31.8.07

DOĞU-BATI

DOGU-BATI MAKALESİ

KAVRAMLAR ÇATIŞMASI VE GERÇEKLER

1. Giriş

Bu yazımızın amacı günümüzde siyaset ve kültür dilinde müşahade ettiğimiz tiraji-komik kavramsal çekişmenin ardındaki gerçekleri soruşturmaktır. Çoğu zaman küçük ve önemsiz, hatta anlamsız gibi görünen çatışmaların arkasında ekonomik çıkarların, bunların gerisinde de kültürlerin, hayat tarzlarının ve medeniyet anlayışlarının çatışması yatmaktadır.

2. Kavramlar ve Sloganlar

Bir toplumda düşünen insanların görevi, yaşadıkları toplumun hiçbir meselesi yokmuş gibi davranmak değil, bu tür çatışmaların arkasındaki gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Diğer bir çok karmaşık hayat probleminin çözülmesinde olduğu gibi, kavramsal problemler de, herşeyden önce açık ve net bir şekilde ortaya konulmalı, yani peoblem tanımı iyi yapılmalıdır. Bütün felsefi problemler kavramsaldır (L. Wittgenstein), ama her kavramsal problemi felsefi problem sanmak yanlıştır. Kavramsal problemleri felsefi, kültürel ve siyasi olmak üzere farklı sınıflar altında incelemek gerekir. Örnek olarak, modern fizikteki dalga-parçacık problemi felsefi bir problem sayılabilir. Bu durumda da bu problemin modern fiziğin temel kavramları çerçevesinde, veya bundan daha genel bir kavramsal çerçevede ele alınıp değerlendirilmesi beklenebilir.

Siyasi, amaç veya görüş farklılıklarından ortaya çıkan kavramsal problemler ise ilgili siyasi ortamın ve bunun gerisndeki kültür ve hayat tarzı faklılıkları çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu demektir ki siyasi arenada kavramsal anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması veya kalıcı bir çözüme kavuşturulması, ancak bunların üç ayrı düzlemde (ele alınıp) ayrı ayrı çözüme kavuşturulmasıyla mümkündür. Yani kavramsal çatışmanın ortadan kaldırılması isteniyorsa, siyasi amaç çatışmasının, ve bunun da çözüme kavuşturulması için kültürler veya hayat tarzları arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması gereklidir.

3. Sağlıklı Toplum Hasta Toplum

11. yüzyılda Endülüs’te yaşamış olan müslüman düşünür İbni Bacce “Tedbir-ül Mütevahhid” isimli çok orijinal bir eserinde sağlıklı ve hasta toplumları incelemiş ve bir toplumun sağlıklı sayılıp sayılamayacağı ile ilgili bazı hususlara dikkat çekmiştir. Ona göre hasta bir toplumun en göze çarpan iki alameti nüfusuna göre mahkemelerindeki dava sayısının, ve hastanelerindeki hasta sayısının fazla olmasıdır. Bu eserinde İbni Bacce devam ederek, hasta bir toplumda düşünen insanların nasıl yaşaması ve neler yapması ve yapmaması gerektiği konusundaki düşünce ve tavsiyelerini de ortaya koymaktadır.

Günümüzün kazandırdığı bilgiler çerçevesinde toplumları genel olarak zekanın üç bileşeni kabul edilen

• algılama,
• düşünme ve değerlendirme
• eylem

bileşenleri cinsinden değerlendirebiliriz. Toplumsal hastalıklar, bu fonksiyonlarındaki bozukluklar şeklinde ortaya çıkar. Algılama bozuklukları olan toplumlarda haber kaynaklarının yetersiz kalması ve hatta dejenere olması, yanlış mesaj aktarımı, mesaj filtreleme ve yönlendirme davranışları içinde olması, buna karşılık güvenilir haber kaynaklarının yetersiz kalması bu toplumsal hastalığın sebeplerinden bazılarıdır.

Algılamasını iyi yapamayan toplumların doğru düşünmesi, doğru planlar yapabilmesi, ve doğru kararlar alıp uygulayabilmesi imkansız olur. Klasik devlet anlayışındaki yasama / yargı / yürütme fonksiyonları toplumun sadece düşünme, değerlendirme ve eylem fonksiyonlarını ilgilendirmektedir. Dolayısıyla iktidarı bu üç unsurdan ibaret saymak büyük bir hatadır.

Düşünme ve değerlendirme bir toplumun birçok kesimlerinin faaliyetlerini gerektirir. Bilim, kültür, sanat, siyaset, yargı ve adalet kurumları bu faaliyetlerin odaklandığı yerlerden bazılarıdır.

Algılama ile düşünme ve değerlendirme arasındaki yakın münasebet zeki bir toplumun asla ihmal etmemesi gereken bir öneme sahiptir. Bu günün toplumlarında algılama fonksiyonlarının önemli bir kısmını basın-yayın yerine getirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde basın-yayının iktidarları değiştirdiği birçok örnekleriyle bilinmektedir. Bu yüzden, neredeyse yüzyıla yakın bir süredir siyasi literatürde basın-yayın için “dördüncü kuvvet” ifadesi kullanılmaktadır. Hatta basın-yayının bu özelliği bazı gelişmiş ülkeler tarafından az gelişmiş ülkelerin gelişmelerini kontrol etmede etkili bir şekilde kullanılmaktadır.

4. Sloganlar ve Mesajlar

Siyasi çatışmalar bazan sloganlar savaşı şeklinde kendini gösterir. Bu durumda her bir slogan bir mesaj olarak algılanabilir. Ancak buradaki mesajın enformasyon teorisinde mesajlardan farklı bir tarafı vardır. Enformasyon teorisine göre, mesajın anlamlı olması için şunların olması gerekir: 1) Mesajın kaynağı, 2) Mesajın yayıldığı ortam, ve 3) mesajın alıcısı. Gene bu teoriye göre bir mesajın taşıdığı bilgi miktarı nesajı gönderene veya onu taşıyan ortama göre değil, alıcısında meydana getirdiği sürpriz (şaşkınlık) derecesine göre ölçülür.

mesajın taşıyıcı ortam mesajın
kaynağı --------------------- > alıcısı

Mesajın, enformasyon teorisindeki gibi, sadece alıcısı açısından değerlendirilmesi eksik, ve dolayısıyla yanlış olur. Mesajın kaynağının (amaçlar, vasıtalar, mesajın dili, v.s.) açılardan incelenmesi gerektiği gibi, mesajı taşıyan ortamın da yakından incelenmesi gerekir. Eğer taşıyıcı sadece maddi bir ortam (yani elektronik, optik, sesliyayıcı) ise, ortamdan kaynaklanabilecek intikal (= iletim) bozuklukları (parazitler, vs.) hesaplanabilir.

