasıl işlediğinin prensiplerini anlamaktır. … fizik esas olarak yeni kavramlar keşfetmekle alakalıdır. … Bu problem daha uzun yıllar çözümsüz kalabilir.” [Davies & Brown, 1997, s. 98]<br /><br />Bu tesbitler çok önemli, ama ‘kavramlar keşfetmek’ yerine ‘kavramlar icad etmek’ demesi daha doğru olurdu. Gerçekliğin bir ‘Referans Kitabı’ olsaydı eğer, ancak o zaman bu kitaptan kavramlar keşfetmekten söz edilebilirdi. <br /><br /> String teorileri üzerinde araştırmaları değerlendiren fizikçilerden biri de yukarıda bazı görüşlerini ele aldığımız Weinberg’dir. Bu fizikçi, Dreams of a Final Theory (Son Teori Hayalleri) isimli kitabının bir bölümünü geleceğin ‘son teorisi’nin hangi özelliklere sahip olacağı konusunda bazı tahminlerde bulunuyor ve bu yeni teoride kuantum mekaniğinin değişmeden kalacağını söylüyor [Weinberg, 1993, s. 211]. Kuantum teorilerinde sonsuzluğun nokta-parçacık kavramından kaynaklandığını ve bu problemin uygun bir şekilde formüle edilecek string teorilerinde olmayacağını söylüyor [Weinberg, 1993, s. 216]. Daha ilerde fiziğin amacını şöyle tarif ediyor:<br /><br /> “Gene tekrar ediyorum: en temel düzeyde fiziğin gayesi sadece dünyayı tasvir etmek değil, fakat onun neden böyle olduğunu açıklamaktır.” [Weinberg, 1993, s. 219]<br /><br />Weinberg daha önce gördüğümüz gibi, dünya hakkındaki bilgilerimiz arttıkça onun daha fazla anlamsız (pointless) göründüğünü söylemişti. Acaba dünyanın neden böyle – yani anlamsız(?) olduğunu açıklamak fiziğin en temel amacı olabilir mi?<br /><br /> String teorisini geliştiren fizikçilerin yaptıkları çalışmaları yakından izleyen diğer bir fizikçi David Peat, bu teori geliştirildiği zaman sadece elementer parçacıklara bakış açısını değiştirmekle kalmayıp bunun fizikte halen kullanılan matematiksel lisanı da tamamen değiştireceğini söylüyor. Boyutsuz nokta ve sonsuz bölünebilirlik olarak tarif edilmiş olan süreklilik kavramının artık terk edilmesinin söz konusu olduğunu açıkça ifade ediyor[Peat, 1997, s. 4-5]. Fakat yeni matematiksel lisanın hangi kavramlara dayanarak kurulacağını açıkça ifade etmiyor. <br /><br /> Son olarak, yeni teori geliştirme çalışmalarına aktif olarak katılan başka bir fizikçi Roger Penrose ‘string’ teorileri çerçevesinde çalışan fizikçilerden farklı bir yol izlemektedir. Penrose yeni teoriyi geliştirme işine ötekiler gibi kuantum teorisinden değil, genel relativite teorisinin uzay-zaman geometrisinden başlamıştır. Genel relativite teorisi reel sayılar uzayı üzerine kurulmuştu; Penrose ise her iki teorinin üzerinde kurulabileceği, bir kompleks sayılar geometrisi ve buna dayanan bir uzay-zaman anlayışı - twistor uzayı- geliştirmeye çalışmaktadır. Penrose, teorisini geliştirmek için beş safhalı bir araştırma programı hazırlamıştır. İlk safhalarda elementer parçacıklar ve bunların özellikleri bu twistor uzayı cinsinden açıklanmaya ve bunlarla ilgili kavramsal problemler çözülmeye çalışılacaktır. Son safhalarda ise genel relativite ve kuantum teorisini birleştirecek bir kuantum gravitesi teorisi geliştirilecektir.<br /><br /> Buraya kadar anlattıklarımızdan, yeni teorilerin geliştirilmesinde meselenin kavramsal yönü artık iyice idrak edilmiş olmaktadır. Ancak bize göre, bunu başaracak fizikçilerin sadece fizik ve matematik değil, felsefe de bilmeleri gerekiyor. Ayrıca artık bilim felsefecilerinin de yeni fiziğin gelişmesine yardımcı olmaları gerekmektedir. <br /> <br /> Fizikte bugüne kadar tam olarak açıklanamamış bazı olayları hatırlayalım: Işık dalga mı parçaçık mı? Işık hızı neden c? Işığın kırılması, saçılması ve yansıması. Işığın kısmi yansıması. Elementer parçacıkların kütleleri. Bazı fiziksel sabitler.<br /><br /> Bize göre geleceğin teorisini geliştirme çalışmaları şu temel meselelerin önce kavramsal olarak açıklanmasını hedef almalıdır: Işık bildiğimiz türden dalga veya parçacık olmadığına göre nedir? Işığın hareketi ile parçacıkların hareketi arasındaki kategorik fark nereden kaynaklanıyor? Mekan ve zaman sürekli midir, yoksa kesikli midir? Elementer parçacıkların kütleleri arasında mutlaka bir bağıntı olmalıdır, bu nasıl ortaya çıkarılabilir? Kütle ile enerji arasında daha temel bir bağıntı var mıdır? İşte bu sorulara kavramsal olarak cevap veremeyen bir teori hangi matematik yapıları kullanırsa kullansın yetersiz kalmaya mahkumdur.<br /><br />6. Sonuç<br /><br />Bu incelememizde çeşitli bilim adamı ve bilim felsefecilerinin görüşleri ışığında günümüz bilim anlayışında bilim ve gerçeklik arasındaki alakayı araştırdık. İncelememizi fizik bilimlerle sınırlı tuttuk. Önce Batı bilim anlayışının, eski Yunan düşüncesinden gelen temel kavramlar, mantık ve geometri ile Ortaçağ’da Müslümanlar tarafından geliştirilen cebir, analitik geometri ve trigonometri ile deney, gözlem ve ölçmeye dayanan araştırma geleneği üzerine kurulduğunu anlattık.<br /><br /> Sonra, yirminci yüzyıl Batı bilim felsefelerini kısaca gözden geçirdik. Bu felsefeleri kavramsal açıdan değerlendirdik. Daha sonra bazı çağdaş fizikçilerin bilim, lisan ve gerçeklikle alakalı görüşlerini özet olarak gördük ve değerlendirdik. Son olarak da fiziğin en gelişmiş iki teorisi olan genel relativite ve kuantum teorisinin fizikçiler tarafından ‘herşeyin teorisi’ olacak şekilde birleştirilmesi çalışmaları sırasında karşılaşılan bazı güçlükleri aktardık. <br /><br /> Bu çalışmamızın amacı bilim tarihinde eski Yunan medeniyetinden İslam medeniyetine kadar ve oradan da günümüze kadar önce Avrupa’da sonra da bütün dünyada yapılan bilim faaliyetlerini küçümsemek veya değersiz göstermek değildir. Böyle bir düşünce söz konusu olamaz, çünkü biz de bilimsel araştırma faaliyeti içinde bulunuyoruz. Fakat mevcut bilim anlayışının bir alternatifinin de mutlaka geliştirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Çünkü gerçeklik kavramından yoksun olan bu anlayış olayları bir bütün halinde görmekten de uzaklaşmıştır. Bunun dramatik sonuçları bazı bilim ve teknoloji alanlarında kendini göstermektedir. Bu anlayış içinde geliştirilen bir çok buluş kolaylıkla çevreye ve insanlara geri dönüşü olmayan zararlar verecek