7.9.07

Sanayileşmenin Felsefi Altyapısı

Sanayileşmenin Felsefi Altyapısı

Şakir Kocabaş *

“Sanayileşme” kavramı Avrupa’da Endüstri Devrimi sırasında ortaya çıkmış bir kavram olup esas olarak dokuma üretiminde insanların elleri ve ayaklarıyla yaptıkları işleri büyük imalathanelerde buhar makinaları kullanarak yapmakla başlayan ve diğer üretim sahalarının gelişmesine yol açan bir makinalaşma ve fabrikalaşma hareketi şeklinde tarif edilebilir. Bu kavram belli bir tarihi dönemdeki iktisadi gelişme için ortaya atılmış, fakat daha sonra başka makineleşme dönemleri için de kullanılmaya başlamıştır. İnsanlık tarihi, üretim açısından üç safhaya ayrılır: Avcılık dönemi, tarım ve hayvancılık dönemi, sanayi devrimi ile başlayan makinalaşma dönemi. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru bunlara yeni bir dönem daha eklenmiştir: Otomasyon ve Bilgi Çağı dönemi. Ancak bu son döneme Bilgi Çağı yerine Enformasyon Çağı demek daha doğru olacaktır, çünkü bilgi kavramının insan davranışlarını gerçekliği arama ve adaleti sağlamaya yönlendiren bir boyutu bulunmaktadır.

Günümüzde “sanayileşme” terimi, hemen her alanda gelişmeyi ifade için kullanılmaktadır. Tarım ve hayvancılık bile “endüstriyel tarım” terimiyle geleneksel tarımdan ayrılmaktadır. Ayrıca “sanayileşme” terimi de hangi çağ için kullanıldığına bağlı olarak anlam kazanmaktadır. Sanayileşme projeleri de buna göre değerlendirilmektedir. Mesela artık “ağır sanayi hamlesi” projeleri, bu günkü manada iktisadi gelişmeye götüren projeler olarak kabul edilmemektedir. Bunun yerine “ileri teknolojiler” veya “yüksek teknolojiler” kullanarak gerçekleştirilecek “hafif sanayi hamleleri”, hatta “ağırlıksız” yazılım teknolojileri ön plana çıkmaktadır.

Ayrıca iktisadi sektörler arasındaki dengelerin de değiştiğine dikkat etmek gerekiyor. Orta Çağ’da tarım sektörü, 19. Yüzyılda sanayi sektörü, 20. Yüzyılın sonlarında hizmet sektörü ağırlık kazanmış bulunuyor. Öte yandan geliştirilen yeni teknolojiler, uydu teknolojisi ile planlama, biyoteknoloji ve tarım aletlerinin gelişmesi tarım sektörünün; robotik ve otomasyon teknolojilerinin gelişmesi endüstri sektörünün; bilgi sistemlerinin gelişmesi de hizmet sektörünün yapısını hızla değiştiriyor. Bütün bu alanlarda yüksek teknoloji geliştirme hamlelerinde sürekli eğitim ve bilgi kazanımı merkezi bir yer almaktadır. Her alandaki gelişmelerde olduğu gibi, teknolojik gelişme için de iyi yetişmiş insan gücü önde gelen ilk şartlardan biridir. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Ülke bazında düşünüldüğünde, siyasi bağımsızlık birinci derecede önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzdeki endüstriyel gelişmelerin siyasi ve coğrafi dağılımına baktığımız zaman bazı temel tesbitlerde bulunmamız mümkündür. Teknolojik gelişmeye elverişlilik açısından ülkeleri iki ana sınıfa ayırabiliriz: 1) Teknolojik gelişmeyi ekonomik kaynakları çerçevesinde hiçbir ciddi siyasi engele takılmadan planlayıp yürürlüğe sokabilen ülkeler, 2) Teknolojik gelişme potansiyeli olduğu halde siyasi bağımlılık yüzünden bu alanda gelişmesi engellenen ülkeler. Birinci grup ülkelere, ABD, Japonya, Batı Avrupa Ülkeleri, Rusya, Hindistan ve Çin’i örnek gösterebiliriz. Bunların dışında kalan ülkeleri ikinci grupta sayabiliriz.