Eğer bir mesaj, kaynağından gelen şifreli birtakım işaretler ihtiva ediyorsa, ve kaynağın bunlarla alıcıyı saptırmak gibi bir amacı olduğuna dair bir delil yoksa şifreliişaretlerin mutlaka bir anlamı olması gerektiği düşünülebilir.

Ama eğer, mesajı taşıyan insanlar veya insan grupları ise, bunların kendi amaçları, bilgi ve kültür seviyeleri, güvenirlik dereceleri, mesajın kaynağından alıcıya ulaşırken değişim geçirip geçirmediği açısından çok önemli olur. Günümüzde bazı gazetelerin, radyo ve TV kanallarının mesajları nasıl çarpıtıp saptırarak alıcıya ilettiğini, hatta nasıl bizzat çarpık ve sapık mesajlar üretebildiklerini gözlerimizle görebiliyoruz. Bu sebeple, önemli mesaj alış-verişlerinde mesajın gerçek kaynağının kim olduğu ve kaynağından çıktığı gibi alıcıya ulaşıp ulaşmadığı çok önemlidir.

Demek ki, siyasi çatışmalarda mesajın gerçekte ne anlama geldiği ve ne tür bilgi taşıdığı, sadece alıcısına göre değil, mesajı taşıyan ortama, ve daha da önemlisi mesajı gönderen, yani yayınlayan kaynağa da bağlıdır.

Bundan ayrı olarak, çok mesajlı ortamlarda mesajların öncelik sırasının seçimi de önemlidir. Normal bir toplumda önemsiz sayılabilecek bir olay hasta bir toplumda öncelik sırasının başında yer alabilir.

Siyasi çatışmalarda mesajlar çok çeşitli amaçlar taşıyabilir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Alıcıyı bilgilendirmek,
2) Alıcıyı motive etmek,
3) Alıcının kafasını karıştırmak,
4) Alıcıyı tesirsiz hale getirmek,
5) Alıcıyı tahrik etmek,
6) Alıcıyı gerçek problemlerden uzaklaştırmak,
7) Alıcıyı yanıltmak.

Bazı mesajlar aynı anda birkaç değişik tür alıcı üzerinde farklı etkiler meydana getirilmesini amaçlayabilir.

5. Durum Tesbiti ve Çözüm

Çatışma konusu olabilen kavramların ve sloganların birer mesaj olarak değerlendirilebileceğini ifade ettikten sonra bunların, toplum içindeki alıcıları ne yönde etkilemeyi amaçladıklarını tesbit edebilmek için neler yapılmalıdır, sorusuna geçebiliriz. İlk olarak her meselenin çözümünde uygulanabilecek şöyle bir dörtlü plan uygulayabiliriz:

1) Durum tesbiti,
2) Durum değerlendirmesi,
3) Alternatif çözümlerin formüle edilmesi,
4) Çözümlerin değerlendirilmesi ve çözüm seçimi.

Durum Tesbiti

Bütün problemlerde olduğu gibi, kavramsal çatışma problemlerinde de çatışmaya konu olan şartların sağlıklı bir şekilde anlaşılması gereklidir. Durum tesbiti iyi yapılan bir problemin çözümü de çözümsüzlüğü de yarı yarıya kendini gösterir. Durum tesbiti içine kavramsal analiz, mesajın kaynağının tesbiti, bu kaynağın muhtemel amaçlarının sıralanması, mesajın ortamı ve yayılış biçimi, ve mesajın muhatabı olan kişilerin (alıcıların) halihazırdaki eğitim, kültür ve ekonomik durumları gibi konular girer.

Durum Değerlendirmesi

Durum değerlendirme bir analiz olarak ele alınabilir. Tesbit edilen durumdan geriye ve ileriye dönük sonuçlar çıkarmak için yapılır. Durum değerlendirmesinde tesbit edilmiş olan durumun bütün unsurları teker teker ve bir arada ele alınır, ve bu değerlendirme, sözkonusu mesajın gerçek anlamının, gerçek amacının, hedef alıcıların ve bunlar üzerindeki beklenen etkilerin ne olabileceği, ve bu etkiler sonucu ortaya çıkacak davranış ve olayların neler olabileceğini tesbit etmek için yapılır.

Çözümlerin Formüle Edilmesi

Bu safhada, önceki iki safhada yapılan problem tanımından hareketler, alternatif çözüm yolları formüle edilir.

Çözümlerin Değerlendirilmesi ve Çözüm Seçimi.

Bu safhada da, tesbit etilmiş olan alternatif çözüm yolları birer birer ele alınarak her birinin muhtemek kazanç ve kayıpları hesaplanır. Ayrıca bunların uygulanabilirlik süreleri de hesaba katılarak “sınıflandırma” yoluyla en uygun çözüm seçilir.

6. Medeniyet Meselesi

Türkiye bugün, Osmanlılar dönemindeki “Medeniyetler Uzlaşması” ülkesinden bir “Medeniyetler Çatışması” bölgesine dönüştürülmektedir. Bu bölgede artık çeşitli eğilimler sürekli monokültürel bir üstünlük kurma mücadelesi içinde görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin monokültürel bir temele dayandırılmış olması çeşitli etnik grupların ve marjinal kültlerin adeta ülke üzerine örtülmüş bir örtü altında çekişmelerinin kaynağını da bu oluşturmaktadır. Bu kültler, enteresandır, asıl kimliklerini gizleyen bir sır perdesi altında faaliyet göstermektedir. Hatta bu sır perdesi, bir bakıma müntesiplerin dayanışmasını da pekiştirmektedir. Masonluk, aleviliğin bazı türleri, bektaşilik ve bazı tarikatler varlıklarını bu gizliliğe ve bunu destekleyen monokültürel devlet yapısına borçludur.