şekilde kullanılabilmektedir. Buna bir örnek olarak kimyasal ilaç sanayiini gösterebiliriz. Bu alandaki bilimsel araştırmalar - patent çıkarları yüzünden - bitkisel ilaç teknolojisinin gelişmesini engellemektedir. Bunun sonucunda ilaç yan etkileri tam olarak araştırılmadan yeni ilaçlar piyasaya sürülebilmektedir. Diğer bir örnek, genetik araştırmaların ticari amaçlarla, mevcut bitki türlerinin genetik olarak değiştirilmiş yeni cinslerininin tohumlarını hızla tabii çevreye katmasıdır. Laboratuvarlarda genetik değişikliğe uğratılmış bu bitkiler, bakterilerden böceklere, kuşlardan diğer hayvanlara ve insanlara kadar binlerce değişik canlı türünün içinde yer aldığı ekolojik çevrimleri nasıl etkileyeceği araştırılmadan, hatta düşünülmeden çevreye sokulmaktadır. <br /><br /> Bu hatırlatmadan sonra çalışmamızda esas dikkat çekmek istediğimiz hususları şöyle özetleyebiliriz: <br /><br /> Ptoleme’den günümüze kadar gelen bir lisanın kavramları üzerine kurulmuş klasik ve modern bilim anlayışına göre teoriler, bilim adamlarına gerçekliği anlamada kullanacakları bir araç olarak geliştirilmezler. Bir fizik teorisinde aranacak esas özellik, teoriyi kullanarak yapılan hesapların gene teoriye göre yapılan gözlemlerden elde edilen sonuçlarla uyumlu olmasıdır. Mevcut bilim anlayışında bilimle gerçeklik arasındaki alaka ihmal edildiği veya dikkate alınmadığı için ciddi felsefi ve teorik meseleler ortaya çıkmaktadır.<br /><br /> Felsefi meseleler, özellikle pozitivist bilim felsefecileri ve bazı bilim adamları tarafından bilime ve bilimsel teorilere, mevcut bilim anlayışının teori geliştirmedeki amaçlarına zıt fonksiyonlar yüklemeye çalışmasından ortaya çıkmaktadır. Bu tür yanlışlıklardan biri, bilimi ve fizik teorilerini gerçekliğin tasviri olarak göstermek, diğeri ise bunları lisanın temeli olarak görmektir.<br /><br /> Teorik meseleler ise, bazı kritik fiziksel olayların mevcut teoriler kullanılarak tam olarak açıklanamaması ve şimdiye kadar geliştirilmiş en güvenilir iki fizik teorisinin - genel relativite ve kuantum teorisi - birleştirilememesi şeklinde kendini göstermektedir. Teorik meselelerin temelinde Aristo’nun yaklaşık 2400 sene kadar önce formüle ettiği ve günümüze kadar fizik teorilerinde kullanılan bazı kavramların ve bunların meydana getirdiği kavramsal yapının bulunduğu anlaşılmaktadır.<br /><br /> Fizikçiler şimdi, daha önce karşılaştıkları teorik problemlerden çok farklı, temel kavramsal meselelerle karşı karşıya bulunmaktadır. Teorik problemler, örneklerini gördüğümüz gibi, teoriye yeni hipotezler eklenerek veya yeni hesaplama teknikleri geliştirilerek çözüme kavuşturuluyordu. Fakat mevcut fizik teorilerinin ortak olarak kullandığı temel kavramlardan ve bu kavramlar üzerinde geliştirilmiş matematik yapılardan kaynaklanan problemler çok daha köklü çözümlere ihtiyaç göstermektedir. <br /><br /> Şimdiki halde ‘herşeyin teorisi’ni geliştirme çabalarının başarılı olacağı şüphelidir, çünkü bu çalışmalar mevcut teorilerin tam bir kavramsal yapı analizine dayanmamaktadır. Birleştirilmeye çalışılan iki teorinin henüz tam bir kavram ağacı bile çıkarılmamıştır. Ayrıca, kavramsal yapı analizi bu işin daha başlangıcı olacaktır. Mevcut bilim anlayışının üzerine kurulduğu ‘tabii lisan’, temel kavramlarını eski Yunan düşüncesinden, hatta mitolojisinden almaktadır. Esas araştırılması gereken mesele, bu teorilerin ve bilim anlayışının üzerine kurulduğu ‘tabii lisanın’ bu meseleleri çözmek için gerekli kavramlara sahip olup olmadığıdır. <br /> <br />Referanslar<br /> <br /> Bechtel, W. (1988a). Philosophy of Mind: An overview for cognitive science. N.J.: Lawrence Erlbaum Associates.<br /> Bechtel, W. (1988b). “Philosophy of Science: An overview for cognitive science”. New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates Publications.<br /> Davies, P.C.W. & Brown, J. (Eds.) (1997). ‘Superstrings: A Theory of Everything?’ Cambridge: Cambridge University Press. <br /> Demirci, M. (1996). “Beyt-ül Hikme”. İnsan Yayınları. İstanbul, s. 128.<br /> Deutsch, D. (1997). “The Fabric of Reality”, Londra: Penguin Books.<br /> Duhem, P. (1969). “To save the phenomena”. Tr. by: E. Doland & C. Maschler. Chicago: The University of Chicago press.<br /> Duhem, P. (1991). “The Aim and Structure of a Physical Theory”. Tr. by. P.P. Weiner. N.J.:Princeton University Press.<br /> Feyerabend, P. (1975). “Against method”. London: Verso<br /> Feynman, R.P. (1990). “QED: The strange theory of light and matter.” Penguin Books.<br /> Greene, B. (1999). “The elegant universe”. New York: Norton & Co. <br /> Heisenberg, W. (1971). “Physics and Philosophy”. Northampton: Unwin University Books.<br /> Huff, T.E. (1993), “The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West.” Cambridge U.P. <br /> Hourani, G.E. (1976). “Averroes: On the harmony of religion and philosophy”. London: Luzac & Co.<br /> İbn Rüşd (~1180). Fasl el Makal. (bakınız: Hourani, G.E., 1976).<br /> Kant, E. (1781/1993). “Critique of Pure Reason”. Tr. By: Vasilis Politis. London: Everyman.<br /> Kocabaş, Ş. (1991). “Conflict resolution as discovery in particle physics”. Machine Learning, Kluwer Academic Press, vol. 6. s. 277-309<br /> Kocabaş, Ş. (1996). “AI and Philosophy of Science”. In the Proceedings of the Third Meeting of Istanbul-Vienna Philosophical Circle. Istanbul 11-12 November, s. 127-138.<br /> Kocabaş, Ş. (1997). “Islam’da Bilginin Temelleri”. Istanbul: Iz Yayıncılık.<br /> Kocabaş, Ş. (1998). “Automated formulation of reactions and reaction pathways in nuclear astropysics.” ECAI-98 Machine Discovery Workshop. 24 Ağustos 1998, Sussex Üniversitesi, Brighton.<br /> Kuhn, T.S. (1962). “The structure of scientific revolutions”. Chicago: Chicago U.P.<br /> Lakatos, I. (1974). “Falsification and the methodology of scientific research programmes”. In I. Lakatos & A. Musgrave: Criticism and the Growth of Knowledge. Cambridge: Cambridge U.P. s. 91-196.<br /> Langley, P. (1977). ‘Bacon: A production system that discovers empirical laws’. Proccedings of the Fifth International Joint Conference on Artificial Intelligence (pp. 344). Cambridge, MA: Morgan Kaufmann.