Bilindiği gibi Japonya sermaye birikimi ve sanayileşme sürecine 19. yüzyılın sonlarına doğru Meiji döneminde girmiştir. Fakat Japon sanayiinin gelişmesi, bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kontroluna geçmesiyle fiilen durdurulmuştur. Ülkeyi kontrol eden Amerikan yönetimi Japonya’daki bütün tersanelerde, makina ve uçak fabrikalarında üretimi durdurmuş, bu tesislerin tencere, tava, çatal-bıçak imali dışındaki faaliyetlerini yasaklamışlardı. Buna karşılık Japon üniversiteleri uçak ve gemi mühendisleri yetiştirmeye devam ettiler. Üniversiteden mezun ettikleri mühendisleri de, esas faaliyeti engellenen fabrika ve tersanelerde ayırdıkları bir “çizim odası”nda dünyada kendi alanlarında yapılan çalışmaların yayınlandığı dergileri izlemekle görevlendirmişlerdi. Bu durum 10 sene kadar devam ettikten sonra, Amerikan yönetimi Kore savaşı nedeniyle Japonya’ya koyduğu birçok endütriyel kısıtlamayı kaldırınca, Japonlar hızla gemi sanayiindeki hazırlıklarını uygulamaya soktular ve kısa sayılacak bir süre içinde süper tankerler imal edecek duruma geldiler. Elektronik ve diğer alanlarda da gelişmelerini hızlandırarak bir çok alanda dünyada öncü durumuna geçtiler.

Hindistan’ın durumuna gelince: Bu ülkenin son 20 yılda hızla tarımdan yüksek teknolojiye doğru geçtiğini görüyoruz. 1993 yılında, Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde çalıştığım sıralarda bir proje toplantısı için Ankara’ya gitmiştim. Orada Tübitak’ın misafirhanesinde bir kahvaltıda, elli yaşlarında, iyi giyimli esmer bir adam yandaki masada oturuyordu. Kendisiyle selamlaştım ve konuşmaya başladım. Hindistan’dan geldiğini ve Tübitak’ın kendisini Türkiye’de bir mikroçip tesisi kurma konusunda görüşlerini almak için davet ettiğini söyledi. Ben de kendisine, mikroçip sanayiinde Tübitak’ın mevcut hedefinin 1985 yılı teknolojisini aşmak olduğunu duyduğumu söylemiştim. Bunun için de yaklaşık 60 milyon dolarlık bir tesis kurmak gerektiğini duymuştum.

Hintli uzmana: “Hindistan’ın milli geliri çok yüksek olmadığı halde ülkeniz bu ileri teknoloji yatırımlarına nasıl kaynak ayırabiliyor?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Size anlatayım: Hindistan bağımsızlığını kazandıktan Cumhurbaşkanı Gandi, bilimsel araştırmalara devlet bütçesinden belli bir kaynak ayırmıştı. Bir ara ülke kıtlıklar dolayısıyla büyük mali sıkıntılara düştü. O zaman bir gurup uzman Gandi’ye gelip, ‘Efendim, halk açlıktan büyük sıkıntı içinde, bilimsel araştırmalara ayırdığımız kaynakların bir kısmıyla tahıl ürünleri ithal edelim,’ diye bir teklifte bulunmuşlardı. Fakat Gandi bu teklifi reddetti ve ne olursa olsun kimsenin o kaynaklara dokunmaması gerektiğini, hatta bilimsel araştırmalara ayrılan bütçenin arttırılarak devam ettirilmesini söyledi. Gandi’den sonraki Hint hükümetleri de bu politikayı sürdürdüler ve sonunda Hindistan kendi geliştirdiği uydu teknolojilerini kullanarak yaptığı tarım planlamasında ilk defa bu sene (1993) tarımda kendine yeter bir ülke haline geldi. Gelecek seneden itibaren de tarım ürünleri ihraç edecek.” Hintli uzmanın bu sözleri hala kulaklarımda çınlamaktadır.

Ülkemizdeki duruma gelince, böyle bir devlet politikasını maalesef Cumhuriyet tarihinde göremiyoruz. Yıllardır sürdürülen eğitim politikaları hayatta hiçbir işe yaramayacak ilkeleri ana okulundan üniversite son sınıfına kadar zorla ezberlettirmekte ve insanları dar kalıplar içinde düşünmeye zorlamaktadır. Bu tür politikalar kendisine güvenmeyen, bu yüzden de taklitçilikten öteye geçip yeni fikirler üretemeyen fertler yetiştirmektedir. Bu tür kişilerden oluşan toplumların gelişmeci bir yapıya geçebilmeleri için, önce baskıcı eğitimin kişilik bozan etkilerinden ve bunun dünya ile alakası olmayan ilkelerinden kurtulmayı başarabilmeleri gerekmektedir. Bu da fazladan bir gayret sarfı demektir.