İşte bütün bu gruplar, toplumsal arenada köşe taşlarını kapma yarışında monokültürel zorunluluk dolayısıyla kendilerini tamamen farklı yüzlerle ortaya koymakta ve “yığın” saydıkları halkı kendi kavram ve sloganları etrafında (ama kendi gerçek amaç ve inançları etrafında değil) – toparlamaya çabalamaktadır. 1970’lerdeki kürtçülük hareketinin maocu marksist sloganlar arkasında, günümüzdeki alevi-bektaşi hareketinin kemalist sloganlar arkasında, masonluğun da her zamanki gibi, “çağdaşlık”, “evrensellik”, “globalleşme” gibi loganlar arkasında, ve müslümanlık iddiasındaki bazı cemaatlerin İslam’la bağdaşmayan, hatta putperestliğe varan görüntüler arkasında faaliyetlerini icra etmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu durum, Huntington’un “medeniyetler çatışması”ndan çok, sloganlar arkasında süren etnik amaçlar ve siyasi/iktisadi menfaatler çatışması olarak vasıflandırılabilir. Medeniyetler çatışması olabilmesi için, ortamda en az iki medeniyet anlayış ve iddiasının olması gerekir. Türkiye’deki durum bir Batı ve İslam medeniyeti çatışmasından henüz oldukça uzaktadır, çünkü bu ülkede İslam, bizzat müslümanlar tarafından halen bir medeniyet meselesi olarak algılanmamaktadır. Hatta o kadar ki, öteden beri İslam’ı bir medeniyet meselesi olarak ele almak gerektiğini savunan yazar ve düşünürlerin adı-sanı unutulduğu halde, böyle bir problemi henüz göremeyen camaat önderlerinin isimleri ve eserleri(?) ise baş köşeyi işgal etmektedir.

Büyük medeniyetlere baktığımızda, bunların adeta birkaç temel kavram üzerindeki toplumsal uzlaşmayla kurulduğunu söyleyebiliriz. Eski Yunan, soyut düşünce ve geometrik düzen, Roma, hukuk ve nizam, İslam medeniyeti gerçeklik (= hakk), bilgi (= ilm) ve adalet (= adl) kavramlarıyla teşhis edilebilirler. İslam’ı bu gün bir medeniyet meselesi olarak göremeyen müslümanlar, sonunda ülkedeki diğer etnik kültler gibi iki ayrı yüz ile yaşamak zorunda kalmaktadırlar, ve kendileri için ilahi adalet açısından asıl tehlikenin bu olduğunu da görememektedirler.

7. Medeniyet ve Cemaatler

Medeniyet oluşturmaya yönelik yaklaşımlarla cemaatçi yaklaşımlar arasındaki önemli farkları anlayabilmek için medeniyetlerin yapısını ve ülkemizde de sosyal bir vakıa olarak ortaya çıkmış olan cemaatlerin özelliklerini iyi incelemek gerekir.

Bu gün ülkemizde müslümanların önemli bir kısmının çeşitli cemaatler içinde yer almasının temelinde sosyal ve psikolojik sebepler vardır. Bunlardan bazıları cemaat şuuru ve dayanışması, aidiyet duygusu, güven ve hatta sun’i bir üstünlük duygusu bulunduğu söylenebilir.

Cemaatlerin sosyal gelişmede olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Önce bunların olumsuz taraflarını inceleyelim:

Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri de cemaat içinde özellikle analitik düşünceyi ve özellikle öz eleştiriyi tamamen ortadan kaldırmalarıdır. Cemaat liderinin, veya manevi liderinin her dediği doğru kabul edilir.

Bu arada, bazı cemaatlerin “büyük mütefekkir”, “asrın yıldızı” gibi ünvanlarla isimlendirdikleri kişilerin eserlerini 11. yüzyıldaki herhangi bir müslüman düşünürün eserleriyle karşılaştırarak değerlendirmek bunlarla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

Diğer önemli bir olumusuzluk ise, cemaat içinde cemaat önderlerinin görüşlerini hatasız kabul etmeleri ve bunların dışındaki dışındaki düşüncelere sahip insanları otomatik olarak cemaatten tecrit etmeleridir. Cemaat önderleri aslında aksiyon adamı oldukları halde cemaat tarafından bunların “çağın en büyük düşünürü” olduklarına inanılması ve bu yüzden herhangi bir kimsenin bunları aşamayacağı inancını da beraberinde getirir. Böylece cemaatler içinden büyük düşünür, yazar ve sanatçının çıkması en başından engellenmiş olmaktadır. Cemaatlerin dışında kalan düşünür, yazar ve sanatçılar da her cemaat tarafından “ayrık otu” muamelesine tabi tutulur.

Cemaatlerle ilgili diğer bir paradoks da, bunların, sahip oldukları inançlara apaçık düşmanlık yapmaktan çekinmeyen kişi ve kuruluşlarla daha yakın bir işbirliği içinde olabilmesidir. Bu paradoks “cemaat içi birlik” açısından kolayca açıklanabilir. “Kendisine uzak” cemaatler, cemaat içi birliğe ideolojik tehdit teşkil etmez, halbuki aynı inancı paylaşan kişi ve cemaatler “cemaat içi birlik” açısından tehdit unsuru sayılabilirler.

Cemaat yapısının diğer bir olumsuz yanı ise insanlar arasındaki “birlik” duygusunun öbekleştirilerek parçalanmasıdır. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da şudur: cemaatler büyüdükçe cemaat önderi ve müntesipler arasındaki bağlar ve amaçlar şekil değiştirmekte ve şahsi menfaat ve itibar peşinde koşan kimselerin de sürekli katılımı cemaatin dejenere olmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer ilgi çekici bir husus da sıradan insanların, cemaat üyeliğinin verdiği haksız bir üstünlük duygusuyla kendilerinde üstünlük görerek diğer insanlara tepeden bakmalarıdır. “Kollektif cehalet, cehaleti örter!”.

Cemaatleşme, insanlar arasında tabii bir istişare mekanizmasının oluşumunu da engellemektedir. Her cemaatin önderi, kendisinin her şeyi en iyi gördüğünü düşündüğünden diğerleriyle bir araya gelip birbirleriyle danışmaları mümkün olmaz.

Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri, cemaat içinde düşünceyi, ve özellikle de eleştiriyi ortadan kaldırma eğilimidir. Aslında bu, cemaat şeklinde gruplaşmanın sosyal bir sonucu olarak kabul edilebilir. Cemaat liderinin her dediğinin tartışmasız doğru sayılması ve onun hata yapmaz kabul edilmesi, cemaatin dağılmadan varlığını devam ettirmesinin vazgeçilmez şartıdır. Nitekim, bir cemaat önderinin vefatı, çoğu zaman cemaatın fırkalara ayrılmasına yol açmakta, ve her bir fırka kendi önderinin en doğruyu düşündüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan cemaatleri tek hücreli canlılara benzetmek mümkündür. Hücre bir müddet içinde iki veya daha fazla hücrelere bölünür, ve her hücre (bazan ötekilerin zararına bile olacak şekilde) kendi varlığını sürdürmeye çalışır. Bu hücresel yapı, cemaatlerin tek boyutlu davranışlarını da açıklamaktadır. Bir cemaatin varlık stratejisi ne kadar zekice olursa olsun, tek yönlü olduğu sürece, kolaylıkla kontrol altına alınabilir. Çoğu zaman, cemaat önderinin şahsi bir meselesiyle veya cemaatiyle ilgili bir konuda baskı altına alınması kontrol için yeterli olabilir. Böyle bir durumda, cemaat de baskılara boyun eğerek önderini takip etmeyi sürdürecektir.

Cemaatlerin bazı olumlu tarafları da vardır. Bunlardan belki de en önemlisi, düzensiz bir toplumda tek tek insanların başaramadıkları bazı işleri (sosyal yardımlaşma, vakıf ve iktisadi teşekküller) cemaat dayanışması içinde başarabilmeleridir.

Bugün dünyada müslümanların önemli bir kısmının cemaatlere ayrılmış olmasının temelinde cemaat şuuru ve dayanışması ve aidiyet duygusu yatmaktadır. Bu duyguların cemaat müntesiplerine sun’i bir güven, ve hatta gerçeklerden uzak bir üstünlük duygusunu da desteklediği söylenebilir. Her cemaatin kendi önderini hata yapmaz kabul etmesi, çoğu zaman da bu inancı destekleyen efsanelerin, hatta hurafelerin cemaat arasında yaygınlaşmasına da imkan sağlar. Özellikle benzer inançlar veya hedefler doğrultusunda biribiriyle rekabet içinde olan cemaatler arasında bu tür hurafeler, cemaatin üstünlüğüne taraftarlarını inandırmada önemli bir rol oynar. Cemaatlerin hücresel yapısının ve tek boyutlu varlık stratejilerinin diğer bir olumsuz yanı da, kendilerine zararı dokunmadığı durumlarda, diğer cemaatlere ve sonuçta aynı inanca sahip diğer insanlara yapılan haksızlıklara kayıtsız kalmalarıdır.

Bütün bu açılardan bakıp bir değerlendirme yaptığımıza şunları görüyoruz: Cemaat yapısında bilgi daima geri plandadır. Bunun sebebi, gerçekliğin “hakk”a göre değil, “cemaat önderine göre” tarif edilmesidir. Bu çerçevenin dışında kalan gerçekler, cemaat için ya hiç yoktur, veya önemsizdir. Böyle sabit, durgun ve kapalı bir gerçeklik anlayışı, elbette cemaatte bilginin gelişmesine ve yaygınlaşmasına imkan vermez. Gerçekliğe ulaşmak, önce o yönde ciddi bir yönelim, ciddi bir motivasyon gerektirir. Cemaatler ise zaten gerçekliğe ulaştıklarını kabul etmiş olduklarından, onlar için artık böyle bir çabaya ihtiyaç kalmamış sayılır. Cemaatlerde “eleştiri”, cemaat yapısına ters bir kavram olduğundan, yeni bilgilere ulaşmanın yolu bu yönden de kapanmış olmaktadır.

Medeniyetler, birbirinden bağımsız fakat birbirini tamamlayan ve destekleyen, ve birbirini kendi alanlarında mükemmelliğe sevkeden müesseseler üzerine kurulur. Bütün medeniyetlerde ortak olan bir özellik mükemmellik arayışıdır. Cemaatler liderin ölümüyle dağılığ parçalanabilir, fakat müesseseler fonksiyonlarını icra ettikleri sürece, kişilere bağlı kurumlar olmadığından toplumların dağılmasını önler ve medeniyetin devamlılığını sağlar; hatta devletler zayıflayıp yıkılsa bile bu devamlılık sürebilir. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri buna örnek olarak gösterilebilir. Abbasi devletinin dünyanın en karışık bir bölgesinde 500 yıldan fazla (750-1254) varlığını sürdürebilmesi Beyt-ül Hikme gibi bir bilim merkezini kurmuş ve 200 yıldan fazla devam ettirmiş olmasıdır. Selçuklular da bu gün bile Anadolu’da hemen göze çarpan sağlam bir medrese ağına sahipti. Osmanlılar ise iyi işleyen bir sosyal yapıya ve sarsılmaz adalet müesseselerine sahipti.

Gerçeklik, bilgi ve adalet kavramları birbiriyle çok sıkı bağları olan kavramlardır. Gerçeklik ve bilgi kavramlarından uzaklaşma, adalet kavramının da zayıflamasına yol açar. Bazı cemaatlerin kendilerine dokunmadığı için diğer insanlara yapılan haksızlıklara seyirci kalmaları, hatta kendilerine de zarar gelir endişesiyle haksızlık yapanları teşvik edici beyanlarla desteklemeleri bunlardaki adalet duygusunun ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Adalet duygusunu kaybetmiş toplumların, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler tarih ölçeğine göre kısa sürede çöktüklerini yakın zamandaki örnekleriyle görmüş bulunuyoruz.

Özet olarak, cemaatler aynı tek hücreli bir canlı gibi, kendi içinde belli bir varlık amacına yönelik olarak belli bir süre için başarılı, fakat dış dünyanın etkilerine karşı dayanıksız bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Halbuki sağlıklı bir toplumsal yapı, birbirini destekleyen dokulara sahip çok hücreli bir canlı gibidir. Böyle bir canlıda hücreler ve dokular birbiriyle rekabet için değil, içinde bulundukları canlının dış dünyada varlığını sürdürebilmesini sağlayacak şekilde faaliyetlerini sürdürürler. Böyle bir canlıda, dokular ve hücreler arasında sürekli bir iletişim, bir mesaj alışverişi vardır. Bu iletişimde her doku nelere ihtiyacı olduğunu, nelerin fazlalık olduğunu hiçbir sansüre yer bırakmayacak şekilde mesajlarıyla gerekli yerlere iletir.