<br /> Langley, P., Simon, H.A., Bradshaw, G.L., & Zytkow, J.M. (1987). ‘Scientific discovery: Computationla explorations of the creative processes. Cambridge, MA: MIT Press.<br /> Laudan, L. (1977). “Progress and its problems”. Berkeley: University of California Press.<br /> Leicester, H.M. (1956). “The Historical Background of Chemistry”. New York: Dover.<br /> Özemre, A.Y. (1999). “Kur’an-ı Kerim ve Tabiat İlimleri: Tenkidi bir yaklaşım”. Istanbul: Furkan Yayınları.<br /> Peat, F.D. (1997). “Superstrings and the search for the theory of everything”. London: Abacus Press.<br /> Penrose, R. (1994). “Shadows of the Mind: A search for the missing science of consciousness”. Oxford: Oxford University Press.<br /> Rose, D., & Langley, P. (1986). ‘Chemical discovery as belief revision’. Machine Learning, 1, 423-452.<br /> Thagard, P. (1988). “Computational Philosophy of Science”. MIT Press. s.103-111.<br /> Thagard, P. (1992). “Conceptual Revolutions.” New Jersey: Princeton University Press.<br /> Valdes-Perez, R.E. (1995). ‘Machine discovery in chemistry: New results’. Artificial Intelligence, 74, 191-201.<br /> Valdes-Perez, R.E. (1996). ‘A new theorem in particle physics enabled by machine discovery’. Artificial Intelligence, 82, pp. 331-339.<br /> Weinberg. S. (1993). ‘Dreams of a Final Theory’. New York: Vintage Books.<br /> Zytkow, J.M. and Simon, H.A. (1986). ‘A theory of historical discovery: The construction of componential models’. Machine Learning, 1, 107-137.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-87965516723147802222007-08-16T03:05:00.000+04:002007-08-16T03:07:47.909+04:00Dağıtık Ortamlarda Kompleks Hava MuharebesiAISim: Dağıtık Ortamlarda Kompleks Hava Muharebesi Benzetimi İçin Geliştirilmiş Bir Zeki Tehdit Sistemi<br /><br />Doç. Dr. Şakir Kocabaş*<br />İTÜ - Uçak ve Uzay Bilimleri FakültesiUzay Mühendisliği Bölümü, Maslak,<br />Doç. Dr. Ercan Öztemel**<br />Tübitak - MAM, PK21, Gebze, <a href="mailto:Kocaeli.eomam@mam.gov.tr">Kocaeli.eomam@mam.gov.tr</a><br /><br />Özet<br /><br />Bu makalede, uluslararası EUCLID RTP 11.3 simülasyon projesi için MAM Yapay Zeka Grubu tarafından geliştirilmiş olan AISim sistemi anlatılmaktadır. Sistem benzetim ortamındaki bir F16'ya, kompleks hava muharebesi senaryolarındaki Devriye ve Eskort görevlerinde zeki davranışlar yaptırabilmektedir. AISim sistemi, Kasım 1996'da Almanya'da ve Ocak 1997'de Hollanda'da olmak üzere iki büyük senaryo gösteriminde uygulanmış, ve uzmanlar tarafından başarılı bulunmuştur. Sistem hava senaryolarında Seyir, Devriye, Eskort, Görme Ötesi ve Görme Alanı Karşılaşmalar, Havada Yakıt İkmali, Kaçış ve Üsse Dönüş görevlerini yapmaktadır.<br />1. Giriş<br />Son yıllarda, dağıtık ortamlarda zeki etmenler üzerine araştırmalar hız kazanmıştır (Bkz. Kocabaş ve Öztemel, 1998; Kocabaş vd., 1996; Jones, vd., 1996; Tambe, vd., 1996; Kocabaş, vd., 1995). Bu alandaki araştırmalar gerçek zamanlı ve kompleks ortamlarda ve senaryolarda etmen davranışlarını incelemek ve buradan elde edilen bilgiye dayanarak insan operatörlerin bazı beceriler için bireysel ve takım halinde daha gerçekçi olarak eğitilmesini amaçlamaktadır.<br />-----------------------------------------------* İkinci görev yeri: Tübitak - MAM, 41470 Gebze, Kocaeli. Email: skoca@mam.gov.tr** İkinci görev yeri: SAU, Mühendislik Fakültesi, Endüstri Müh. Bölümü, Sakarya.<br /><br />Dağıtık Etkileşimli Benzetim (DIS) ortamları, gerçek zamanlı senaryolarda, farklı amaçlara ve görevlere ve birbirinden bağımsız davranışlara sahip birçok etmenin sentetik bir dünyada çalıştırılmasına imkan veren kuvvetli ağ (network) özelliklerini sağlamaktadır. DIS sistemlerinde bunlara bağlı her iş istasyonu bir veya daha fazla senaryo elemanını kontrol edebilmektedir. Senaryo elemanları arasındaki iletişim ise standart veri birimleriyle sağlanmaktadır. Bu sistemlerde alıcı iş istasyonu, temsil veya kontrol ettiği senaryo elemanlarının ortamda neleri algılaması gerektiğine kendisi karar vermektedir.<br /><br />Bu tür DIS ortamlarında çalışan zeki etmenler esas olarak üç bileşenden meydana gelmektedir: algılama, düşünme ve davranış. Bu bileşenlerin her birinin de zeki davranış özelliklerine sahip olması gerekmektedir (bkz, Hayes-Roth, 1993). Bu becerilerle donatılmış bir etmen gerçek zamanda, bulunduğu ortamdan veriler alabilir, bunlardan durum değerlendirmesi yapabilir, sonuçlar çıkarabilir, kararlar alabilir, ve buna bağlı olarak zeki davranışlar ortaya koyabilir.<br />Bu makalede, DIS ortamında zeki etmen davranışları gösterebilen bir yapay zeka sistemi, AISim anlatılmaktadır. Bu sistem dört yıl süreli (1993-97) uluslararası EUCLID RTP 11.3 projesi1 çerçevesinde MAM Yapay Zeka Grubu tarafından geliştirilmiştir. AISim, ITEMS2 benzetim sistemi ve InterSIM3 ağını ihtiva eden dağıtık bir benzetim ortamındaki hava senaryolarında Devriye ve Eskort görevlerinde bir F16'ya zeki davranışlar yaptırabilmektedir. AISim sistemi, Kasım 1996'da Almanya'da ve Ocak 1997'de Hollanda'da iki dizi senaryo uygulamasında yer almıştır. Bu senaryo uygulamalarına InterSIM ağ bağlantısıyla İngiltere ve Almanya'dan kokpit simülatörlerinden ve jenerik kokpit simülatörlerinden pilotlar ve operatörler da katılmıştır. Ayrıca bu senaryolarda, dost kuvvetlerin harekatı, gene bu proje kapsamında geliştirilmiş olan komuta-kontrol istasyonu4 tarafından yönetilmiştir.<br /><br />Gösterimlerde, savaş, bombardıman ve tanker uçaklarından ve SAM'lardan oluşan 60'dan fazla senaryo elemanı kullanılmıştır. Gösterimlerin ilk ayağında AISim, Devriye ve Eskort görevlerinde bir yapay zeka (YZ) hedefini, ikinci ayağında ise üç YZ hedefini yönetmiştir. Her iki gösterimde de YZ hedeflerinin davranışı gösterimlere katılan pilotlar tarafından "gerçekçi" olarak değerlendirilmiştir.<br /><br />-------------------------------1 Projeye Avrupa'dan 6 ülkeden şu firmalar katılmıştır: Tübitak-MAM (Türkiye), CAE Electronics (Almanya), TTS (İngiltere), TNO (Hollanda), AGUSTA (İtalya) ve INDRA (İspanya).1 ITEMS sistemi CAE Electronics (Kanada, Almanya) firmasının ürünüdür.2 InterSIIM, TTS'in (İngiltere) ürünüdür. 