Son yıllarda durum düzeltileceğine daha da kötüleşmeye doğru gitmektedir. Ülkemizde maalesef hem dışardan, hem de içerden, gelişmeyi engelleyici politikalar sürdürülmektedir. Dışardan gelen siyasi ve ekonomik baskılar, ülke içinde de haksız ve adaletsiz bir yönetimin iç barışı sürekli bozan kültürel, siyasi ve ekonomik baskılarına eklenmektedir. Bir ülkenin, kendi iç barışını bozucu politikalarla gelişmesi mümkün değildir. İç barışın bozulması, her şeyden önce o ülkede insanların motivasyonlarını, yani iş yapma arzularını köreltir. Bir fizik sisteminin bile iş yapabilmesi için o sistemde etkin kuvvetlerin vektörel toplamı birbirine eklenerek artacak şekilde yönlendirilmiş olmalıdır. Aksi halde eğer kuvvetler birbirinin etkisini yok edecek şekilde yönlendirilmişse, o sistemden faydalı bir iş beklememek lazımdır. Daha basit bir örnek verecek olursak, bir motora bağlı dişli çarklar ters bağlanmışsa, o motorun ileri gitmesi mümkün değildir. Böyle bir motor, ya kendini dağıtıp parçalanır, ya da geri gider.

Eğer bir ülkede, sanayileşmeyi planlayıp yönlendiren bağımsız ve etkili devlet kurumları yoksa bu iş, o ülkede yaşayan insanların sanayi ve ticaretle uğraşan kişilerden meydana getirecekleri sivil toplum kuruluşlarına düşüyor demektir. Bu tür sivil toplum kuruluşları kültür, bilim, teknoloji, ekonomi ve strateji konularında dünyadaki gelişmeleri sürekli izleyebilecek araştırma gurupları kurarak gerekli planlama ve yönlendirmeyi yapabilirler.

Unutmamak gerekir ki ülkeler ve devletler bağımlı olabilir, fakat medeniyetler bağımsızdır. Öyle görünüyor ki, yirmibirinci yüzyıl, medeniyetler arası etkileşimlerin yüzyılı olacaktır. Ancak medeniyetlerin etkileşimi, bazı çatışmacı stratejistlerin görmek istediği şekilde sadece savaş ve çatışmalarla olmaz, sosyal, kültürel, ekonomik ve endüstriyel münasebetlerle de olur.

Şirketler artık eskiden olduğu gibi bir ülkenin sınırlarını kendi sınırları olarak kabul etmemektedir. Neresi gelişmeye elverişliyse faaliyetlerinin ağırlık merkezini oraya kaydırmaktadırlar. Bunun son örneğini birçok Türk firmasının, ülkemizdeki siyasi, iktisadi ve kültürel baskılar sebebiyle faaliyetlerini Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Macaristan gibi eski Doğu Avrupa ülkelerine kaydırmalarında görüyoruz.

Bu durumda, ülkeler arası sermaye ve teknoloji hareketlerinde sosyal ve kültürel etkşilemler ön plana çıkmaktadır. Bu şartlar altında, sermaye arttırmaktan başka hiçbir amaca yer vermeyen Batı tipi şirket anlayışı yerine daha sağlam temelli yeni şirket anlayışları geliştirmek gerekmektedir. Örnek olarak, başka ülkelerde faaliyet gösteren şirketler, iş yaptıkları ülkedeki net kazançlarının küçük bir yüzdesini rahatlıkla o ülkedeki sosyal yardımlaşma faaliyetlerine ayırabilirler. Bu tür faaliyetler, bir şirketin iş yaptığı ülkedeki durumunu sağlamlaştıracaktır.

Özet olarak ifade edecek olursak, dünyada bilim ve teknoloji ve bunlara bağlı ekonomi, siyaset ve kültür alanındaki hızlı gelişmeler toplumları yeni bir takım çözümlere doğru zorlamaktadır. Herşeyden önce bu gelişmeleri yakından takip edip ileriye dönük gelişme projeleri üretmek gerekiyor. Önümüzdeki dönem, dünyada çok yoğun medeniyet ve kültür etkileşimlerinin ön plana çıkacağını düşünüyoruz. Bu şartlar altında toplumların gelişme stratejilerini mevcut devlet politikalarıyla sınırlandırmalarının büyük bir yanlışlık olacağını, kendi geleceklerini tayin edecek politikaları kendilerinin üretmesi gerektiğini söylüyoruz.

* Doç. Dr. İTÜ UUBF