Sağlıklı bir toplumsal yapı, yani medeniyet, sürekli gerçekleri araştıracak müesseselere sahip olan, gerçekleri gizlemeyen, onları çarpıtmadan bireylerine ulaştırabilen, açıkça yıkıcı veya kışkırtıcı ve haksız eyleme dönüşmeyen leştiriye her imkanı sağlayan bir toplumdur. Gerçekliğe (= hakka) önem veren bir toplum tabii olarak bilgiye de önem verecektir. Ancak böyle bir toplum, adaleti gerçeklikle (= hak ile) işleyen bir müessese haline getirebilir. Bu toplumda esas önderler, gerçeklik, bilgi ve adaleti her şeyin üstünde tutan insanlardır. Bunlar adeta o toplumun veya ulusun ruhu gibidirler. Böyle insanları içinde barındırmayan, onları desteklemeyen bir toplum ruhsuz bir toplum demektir ve içinde yaşadığı ülkenin nizam ve huzura kavuşması da mümkün değildir. İçinde huzur ve nizam olmayan bir ülkede insanlar gerçekleri araştırma ve bilgi edinme yerine, geçici dünya menfaati için sürekli bir çekişme içinde boş meselelerle uğraşarak ömür tüketirler.

Islam dünyasının bu gün içinde bulunduğu kaotik durumun temelinde genel manada bir “medeniyet” meselesi yatmaktadır. Bunun da temelinde Islam’ın temel kavramlarına dayalı yeni bir dünya düzeni, yeni bir “Nizam-ı Alem” fikrinin hala oluşturuamamış olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu kavramlar gerçeklik (= hak), bilgi (= ilm), adalet (= adl) ve nizam (= mizan) kavramlarıdır. Gerçeklik peşinde koşmayı birinci meselesi olmaktan çıkarıp tali meselelerle uğraşan insanlarla yeni bir medeniyet kurulamaz. Çükü gerçeklik (= hak) için her şeyini feda etmeye hazır olmayan insanların üstün bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Bilgisiz bir toplumun da adaleti işleyen bir müessese haline getirmesi mümkün değildir. Adaleti ayakta tutan müesseseleri olmayan bir toplum da hiçbir zaman nizama kavuşamaz, ve dolayısıyla her türlü hırsızlık, yolsuzluk, kaçakçılık, zulüm ve işkence belasından kurtulamaz. Bir toplumda adaletin müessese haline gelmesi adaleti her şeyin üzerinde tutan “adalet aşığı” yargıçların bulunmasına bağlıdır. Bunların olması da o toplumda gerçeklik (= hak) aşığı bilginlerin ve bilgi peşinde koşan insanların bulunmasına bağlıdır. İşte buradan hareketle diyoruz ki, ancak gerçeklik, bilgi ve adaletin aşığı insanlar yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklardır. Bu ideallerin peşinde koşan insanların önderlik ettiği bir toplumda gerçekler yalan haberlerle ve sloganlarla örtülemeyecektir, çünkü bu toplumda bilenler ne pahasına olursa olsun gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir toplumda mahkemeler gerçeklik ve bilgiye dayalı adaletin ayakta tutulduğu mekanlar olacak ve buralarda insanlara bilerek haksızlık yapılmayacaktır. Kanunlar da yönetenlerin keyfine veya menfaatlerine göre değil, gerçekliğe ve bilgiye dayalı olarak düzenlenmiş olacağından, insanlara “yasal haksızlık” da yapılmayacaktır. Bu gün dünyada müslümanlar, birkaç yüzyıldır gerçekliğe ve bilgiye gereken değeri vermedikleri, bunları ihmal ettkleri için her yerde haksızlığa uğramaktadırlar. Hatta bu ihmalleri yüzünden kendilerine yapılan haksızlıkları adeta “hak etmiş” olmaktadırlar.

Müslümanlar ilme sahip çıkmadıkları sürece hristiyanlığın akıbetinden, yani İslam dışı siyasi iktidarlara boyun eğip dinlerini kendi elleriyle bozmaktan kurtulamayacaklardır. Bilgi ancak müslümanların inancını kuvvetlendirir, çünkü bilgi hakkın yani gerçekliğin ifadesi olan herşeydir. Bilgili ve dolayısıyla kuvvetli inanç sahibi müslümanlar siyasi baskı, aşağılık kompleksi ve benzeri zorlamalarla inançlarına ve yaşayışlarına putperestlik karıştırılmasına izin vermezler.

Müslümanların hemen her yönden (adli, siyasi, mimari, sosyal, ve iktisadi alanlarda) hasta bir düzende “şurayı veya burayı ele geçirerek düzeni düzeltmek” gibi bir amaç için kendi kimliklerinden fedakarlık etmeleri doğru bir strateji değildir. En sağlam strateji, toplumda fertlerin kendi kendilerini en bilgili olacak şekilde yetiştirmelerini sağlayan stratejidir. İnsanların eğitim kurumlarına, hatta kütüphanelere girmelerinin bile yasaklanması da dahil, hiçbir mazeret kararlı bir insanın kendisini en iyi şekilde yetiştirmesine engel olamaz. Çünkü Allah, gerçekliği (= hakkı) savunan ve bilgiye (= ilme) sahip çıkanlarla beraberdir, ve onlara yollarını muhakkak gösterecektir.

Bir medeniyetin kurulmasında toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Herkes kendisini, yaptığı meşru işi en mükemmel bir şekilde yapacak şekilde geliştirmeye çalışması gerekmektedir.

Bu dünyada en hazin durumlardan biri de bir ülkede bilginlerin, yazarların, ve sanatçıların etraflarında gerçekleşen olayları doğru algılayıp değerlendirememeleri ve sonunda: “Biz bunların böyle olacağını neden düşünemedik?” demeleridir.