3 C3 istasyonu proje için TNO (Hollanda) tarafından geliştirilmiştir.<br /><br />2. Sistem Tanıtımı<br />AISim sistemi iki ana modülden oluşmaktadır: Durum Tesbiti (DT) ve Davranış Yönetimi (DY). İkinci modül görev hiyerarşisi altında 11 operatöre sahiptir. Bu hiyerarşinin tepesinde Görev Kontrol Operatörü (GKO) bulunmaktadır. Bu operatör ise alt görev, faaliyet ve eylem operatörlerine ayrılmaktadır.<br /><br />Durum Tesbiti (DT) operatörü, ağdan sürekli olarak ortamdaki diğer ilgili dost ve düşman senaryo elemanları hakkında bilgi toplar. Bu bilgiler standart veri yapısında olup ilgili senaryo elemanlarının değişken özelliklerini (örn. pozisyon, yön ve hız) ve öteki bilgileri (örn. radar kilidi, füze ateşlenmesi) kapsamaktadır. DT modülü bu bilgileri alır ve özetlenmiş durum bilgilerine çevirip bir mesaj listesine gönderir. Mesaj listesi saniyede yaklaşık 10 kere DT tarafından yenilenir, ve bu liste bu süre için taktik durumun özetini verir. Davranış Yönetimi (DY) modülünün Görev Kontrol Operatörü (GKO) bu mesaj listesini aynı zaman çevrimi içinde okur ve mevcut duruma göre hangi görev operatörünün etkin hale getirileceğine karar verir, ve onu etkin hale getirir. Etkin operatör de durum tesbit değerlerine göre kendisine bağlı hangi faaliyet operatörünü etkinleştireceğine karar verir. Kontrol da bu şekilde, görev tamamlanıncaya veya sistem durduruluncaya kadar görev ve faaliyet operatörlerinin birinden diğerine geçer. GKO altında 10 görev operatörü vardır. Bunlar sırasıyla Kalkış (TO), Seyir (N), Devriye (P), Eskort (E), Görme Ötesi Karşılaşma (BVR), Görme Alanı Karşılaşma (WVR), Kaçış (D), Üsse Dönüş (RTB) ve İniş (L) olarak isimlendirilmiştir. Şekil 1 bu operatörler arasındaki etkileşimi göstermektedir.<br /><br /><br />------------------------------<br /><br /><-- TO <----- DY<br /><br /><-- N <-----<br /><br /><-- P <-----<br /><br /><-- E <-----<br /><br /><-- BVR <-----<--- GKO --------- DT<br /><br /><-- WVR <----- ^<br /><br /><-- AAR <-----<br /><br /><-- D <-----<br /><br /><-- RTB <-----<br /><br /><-- L <-----<br /><br />-----------------------------<br />v<br />------------------------------------------<br />Çıkış Arabirimi Giriş Arabirimi<br />------------------------------------------<br />Simülasyon Ağı<br />------------------------------------------<br />Şekil 1. AISim'in bileşenleri ve bunların etkileşimleri.<br />AISim sistemi daha önce Kocabaş (1991) tarafından geliştirilen hiyerarşik bir kontrol yapısına sahiptir. Bu yapıda sistem dört düzeyde amaçlara sahiptir: Görev, alt görev, faaliyet ve eylem amaçları. DIS senaryolarında elemanların görev amaçlarının önceden tanımlanması gerekir. Eskort ve Devriye senaryolarında AISim tarafından kontrol edilen F16 (YZ hedefi), yukarıda anlatılan görevleri yapabilmektedir. Devriye ve Eskort görevleri de alt görevlere ayrılmıştır. Mesela BVR görevi, BVR yaklaşma, BVR saldırı, BVR kaçış gibi alt görevlere ayrılmıştır. Bu alt görevler de, ilk hedef seçimi ve füzeden kaçış gibi faaliyetlere ayrılmıştır. Faaliyetler ise, irtifa, yön ve hız değiştirme, füze fırlatma gibi eylemlere ayrılmıştır.<br /><br />Bu kontrol yapısı içinde AISim tarafından kontrol edilen hedef (F16) bir görevden, alt göreve, alt görevden faaliyete ve eylemlere kadar düzgün bir şekilde geçiş yapabililmektedir. Bu yapı aynı zamanda kritik durumlarda hedefin bir görevden (mesela BVR saldırıdan) diğerine (örn. Kaçış) hızlı fakat gerçekçi bir şekilde geçmesine de imkan vermektedir. AISim'in görev hiyerarşisi Şekil 2'de gösterilmektedir.<br /><br />Görev ----------------------<br /><br /><br /><br />Devriye Eskort<br /><br /><br />Seyir<br />Eskort<br />----------------------- BVR<br />WVR<br />Ayrılma<br /><br /><br />BVR Yaklaşma<br />BVR Saldırı ----------------<br />BVR Kaçış<br /><br />Saldırı açısını koru<br />Füze zarfını kontrol et<br />---------------------- Füze atılması<br />....<br /><br /><br />Füze fırlat<br />F-pole yap<br />Füzeyi yönlendir<br />...<br />Şekil 2. AISim'in görev, alt görev, faaliyet ve eylem hiyerarşisi.<br /><br />4. AISim'in Değerlendirmesi<br />Bu bölümde AISim sistemi görevleri, sistem yapısı, zeki etmen özellikleri ve görev senaryolarındaki performansı açısından değerlendirilmekte ve benzeri diğer sistemlerle karşılaştırılmaktadır.<br /><br />AISim kontrolundeki bir F16'nın, çeşitli Devriye ve Eskort senaryolarında, ITEMS ve insan kontrolündeki F16 ve Mig29'lara karşı davranış testleri Kasım 1996'dan önce tamamlanmıştır. Sistemin her iki görevdeki yetenekleri yukarıda belirtilen senaryo gösterimlerinde ortaya konmuştur.<br /><br />Eskort senaryolarında AISim kontrolundaki F16, (YZ Hedefi) bir üsden kalkış yapar, sonra bombardıman uçaklarıyla buluşma noktasına yönelir ve orada bekler. Bombardıman paketi geldiği zaman AIT, ITEMS tarafından oluşturulmuş olan öteki eskortlarla birlikte bunlara belli bir formasyonda eşlik etmeye başlar. Bombardıman paketine belli bir mesafede hava önleme tehdidi yaklaşırsa, AISim'in Görev Kontrol Operatörü BVR görev operatörünü etkin hale getirir. Bu operatör de BVR Yaklaşma alt operatörünü etkin hale getirir, ve YZ Hedefi paketten ayrılarak belli bir açıda hedefe doğru yönelir. Sonra BVR Saldırı alt operatörü etkin hale gelir ve bu da YZ Hedefini radar kilidini koruyacak şekilde kendi füze zarfında belli bir mesafeye kadar yaklaştırır. Bu alt operatör aynı zamanda BVR füzesi fırlatma ve yölendirme işinden de sorumludur. Bu esnada eğer belli bir mesafede düşmandan bir radar kilidi gelmişse, kontrol, BVR Kaçış alt operatörüne geçer ve bu da YZ Hedefini kaçış manevralarına yöneltir. BVR manevraları sırasında tehdit eğer YZ Hedefinin görme mesafesi içine girmişse, WVR operatörü etkin hale gelir.<br /><br />Bombardıman paketi aynı anda birden fazla hava önleme uçağı tarafından saldırıya uğrarsa AISim bunlardan birini birincil tehdit olarak seçer ve YZ Hedefini ona göre yapması gereken manevralara sokar. Hava muharebelerinde taktik durum çok hızlı değiştiğinden, birincil tehdit de her an değişebilir. AISim görev esnasında YZ Hedefinin yakıt ve füze durumunu sürekli kontrol eder ve duruma göre Havada Yakıt İkmali (AAR), Ayrılma (D) ve Üsse Dönüş (RTB) operatörlerini çalıştırır. Buraya kadar anlatılanlar YZ Hedefinin davranışlarının kısa bir özeti olup birçok ayrıntıyı dışarıda bırakmaktadır.<br /><br />AISim'in bilgi organizasyonu ve kontrol yapısı gerçek zamanda etkin bir davranış kontrolu imkanı vermektedir. Bu yapı Kocabaş vd., (1995)'de ayrıntılı olarak anlatılmıştır. AISim'in yapısı başka görevlere kolaylıkla uygulanabilirliği sağlayan esnek bir yapıdır. Mesela sistem önce Devriye görevi için geliştirildiği halde, sadece yeni bir görev operatörü eklenmek suretiyle Eskort görevine uyarlanabilmiştir.<br /><br />AISim taktik durumu gerçek zamanda ekranda kısa mesajlarla gösterebilmekte, ve YZ Hedefininin davranışlarını da aynı şekilde ekranda kısa mesajlarla açıklayabilmektedir. Bu durum ve davranış açıklamaları üst düzey taktik terimlerle yapılmaktadır, ve böylece gözlemciler aynı anda hem taktik durumu, hem de sistem davranışını görebilmektedir. AISim bundan başka gene üst düzey taktik bir dilde, zaman sıralı uçuş kayıtlarını da uçuş sonrası "debriefing" için tutabilmektedir. Sistemin hiyerarşik yapısı bütün bu özellikleri kolaylıkla sağlayabilecek bir yapı oluşturmaktadır.<br /><br />AISim'in aynı anda hem taktik durumu, hem de kendi etmen davranışını teknik terimlerle açıklayabilmesi birkaç yönden çok faydalı bir özellik olmuştur. Birincisi, bu özellik sistem geliştirmeyi kolaylaştırmıştır, çünkü değişen taktik durumlarda sistemin nasıl davrandığı izlenerek gerekli değişikliklerin yapılmasının kolaylaştırmıştır. İkincisi, testler ve esas senaryo uygulamaları sırasında sistemin davranışlarının uzmanlara açıklanmasını kolaylaştırmıştır. Üçüncüsü, üst düzey taktik terimlerle kaydedilen uçuş kayıtları, sistemin çalıştırılmasına ihtiyaç kalmadan davranışlarının uzmanlarla tartışılmasına imkan vermiştir. Air-Soar (Johnson, 1994) etmenleri de uçuş sonrası kayıtlar tutabilmektedir, ancak AISim'in gerçek zamanlı durum tesbit ve açıklamalarının daha faydalı olduğu gözlemlenmiştir.<br /><br />AISim'in mevcut versiyonu 1-v-2 hava muharebesi açısından sınırlı kalmaktadır. Ancak sistem kolaylıkla bu tür muharebe taktiklerini uygulayabilecek hale getirilebilir. Aynı şekilde, sistemin esnek yapısı dolayısıyla AISim, Devriye ve Eskort görevlerinden başka görevler için de kolaylıkla geliştirilebilir. Öte yandan, sistem YZ Hedef timleri, hatta filolarının eşgüdümlü ve etkileşimli kontrolunu sağlayacak sekilde geliştirilebilir ve etmen ve tim modelleme özellikleriyle donatılarak düşman davranışlarının gerçek zamanlı modellemesi de sağlanabilir. Bunlar belki yeni bir EUCLID projesinin araştırma konusu olacaktır.<br /><br />4. Özet<br />Bu çalışmada zeki bir sistem olan AISim işlevsel yapısı, ve DIS senaryolarında taktik hava simülasyonlarındaki davranışları açısından anlatılmıştır. Bu sistem uluslararası EUCLID RTP 11.3 projesi çerçevesinde MAM Yapay Zeka Grubu tarafından geliştirilmiştir. Sistemin özellikleri, benzer diğer sistemlerle karşılaşmalı olarak anlatılmıştır. AISim, durum tesbiti yapabilme, durum değerlendirmesi ve zeki davranış özellikleri, taktik durum açıklama ve davranış açıklaması gibi, zeki etmen davranışlarına sahip bulunmaktadır.<br /><br />Teşekkür<br />Bu çalışma, EUCLID RTP 11.3 Kompleks Hava Muharebesi Gösterim Sistemi projesi kapsamında, MSB ARGE Dairesi ve Tübitak MAM tarafından desteklenmiştir. Yazarlar ayrıca, proje geliştirme sırasında hava muharebeleri hakkında genel teknik bilgiler konusundaki yardımlarından dolayı HKK Akıncı Üssü Öncel Eğitim Komutanlığı'ndaki subaylarımıza da teşekkürü bir borç bilir.<br /><br />Referanslar<br />Hayes-Roth, B. (1993). "Architectural foundations for real-time performance in intelligent agents." David, J-M., Krivine, J-P., ve Simmons, R. (Editörler): Second Generation Expert Systems. Springer Verlag, s. 643-672.<br />Johnson, W.L. (1994). "Agents that explain their own actions." Proceedings of the 4th Conference on Computer Generated Forces and Behavioral Representation. Mayıs 1994, Orlando, Florida, A.B.D.<br />Jones, R.M., Laird, J.E., ve Nielsen, P.E. (1996). "Moving intelligent automated forces into theatre-level scenarios." Proceedings of the 6th Conference on Computer Generated Forces and Behavioral Representation. Orlando, Florida, A.B.D., s. 113-117.<br />Kocabas, S. (1991). "Homuncular learning and rule parallelism: An application to BACON." Proceedings of International Conference on Control. s. 950-954.<br />Kocabaş, Ş., Öztemel, E., Uludağ, M. ve Koç, N. (1995). "Automated agents that learn and explain their own actions: A progress report." Proceedings of the Fifth Computer Generated Forces and Behavioral Representation. Mayıs 1995, Orlando, Florida, s. 87-95.<br />Kocabaş, Ş., Öztemel, E., Uludağ, M. ve Koç, N. (1996). Proceedings of the Sixth Computer Generated Forces and Behavioral Representation. s. 119-124.<br />Kocabaş, Ş. ve Öztemel, E. (1998). "AISim: An intelligent agent for distributed interactive simulation." Seventh Computer Generated Forces and Behavioral Representation. 12-15 Mayıs 1998. Orlando, Florida, A.B.D.<br />Tambe, M., Johnson, W.L., Jones, R.M., Koss, F., Laird, J.E., Rosenbloom, P.S., ve Schwamb, K.B. (1995). "Intelligent agents for interactive simulation enviroments." AI Magazine, Spring 1995, s. 15-39.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-45211453005727139472007-08-16T02:55:00.000+04:002007-08-16T03:02:13.237+04:00Harp Oyunlarında Yapay Zeka UygulamalarıHarp Oyunlarında Yapay Zeka Uygulamaları<br />Doç. Dr. Şakir Kocabaş*<br /><br />İTÜ - Uçak ve Uzay Bilimleri FakültesiUzay Mühendisliği Bölümü, Maslak,<br />Doç. Dr. Ercan Öztemel**<br />Tübitak - MAM, PK21, Gebze, <a href="mailto:Kocaeli.eomam@mam.gov.tr">Kocaeli.eomam@mam.gov.tr</a><br /><br />Özet<br /><br />Yapay zeka, halen birçok endüstriyel alanda olduğu gibi, birçok askeri alanda uygulanmış ve hemen hemen bütün askeri alanlarda uygulama potansiyeli olan bir bilim dalıdır. Yapay zekanın endüstriyel alandaki başarılı uygulamaları, 1980'lerde gelişmiş ülkelerin savunma bakanlıklarının ve kara, deniz ve hava kuvvetlerinin büyük ilgisini çekmeye başlamıştır. Sonraki yıllarda birçok askeri alanda yapay zeka uygulama çalışmaları başlatıldı. Bu bildirimizde biz, ağırlıklı olarak bir bilim ve teknoloji alanı olarak yapay zeka, askeri uygulamaları ve kompleks hava muharebesi ve harp oyunlarında kullanımını inceleyeceğiz.