19.8.07

Kur'an ve Hadislerde Kıyamet Günü

Kur’an ve Hadislerde Kıyamet Günü
Dr. Şakir Kocabaş

Özet

Bu çalışmamızda, Kur’an-ı Kerim’de ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilmiş olan bazı hadislere dayanarak Kıyamet Günü hakkında neler söylenebileceği araştırılmaktadır. Kur’an’da Kıyamet Günü ile ilgili ayetler Kitab’ın birçok suresinde bazan bir arada, bazan da ayrı ayrı yer almakta olup kısa tasvirlerle bu konuda çok çarpıcı ve aydınlatıcı bilgiler verilmektedir. Kur’an-ı Kerim’den Kıyamet Günü konusunda tutarlı ve tafsilatlı bilgi edinebilmek için, konuyla ilgili bütün ayetlerin bir arada göz önüne alınması gerekmektedir, aksi halde bu tasvirler ilk bakışta birbiriyle alakasızmış gibi görünebilirler. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kitap’ta bu ayetlerin surelerde bu şekilde dağıtılmış olmasının bir hikmeti, insanlara çarpıcı bir şekilde, ilerde nelerle karşılaşacaklarını anlatmak, ve hayatlarına buna göre bir yön vermeye yöneltmek; diğer bir hikmeti de, göklerde gördüğümüz mükemmel nizamın süresiz devam etmeyeceğini, ve bunun ansızın yıkılmaya başlayacağını, ve bununla birlikte sona erecek dünya hayatı yerine bambaşka bir hayatın başlayacağını hatırlatmasıdır. Konu ile ilgili hadisler de ilgili ayetler çerçevesinde değerlendirildiği zaman daha tafsilatlı bilgiler vermektedir. Bu çalışmanın Kıyamet Günü konusunda yapılmış olan önceki çalışmalardan farkı, konuyu sistematik bir şekilde, birbirine bağlı olaylar zinciri içinde ele almasıdır. Bildiğimiz kadarıyla bu çerçevede ilk örnek olan ve bu sebeple bazı eksikleri olabilecek bu çalışmamız ileride yapılacak daha dikkatli ve ayrıntılı çalışmalara bir başlangıç olarak görülmelidir.

1. Giriş

“Kıyamet” kelimesi Kur’an’da “k-y-m” fiil kökünden gelmektedir ki bu kelime fiil olarak “dosdoğru olmak”, “ayakta hareketsiz durmak” manalarında kullanılmaktadır. Bazı ayetlerde İslam dini için “din-ül kayyim” sıfat tamlaması “dosdoğru din” olarak çevirebileceğimiz bir şekilde geçmektedir. “Kıyamet Günü” (= yevm-ül kıyame) isim tamlaması ise, sonunda bütün insanların tekrardan yaratılıp Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkartılacağı ve dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri gün için kullanılmaktadır. Kıyamet Günü’nün başlangıcı ayetlerde “Saat’in kaim olduğu gün” (= yevme tekum-us saatu) olarak da ifade edilmektedir (Rum 30/12). Ayetlerden anlaşıldığına göre bu “gün” dünyanın son ve belki de en uzun günü, ve ebedi hayatın başlangıcının ise ilk günü olmaktadır. “Dünyanın en uzun günü” olarak anlaşılması iki şekilde geçerli olabilir: Birincisi, aşağıdaki bölümlerde ayetlerle anlatılacağı üzere, bu “gün”ün korkunç ve dehşet verici bir gün olması ve o günü yaşayacaklar için her saniyesinin adeta aylar ve yıllar süren bir hayattan çok daha yoğun bir şekilde yaşanması olacaktır. İkincisi ise, gene ilgili ayetleri incelerken göreceğimiz gibi, dünyanın son gününün diğer günlerden tamamen farklı, “dünya ve güneş günü” kavramını esastan değiştiren semavi olayların yer alacağı bir gün olmasıdır.

Kur’an’da Kıyamet Günü ile ilgili ayetleri ilmi açıdan ayrıca önemli kılan diğer bir tarafı da bu ayetlerin, ilk bakışta dikkatlerden kaçan bir şekilde, aynı zamanda göklerin yaratılışı konusuna da açıklık kazandırmasıdır. Bu yüzden de ileride “Kıyamet Günü” konusunda yapılacak daha dikkatli bir araştırmanın, mutlaka “Yaratılış” konusunda yapılacak bir çalışmayla birleştirilmesi gerekmektedir. Fakat Kur’an’da “yaratılış” konusu çok kapsamlı, çok dikkatli, uzun ve zahmetli bir çalışmayı gerektirmektedir. Böyle bir araştırmaya da kimler gönüllü olur, bilinmez.

Kıyamet Günü konusuna geçmeden önce göklerdeki nizamın Allah (c.c.) tarafından nasıl oluşturulduğunu ve denge içinde korunduğunu anlamak gerekiyor. Çalışmamızın ikinci bölümünde bu mesele mümkün olduğu kadar kısa fakat anlaşılabilir bir şekilde ele alınmakta, ve göklerdeki nizamın ilk önce ne tür bir etki ile ve nasıl ortadan kalkmaya başlayacağı anlatılmaktadır.

2. Kıyamet Günü ve Saat’in Emri

Kur’anda Kıyamet günü ile ilgili ayetlerden bazılarında “saat” (= saah) ve “saatin emri” (= emr-üs saah) kelimeleri geçmektedir. Türkçede kullandığımız “saat” kelimesi Kur’an’dan ve Arapça’dan dilimize geçmiş olan ve zaman birimi ifade etmede kullandığımız bir kelimedir, fakat Kur’an’daki “saat” kelimesi farklı, ve muhtemelen daha uzun bir zaman birimini ifade etmektedir. Ayetlerdeki “saatin emri” (= emr üs-saah) ifadesi ise gökler ve yerdeki nizamı sona erdirecek olan ilahi bir emri ifade etmektedir. Bunun ne demek olduğunun anlaşılabilmesi için herşeyden önce Kur’an’da emr kelimesinin nasıl kullanılmış olduğuna bakmak gerekmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, özellikle yaratılış ve oluşla ilgili ayetlerde geçen emr kelimesi, bu gün lisanımızda kullandığımız “emir” kelimesinden çok farklı bir kullanım çerçevesine sahiptir. Bu açıklamalardan sonra, şimdi emr kelimesinin ayetlerde hangi çerçevelerde kullanıldığına geçebiliriz.

2.1 Kur’an’da Emr Kelimesi

Kur'anda emr kelimesi göklerin ve yerin yaratılışı, yönetimi ve bunların sona erdirilmesiyle ilgili ayetlerde şu üç genel çerçevede geçmektedir:1

1) Yedi göğe (= semaya) Allah (c.c.) tarafından yaratılışla birlikte vahyedilmiş [veya yüklenmiş] olan ve bunlardaki düzenliliği sağlayan emr. (Biz buna "birincil emr" diyoruz.)

2) Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve göklerde ve yerdeki olayları etkileyen emr. (Buna “ikincil emr” diyoruz.) Allah (c.c.), doğrudan doğruya kendi iznine bağlı olan ve melekleri vasıtasıyla gönderdiği/indirdiği bu emr ile dilediği mekanda mevcut nizamı dilediği gibi değiştirir ve dilerse daha önce görülmemiş olan yepyeni olaylar meydana getirir.2

3) “Saat’in emri” olarak ifade edilen ve göklerdeki nizamı sona erdirecek olan emr.