<br /><br />1. Yapay Zeka<br />Askeri alanda yapay zeka uygulamalarına geçmeden önce, yapay zeka konusunda bazı özet bilgiler vermemiz yerinde olacaktır. Yapay zeka, zeki sistemlerin 1) algılama, hafıza, üşünme, öğrenme, buluş yapma, karar verme, ve eylem gibi özelliklerini inceleyen, 2) bunları formel hale getiren, ve 3) yapay sistemlere bu özellikleri kazandırmayı amaçlayan bir bilim dalıdır.<br /><br />-----------------------------------------------* İkinci görev: Tübitak - MAM, BTAE, 41470 Gebze, Kocaeli. Email: skoca@mam.gov.tr** İkinci görev: SAU, Mühendislik Fakültesi, Endüstri Müh. Bölümü, Sakarya.<br />Yapay Zeka<br />----------------------------------------------------------------------------------------- Oyunlar (dama, satranç, vs.)<br />- Teorem ispatlama<br /> o Prolog programlama o Cebirsel Prolog programlama o Paralel Prolog derleyicileri<br />- Doğal dil anlama ve işleme o Çeviri sistemleri o Ses tanıma ve işleme<br />- Bilgi Tabanlı Sistemler o Uzman Sistemler o Bilgi tabanlı simülasyon o Genel Bilgi Sistemleri<br />- Makina Öğrenmesi o Bilgi düzeyi öğrenme (çeşitli indüktif, dedüktif, analojik öğrenme metotları) o Sembol düzeyi öğrenme (GA'lar, sınıflandırıcılar) o Aygıt düzeyi öğrenme (YSA'lar)<br />- Makina Buluşları o Bilimsel Buluşlar o Bilgi madenciliği<br />- Robotik o Robot görmesi ve öğrenmesi o Robot timleri ve görev planlaması<br />- Yapay Yaşam (AL)<br />- Örüntü ve ses tanıma<br />----------------------------------------------------------------------------------------<br />Şekil 1. Yapay zeka araştırma ve uygulama alanlarından bazıları<br />Zeki sistemler bu gün zeki etmenler (intelligent agents) olarak yeniden tanımlanmaktadır (Russel & Norvig, 1995). Buna göre zeki etmenlerin şu temel bileşenlere sahip olması gerekmektedir:<br /><br />o Algılamao Düşünmeo Eylem<br /><br />Ayrıca, bu her bir bileşenin de "zeki" diye vasıflandırılabilecek niteliklere sahip olması gerekiyor. Zeki bir etmen, algılamasını gerçek-zamanda, seçimli, öncelikli, ve bağımsız olarak yapabilmelidir. Aynı şekilde, düşünme bileşeni de benzer özelliklere sahip olmalı, olayların gelişimine göre algılama bileşeninden gelen verilerden ve kendi içinde oluşturduğu modellerden gerçek zamanda durum tesbiti ve degerlendirmesi yapabilmeli, hafıza, anlama, problem çözme, öğrenme (ve hatta buluş yapabilme), planlama ve kontrol gibi özelliklere sahip olmalıdır. Eylem bileşeni de aynı şekilde zeki özelliklere sahip olmalı, ve düşünme bileşeninden gelen kararları gerçek zamanda uygulayabilmelidir. Ayrıca, bu üç bileşen (algılama, düşünme, eylem) özellikle hızlı hareketi gerektiren durumlarda birbirleriyle tam bir uyum içinde olmalıdır.<br />Yapay zeka bugün, birçok alanda araştırmaların yapıldığı bir bilim ve teknoloji dalı olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu alanlardan bazıları Şekil 1'de gösterilmektedir.<br /><br />2. Yapay Zekanın Askeri Uygulamaları<br />Yapay zekanın 1970'li yılların sonuna doğru özellikle ABD'de endüstriyel alandaki başarılı uygulamaları, kısa zamanda askeri çevrelerin yoğun olarak dikkatini üzerinde toplamıştır. Gelişmiş ülkelerin savunma bakanlıkları ile kara, deniz ve hava kuvvetleri bu yeni teknolojiden faydalanmanın yollarını araştırmaya başlamışlardır. Askeri uzmanların bu konuya ilgisi şunlardan kaynaklanmaktadır:<br /><br />1) Yapay zeka teknolojilerinin akademik ve endüstriyel çevrelerdeki gerçek başarısı.<br />2) Günümüz askeri harekatlarının gittikçe genişleyen karmaşık yapısı ve muhtemel çatışmaların gelişme hızı.<br />3) Askeri uzmanların yapay zeka tekniklerinin, askeri problemlerin çözüm potansiyeli konusunda bilgilerinin artması.<br /><br />Bu gün, birçok askeri alanda yapay zeka uygulamaları başlatılmıştır. Bu alanlardan bazıları şunlardır: Askeri araştırmalar, askeri imalat, bakım-onarım, harekat planlaması, lojistik, eğitim, istihbarat toplama ve işleme, istihbarat analizi ve durum tesbiti, sensör kaynaklarının dağıtımı, kuvvet dağıtımı, kuvvet komuta ve kontrolu, güzergah planlaması, muharebe taktikleri, otonom / yarı-otonom araçlar, aviyonik, elektronik harp, ve komuta kontrol istihbarat karşı-koyma, haberleşme, ağ kontrolu, ve enformasyon yönetimi ve ulaşımı.<br /><br />Marmara Araştırma Merkezi'nde yapay zeka çalışmaları, 1991 yılında kurduğumuz Yapay Zeka Bölümü'nde başlamıştır. Bu bölüm ülkemizin yapay zeka adıyla kurulan ilk bölümüydü. Burada yapılan ilk çalışmalar Osmanlıca-Kiril Optik Karakter Tanıma ve Bilimsel Buluşların Modellendirilmesi alanında olmuştur.<br /><br />Bölüm, daha sonra Marmara Araştırma Merkezi adına görev aldığı, ve MSB-ARGE Dairesi tarafından desteklenen uluslararası EUCLID RTP 11.3 projesinde (1993-97 yılları arasında) bir yapay zeka sistemini (AISim), gerçekleştirmiştir (Kocabaş, Öztemel, Uludağ ve Koç, 1995; 1996; Kocabaş ve Öztemel, 1998) AISim, yukarıda bahsedilen türden bir zeki etmen tasarımı içeren bir sistemdi. Bu program, dağıtık bir simülasyon ortamında 100'den fazla senaryo elemanının yer aldığı, İngiltere ve Almanya'dan kokpit simülatörlerinden pilotların da katıldığı, ve komuta kontrol istasyonunu da iceren kompleks bir hava harekatı (hava bombardımanı) senaryosu içinde, kırmızı kuvvet bombardıman ucaklarına eşlik eden (Escort) ve uzak (BVR) ve yakın (WVR) hava muharebesi özelliklerine sahip bir F16 uçağını harekat süresince başarılı bir şekilde kontrol etmiştir. Sistem ayrıca 1-1 testlerde Ingiliz pilotlara karşı hava önleme (CAP) görevini de başarı ile uygulamıştır. Geliştirdiğimiz bu yapay zeka sisteminin en önemli, ve dünyada bu alanda ilk defa uygulanan özellikleri ise, gerçek zamanda durum tesbiti, ve gene gerçek zamanda davranış açıklamaları yapabilmesiydi.<br /><br />Bölüm 1996 yılında başlatılan ve gene MSB ARGE tarafından desteklenen 10 aylık EUCLID RTP 11.7 "Uçuşta Simülasyon" (WaSiF) projesini de başarıyla tamamlamıştır. Bu projenin nihai amacı, bir savaş uçağı (F16) üzerine monte edilebilir bir simülasyon sistemi ile muharebe pilotlarının, yapay zeka tehditlerinden oluşan sanal hedeflere karşı günlük muharebe eğitimlerini sağlamaktır. 10 aylık bu fizibilite çalışmasında böyle bir sistemin, ayrıntılı olarak nasıl geliştirilebileceği gösterilmektedir.<br /><br />Bu alandaki çalışmalarımızı, gerekli imkanlar sağlandığı takdirde aşağıdaki konularda devam ettirmeyi düşünmekteyiz:<br /><br />o Takım veya filo harekatlarında eşgüdümlü ve birliktelik davranışı gösterebilen zeki etmenler geliştirmek,o Etmen takım ve filo davranışlarının gerçek zamanlı olarak modellendirilmesi.o Rakip etmenlerin bireysel ve takım veya filo davranışlarının modellendirilmesi.<br /><br />3. Harp Oyunlarında Yapay Zeka Uygulamaları<br />Harp oyunlarında bilgisayarca oluşturulan kuvvetlerin (CGF) eğitim ve analiz amaçlı olarak kullanılması ABD'de 1980'lerin sonlarında ciddi bir şekilde ele alınmaya başlamıştır. Bundan sonraki önemli gelişme, bilgisayarlı harp oyunlarına, gene ABD'de CFOR programıyla komuta-kontrol yeteneğinin eklenmesi olmuştur (Pratt, 1996).<br /><br />Bilgisayarların gelişmesiyle, önceleri bazı strateji oyunlarına dayanan savaş oyunları sonunda yerini, simülatör sistemleri ve rakip kuvvetlerin (OPFOR) eklenmesiyle gelişmiş Yarı Otomatik Sistemlere (SAFOR) bıraktı. Halen en gelişmiş sistemler bu yarı otomatik sistemlerdir. Ancak, gelecek nesil bilgisayar kuvvetleri (Otonom Kuvvetler) üzerine çalışmalar da başlatılmış bulunmaktadır.<br /><br />Mevcut bilgisayarca oluşturulan kuvvetlerin gelişmesi dört safhada incelenebilir (Pratt, 1996). Bu safhaları şu şekilde sıralayabiliriz:<br />Nesil Bilişim Süreci<br />---------------------------------------------------------------------<br />1 Yok<br />2 Hedef tesbiti ve önleme<br />3 Görevin kesilmesi ve başlatılması<br />4 Çok katmanlı Komuta Kontrol<br />5 Amaç seçimi ve Öğrenme<br />---------------------------------------------------------------------<br />Birinci nesil CGF'lerin en bariz özelliği bunlarda bilişim sürecinin bulunmamasıdır. Bu nedenle, kendileri için oluşturulmuş olan senaryodan dışarı çıkamazlar. İkinci nesil sistemler ise, planlanmış faaliyetlerle çatışmayacak şekilde senaryo elemanlarına, hedef tesbiti, nişan alma, ve rakip kuvvetlerle çatışmaya girme gibi basit etkileşimli davranışlar yaptırabilme özelliğine sahiptir. Güzergahlar ve yollar kullanıcı tarafından önceden veya senaryo sırasında belirlenir ve etkileşimler de ancak bunlar üzerinde olabilir.<br /><br />Üçüncü nesil sistemler genellikle Yarı Otomatik Kuvvetler (SAF) olarak isimlendirilir. Bu sistemler genellikle, önceden planlanmış, kural veya durum tabanlı modüllerden oluşan görevleri uygularlar. Bunlarda davranışlar görev çerçevelerine yerleştirilir ve bu çerçeveler de öteki görev çerçevelerine oturtulur. Ana amaçlar böylece bir görev hiyerarşisinden meydana gelir. Bu organizasyon, karmaşık görev ve davranışların oluşturulmasını kolaylaştırmaktadır.<br />Dördüncü nesil sistemler ise bu gelişmiş üçüncü nesil sistemler üzerinde komuta kontrol (C2) süreçlerine sahip sistemlerdir. Görünüşte basit sanılan bu görev, savaş alanının en zor görevlerinden biridir. Ancak bu sistemlerin çoğunda sadece komutanın görevi temsil edilmektedir. Dördüncü nesil CGF'lere örnek DARPA'nın Komuta Kuvvetleri (CFOR) programıdır. CFOR, C2 süreçlerini, komuta kademesinin bir dizi davranış ve etkileşimi şeklinde temsil eder. Dağıtık Etkileşimli Benzetim (DIS) ortamları dördüncü nesil sistemleri bireyler ve birlikler düzeyinde temsil edebilmektedir, fakat mevcut durumda bunlar taburdan daha yukarı kuvvetlerin temsilinde yetersiz kalmaktadır. Ordular düzeyinde durum bunun tam tersidir. Üst düzey birimler başarılı bir şekilde temsil edilebilmekte, ancak aynı sistem içinde daha alt birimlere ve senaryo elemanlarına doğru gidildiğinde sorunlar ortaya çıkmaktadır.<br />Bir CGF sisteminin gerçek değeri, bunun temsil ettiği davranışların tümü ile ölçülmektedir. Davranışların modellendirilmesi ise en zor işlerden biridir. Bunu kolaylaştırmak için davranış süreçlerinin ve modellerinin kodlanmasını standartlaştırmak gerekmektedir. Ortak ve uyumlu bir dil geliştirme, gelecek nesil CGF sistemlerinde davranış modellendirilmesi konusunda karşılaşılacak sorunların bir kısmına çözüm getirebilecektir.<br /><br />3.1 Gelecek Nesil CGF Sistemleri<br />Gelecek nesil CGF'lerin şu özellikleri sağlaması gerekli görülmektedir:<br />o Savaşan birey ve birimlerle doğrudan etkileşim sağlayabilme,o Komuta, Kontrol, Haberleşme, Bilgisayar ve İstihbarat (C4I) sistemleri tarafından kontrol edilebilme,o Doğrudan haberleşmeyi sağlamak için doğal dil anlama ve işleme özelliğine sahip olma,o Brifing bilgilerini ve taslak çalışmalarını anlayabilme,o Güçlü bir bilgisayar ağına ve bunu kullanacak bilgisayar teknolojisine sahip olma,o Katmanlı bir yapıya sahip olmak ve böylece istenilen düzeyde kuvvetleri yeterli ve gerekli ayrıntıda temsil edebilme,o Amaç ve görev seçimi ve görev planlaması yapabilme (mesela dışarıdan "Şu tepeyi ele geçir," durumu verildiğinde, bunu yapmaya girişmeden önce daha geniş çerçevede o tepeyi ele geçirmenin kazanç ve kayıplarını hesaplayabilmek. Savaş alanındaki bir komutanın da eğitimi gereği yaptığı iş, harekatın genel amacı çerçevesinde birliğinin hedeflerini tesbit etmektir.)o Amaç tesbit edildiğinde bunu gerçekleştirmek için görevin planlanması. (Burada da dost, düşman ve tarafsız kuvvetlerin muhtemel kayıpları, ele geçirilecek alanlar, gereken ve elde bulunan teçhizat, ileri harekat ihtimalleri, v.s. hepsi göz önünde bulundurulmalıdır. Gelecek nesil CGF sistemleri bu tür tesbitleri yapabilmelidir. )o Değişen duruma göre, amacın yeniden planlanabilmesi. (Mevcut üçüncü nesil sistemlerde bu özellik bulunmamaktadır.)o Öğrenme özelliğine sahip olma. (Mevcut sistemlerde eğitim sadece insana yönelik olmaktadır. Halbuki, CGF sisteminin kendisinin de tatbikatlardan öğrenebilmesi ve defalarca çalıştırılan senaryolarda aynı yanlışlıkları tekrar etmemesi gerekli görülmektedir.)