Şimdi bu üç genel çerçeve içinde emr kelimesinin nasıl kullanıldığının tafsilatına geçebiliriz.

2.2 Göklerdeki nizam: Birincil emr

Emr kelimesinin ayetlerde, “birincil emr” dediğimiz çerçevede kullanımı, Kur’an’da “sahhara” ve “kadr” kelimeleri ile birlikte, göklerdeki nizamın (düzenliliğin) Allah (c.c.) tarafından nasıl gerçekleştirildiği ve korunduğu ile yakından ilgilidir. Bu husus, yedi göğün (semanın) her birine yaratılışla birlikte emrlerinin vahyedildiğini ve göklerin ve bunlar içindeki gök cisimlerinin durumlarının bu emrlerle korunduğunu ifade eden ayetlerle tesbit ediliyor:

"Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) ..." (Fussilet 41/12)

"Güneş, ay ve yıldızlar O’nun [Allah'ın] emri ile [denge] durumlarını korurlar (= musahharatun bi emrihi)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)

"O'nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durmasıdır (= en tekum es semau vel ardu bi emrihi) ..." (Rum 30/25)

"Allah'ın yerdekileri sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmediniz mi? Gemiler O'nun emri ile akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O'dur ki, O'nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hac 22/65)

Görüldüğü gibi, göklerdeki nizamın kurulması ve korunması Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile gerçekleştirilmiş oluyor. Bu durumda, göklerde meydana gelen bütün olayların (Allah tarafından başka bir müdahale olmadığı takdirde) bu emrlere uygun bir şekilde gerçekleşiyor olması gerekir.

Kur’an’da birincil emr ile ilgili ayetlerden hareketle, göklerdeki nizamın mekan (uzay?) içinde dağılmış olan emrlerin (yönergelerin/ talimatların) etkileşimleri içinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumda emr, bütün “oluş”la ilgili çok temel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki birincil emr, sadece herhangi bir mekanın düzenini değil, maddenin de bizzat kendisini meydana getiren bir yönerge (talimat) veya yönergeler dizisidir. İşte bundan da emr kavramının, aynı zamanda “oluş”la çok yakından ilgili bir kavram olduğunu söylememiz gerekiyor. (Zaten birçok ayette “emr” kelimesi, “ol” (= kün) kelimesiyle çok yakın bir alaka içinde geçmektedir. Bakınız: Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82 ayetleri.)

Göklerdeki nizam, Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile tesis edilmiş olduğuna göre şöyle bir düşünce akla gelebilir: Göklere ve dolayısıyla bunlar içindeki sistemlere yüklenmiş olan birincil emrin tam olarak anlaşılması ile, insan, bu sistemler içindeki bütün olayları anlayabilir ve bunlar hakkında eksiksiz bilgi edinebilir, ve böylece de geleceği kesin olarak görebilir. Ne var ki, aşağıda tafsilatıyla açıklayacağımız gibi, mesele hiç de bu kadar basit değildir. Bunun başlıca nedeni şudur: Emr bu sistemlere bir defaya mahsus olarak yüklenip de bir daha değiştirilemeyen veya etkisi aşılamayan bir şey değildir. Şimdi bunu açıklamaya geçebiliriz.

2.3 Allah’ın dünyadaki olaylara müdahalesi: İkincil emr

Kur’an’da emr kelimesinin “ikincil emr” dediğimiz çerçevede geçtiği ayetlerden Allah’ın (c.c.), özellikle yeryüzündeki olaylara müdahale ettiğini ve bu şekilde bu olayları kontrol ettiğini ve yönlendirdiğini anlıyoruz. Şu ayet özellikle bu durumu açık bir şekilde belirtiyor:

"Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki (= yetenezzelul emre beynehunne), Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu (= ala kulli şey'in kadiir) bilesiniz, ve Allah'ın gerçekten her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)

Gerçekten de, izn ve emr kelimelerinin geçtiği bütün ayetlerin kavramsal çerçevesi incelendiğinde görüleceği gibi, emr sadece birincil emrden ibaret bir olgu(?) değildir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, birincil emrin etkileri Allah Teala tarafından periyodik olarak gönderilen ve indirilen ve O’nun izni ile uygulanan yeni bir dizi emr (ikincil emr) ile etkisiz hale getirilebiliyor veya aşılabiliyor. Kur’an’da buna en çarpıcı örneklerden biri Enbiya suresinde ifade edildiği gibi, İbrahim (a.s.)’ın, ulusunun ileri gelenleri tarafından ateşe atıldığı halde Allah’ın (c.c.) izni ve emri ile yanmamasıdır:

“[İleri gelenler] dediler: ‘Onu [İbrahim’i] yakın, böylece tanrılarınıza yardım etmiş olursunuz, eğer bir iş yapacaksanız.”
“Biz de: ‘Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlik ol!’ dedik (= kulna ya naaru küniy berzen ve selamen ‘ala ibrahim).” (Enbiya 21/68-69)

Bu ayette geçen “serin ve esenlik ol” sözü, o ateşin bulunduğu mekana gönderilmiş olan emri ifade etmektedir. İkincil emr çerçevesi içinde konumuzla ilgili olarak sayılabilecek öteki ayetler de şunlardır:

"... Allah katından bir emr..." (Maide 5/52, Duhan 44/5)

"Allah emri belirleyendir (= mubrim)." (Zuhruf 43/79)

"Her emr kararlatırılmıştır (= mustekir)." (Kamer 54/3)

"[Allah] emri gökten yere yönlendirir (= yüdebbirul emri mines semai ilel ard), sonra o, sizin ölçünüzle bin sene olan bir günde O'na yükselir (veya çıkar = ya'ruc)." (Secde 32/5)

"[Allah] emri gönderir/indirir (= mürsil/münzil)." (Duhan 44/5, Talak 65/5)

"Allah'ın emri ölçülmüş bir kaderdir (= kaderen makdura)." (Ahzab 33/38)

"[Bir gece ki] her hikmetli emr (= emrin hakim) onda ayrılır (tefrik edilir = yufraku)." (Duhan 44/4)

"Melekler ve ruh o gecede [Kadir gecesi] Rablerinin izniyle, her bir emrle inerler." (Kadr 97/4)