<br /><br />3.2 Yapay Zeka Grubu'nun Bilgi Birikimi<br />Yapay Zeka Grubu'nun katıldığı EUCLID RTP 11.3 projesinde geliştirilen sistem, 100'e yakın senaryo unsurunu destekleyen, kuvvetli bir bilgisayar ağı altında dağıtık bir ortamda (DIS) çalışan güçlü bir simülasyon ortamı, komuta-kontrol, ve geliştirdiğimiz yapay zeka sistemi tarafından kontrol edilen hava unsurlarına (F16) sahip olan, ve dolayısıyla, yukarıda anlatılan dördüncü nesil CGF özelliklerine sahip bir sistemdi. Bu projede, Avrupa'da böyle bir tatbikatta ilk defa gerçek anlamda bir yapay zeka sistemi kullanılmıştır.<br />Grubumuz, halen sahip olduğu bilgi birikimiyle, harp oyunlarında aşağıdaki alanlarda yapay zeka tekniklerinin uygulanması konusunda katkıda bulunabilecek durumdadır:<br /><br />1) Bilgisayarlı harp oyunlarında, bireysel ve tim halinde zeki davranış gösteren dost ve düşman kuvvet unsurlarının (uçak, gemi, tank, vs.) oluşturulması.2) Bilgisayarlı harp oyunlarında, senaryo akışı sırasında dost ve düşman kuvvetlerinin durum tesbiti, durum değerlendirilmesi, ve tehdit değerlendirmesi yapabilecek bilgi tabanlı sistemler geliştirilmesi.<br /><br />Referanslar<br />Kocabaş, Ş., Öztemel, E., Uludağ, M. ve Koç, N. (1995). "Automated agents that learn and explain their own actions: A progress report." In Proceedings of the Fifth Computer Generated Forces and Behavioral Representation. Mayıs 1994, Orlando, Florida, s. 87-95.<br />Kocabaş, Ş., Öztemel, E., Uludağ, M. ve Koç, N. (1996). In Proceedings of the Sixth Computer Generated Forces and Behavioral Representation. Mayıs 1996. s. 119-124.<br />Kocabaş, Ş. ve Öztemel, E. (1998). "AISim: An intelligent agent for distributed interactive simulation." Seventh Computer Generated Forces and Behavioral Representation. Mayıs 1996. (Kabul edildi.)<br />Pratt, D.R. (1996). "Next Generation Computer Generated Forces." Proceedings of the Sixth Computer Generated Forces and Behavioral Representation. s. 3-8.<br />Russell, S. ve Norvig, P. (1995). Artificial Intelligence: A modern approach. NJ: Prentice Hall.Unknownnoreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-34923920.post-80535688596837604702007-08-16T02:39:00.000+04:002007-08-16T14:57:07.425+04:00ÖZGEÇMİŞÖZGEÇMİŞ<br />Şakir Kocabaş<br /><br />Doğum Yeri ve Tarihi : Istanbul, 8 Eylül 1945<br /><br />Eğitim:<br />Doçent Dr.1994 İstanbul Teknik Üniversitesi,Uzay Mühendisliği Bölümü,<br />Ph.D. (Artificial Intelligence)1985-90King's College LondonDept. of Information Engineering<br />Kimya Yüksek Mühendisi 1967-70İstanbul Teknik ÜniversitesiKimya Mühendisliği Fakültesi<br />Kimya Mühendisi1963-67İstanbul Teknik Üniversitesi T.O.<br /><br />Akademik Tecrübesi:<br />Yapay Zekada Bilgi Organizasyonu ve Bilgi Gösterimi üzerine araştırma tecrübesi.<br />Yapay Zekada Makina Öğrenmesi ve Bilimsel Buluşların Modellendirilmesi konusunda araştırma tecrübesi.<br />Gerçek Zamanlı Yapay Zeka ve Simülasyon konusunda proje tecrübesi.<br />Bilgisayar programlama tecrübesi; PROLOG programlama dilinde yazılım geliştirme.<br /><br />Çalışmalarının Tarihçesi:<br />91- İTÜ'de öğretim üyesi. (Yüksek lisans düzeyinde Artificial Intelligence I ve Artificial Intelligence II dersleri; Lisans düzeyinde Mantık Programlama, İngilizce Destekli Fizik, ve Uzay Mühendisliğine Giriş dersleri.)<br /><br />Araştırma Projesi:<br />Nükleer Astrofizikte element sentezleri ile ilgili reaksiyonları ve reaksiyon mekanizmalarını otomatik olarak formüle eden bir program geliştirme.<br />91-98 Tübitak Marmara Araştırma Merkezinde Yapay Zeka Grup Başkanlığı ve Proje Yöneticiliği.<br /><br />Yönettiği projeler:<br />1) EUCLID RTP 11.3 Kompleks Hava Muharebesi Simülasyonu (1993-97), [Bu proje başarılı bir şekilde tamamlandı, ve 3.6.1998 tarihinde Marmara Araştırma Merkezi'nin 1997 Yılı Proje Ödülünü kazandı.]<br /><br />2) EUCLID RTP 11.7 Uçakta Silah Sistemleri Simülasyonu (1996-97), [Bu proje 1997 yılında başarılı bir şekilde tamamlandı.]<br /><br />3) Bilimsel Araştırma ve Buluşların Modellendirilmesi. <br /><br />4) Osmanlıca-Kiril Optik Harf Tanıma.<br /><br />90-91 Parçacık fiziği ve seramik superiletkenler alanındaki bilimsel buluşların modellendirilmesi üzerine araştırma. (Londra'da)<br /><br />85-90 Londra Üniversitesi'nde doktora çalışması. Doktora konusu: "Bilgi Sistemlerinde Bilgi Organizasyonu: Bilimsel Buluşların Modellenmesi Üzerine Uygulamalar".<br /><br />71-80 Istanbul ve Londra’da kimya sanayiinde çeşitli üretim, araştırma ve geliştirme çalışmaları.<br /><br />Üye Olduğu Bilimsel Dernekler:<br />American Association for Artificial Intelligence (AAAI).- British Computer Society, Specialist Group on Expert Systems (BCS-SGES).- The Society for Artificial Intelligence and Simulation of Behaviour (AISB).<br /><br />Akademik İlgileri:<br />Yapay Zeka, Gerçek Zamanlı Simülasyon, Bilimsel Buluşların Modellendirilmesi, Bilim Felsefesi, ve Bilim Tarihi.<br /><br />Akademik Sosyal Faaliyetler:<br />1) Londra’da (1985-90) ve İstasnbul’da (1992 - ) çeşitli felsefi sempozyum ve seminer düzenleme ve katılım.<br />2) 1991’den beri her sene yapılan Türk Yapay Zeka Sempozyumu (TAINN) organizasyonunda görev alma.<br />3) Ulusal radyo ve TV programlarına bilimsel ve felsefi konularda davetli konuşmacı olarak katılım.<br /><br />Felsefi Eserleri:<br />1. Kocabaş, Ş. (1984). "İfadelerin Gramatik Ayırımı". Ekin Yayinları: Istanbul, 222 s. [Bu eser “Düşünce ve Felsefe” dalında 1985 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nin birincilik ödülünü kazanmıştır.<br /><br />2. Kocabaş, Ş. (1997). "İslam'da Bilginin Temelleri". İz Yayıncılık: İstanbul, 140 s. [Bu kitap “Araştırma” dalında 1997 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nin birincilik ödülünü kazanmıştır.Unknownnoreply@blogger.com