"[Allah] bir emri kaza ettiği zaman (= iza kada emren) ona: Ol! der." (Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82)

"Allah'ın Emri gelmiştir (= eta emrullah)…" (Nahl 16/1)

"Allah'ın emri uygulanır (= mef'ula)." (Nisa 4/47)

"Allah'ın emri görünür oldu ... (= zahere emrullahi)." (Tevbe 9/48)

"[Allah'ın] emri bir göz kırpması kadar çabuktur." (Kamer 54/50)

"Allah emri üzerinde (veya emrinde) galiptir (=galibun ala emrihi)."(Yusuf 12/21)

Kur’an’da ikincil emrin uygulanmasında Meleklerin görevlendirildiklerine işaret eden bazı ayetler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

“Biz [melekler] ancak Rabbinin emri ile ineriz (= ve ma netenezzelu illa bi emri rabbike), ...” (Meryem 19/64)

"Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılar ve gerekse meleklerin hepsi Alah'a secde ederler (= yescudu), ve onlar [Allah'a itaatten] büyüklenmezler. Üstlerinde Rablerinden korkarlar, ve onlara emredileni uygularlar (= ve yef’alune ma yü'merun)." (Nahl 16/49-5)

"[Meleklerin] söz sıraları O'ndan önce değildir, ve onlar Allah'ın emri ile iş yaparlar (ve hum bi emrihi ya'melun)." (Enbiya 21/27)

Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, göklere (= semavat) vahyedilmiş olan birincil emr, gökler ve yerdeki olayların değişimi içindeki dengeyi tesis etmekle beraber, bunlarda meydana gelen olayları her zaman tam olarak açıklayamaz. Buna rağmen, birincil emrin kozmik nizam ve ahengin korunmasında esaslı bir fonksiyonu olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve O’nun izni ile, melekleri tarafından ve belli bir zaman ve mekanda uygulanmak üzere getirilen ikincil emr, birincil emr vasıtasıyla oluşturulmuş olan düzenliliği nasıl etkilemektedir? Allah’ın emri belli bir zamanda bir mekana geldiğinde şu üç tür etkiyi meydana getirebilir: 1) Birincil emrin etkilerinin geciktirilmesi, zayıflatılması veya ortadan kaldırılması, 2) Birincil emrin etkilerinin güçlendirilmesi ve/veya odaklandırılması, 3) Birincil emrin etkilerinden tamamen farklı ve yepyeni etkilerin meydana getirilmesi.

İkincil emr çerçevesinde geçen ayetlerden görüyoruz ki, birincil emri aşan bir emrin çıkartılması veya kaza edilmesi (= kada) tamamıyla Allah'ın dilemesine (= şa) ve iznine (= izn) bağlıdır. Bu çok önemlidir, çünkü Allah'ın izni olmadıkça göklerin emrleri (yani birincil emr) değişmeden işlevini sürdürür ve göklerdeki bütün mekan (ve dolayısıyla içindeki bütün cisimler) ihtiva ettikleri emrlerin oluşturduğu özellikleri taşımaya devam ederler. Bu söylediklerimizi şu ayetlerle belgelendirebiliriz:

"Allah'ın yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini görmediniz mi? Gemiler O'nun emri ile denizde akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O'dur ki, O'nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hac 22/65)

"… Güneş, Ay ve yıldızlar onun emri ile durumlarını korurlar; işte bunda akleden bir ulus için işaretler (= ayat) vardır." (Nahl 16/12)

Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, göklerde ve yerdeki cisimlerin durum ve özellikleri birincil emr ile devam ettirilmektedir ve Allah (c.c), izni ile yeni bir emr göndermediği sürece bu durum ve özellikler devam edecektir. Göklerde ve yerdeki cisimlerin ve bunlar içinde saklı güçlerin en iyi şekilde kullanılabilmesi, insanların, bunların değişik şartlarda ve ortamlardaki bütün özelliklerini anlamaya çalışması ile olacaktır. Fizik bilimlerde “temel fiziksel kuvvetler” gibi teorik terimlerle açıklanmaya çalışılan düzenlilik aslında göklere birincil emr ile birlikte vaz edilmiş olan mizanın bir tezahürüdür (görüntüsüdür) diyebiliriz. 3

2.4 Göklerdeki nizamın sonu: Saat’in emri

Kur’an’da “Saat’in emri” (= emr-üs saah) olarak ifade edilen emr ise, Allah’ın (c.c.), birincil emri ile tesis etmiş olduğu mevcut nizamı sona erdirecek olan emrdir. İlgili ayetlerden anlaşıldığına göre bu emr halen hazırlanmış durumda olup uygulanmayı (kaza edilmeyi) beklemektedir. Bunun uygulanması ile “Kıyamet Günü” dediğimiz o uzun gün başlamış olacak ve göklerdeki nizam, birazdan göreceğimiz ayet meallerinde ifade edildiği gibi ortadan kalkacaktır.4 Saat’in emrinin ne zaman uygulamaya geçeceğini Allah’dan (c.c.) başka kimse bilmemektedir. Doğrudan doğruya Saat’in emri ile ilgili ayetler şunlardır:

“Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Saatin emri bir göz açıp kapama gibi, yahut daha yakındır; şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir.” (Nahl 16/77)

“Sana o saatten soruyorlar, gelip çatması ne zaman diye; de ki: onun bilgisi ancak Rabbimin yanındandır; onu tam zamanında tecelli ettirecek olan yalnızca O’dur (=la yücelliha li vaktiha illa hu); o [saatin emri], göklere de yere de ağır gelmiştir (= sekulet fis semavati vel ard); o size ansızın gelecektir...” (A’raf 7/187)

Şu ayetlerde ise Saat’in ne zaman olacağını Allah’dan (c.c.) başka kimsenin bilmediği, ve onun ansızın (= bağteten) geleceği ifade edilmektedir:

“Onun [Saat’in] bilgisi [ne zaman olacağı] Rabbine aittir.” (Naziat 79/44)

“Onlar ille de o saatin kendilerine hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın (=bağteten) başlarına gelmesini mi bekliyorlar?” (Zuhruf 43/66)

“... onlar hiç farkında değilken ansızın (= bağteten) o saatin kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” (Yusuf 12/107)

“İnkar edenler ise o saat ansızın (= bağteten) kendilerine gelinceye, yahut o hayırsız günün [toplu felaket veya ferdi ölüm gününün] azabı kendilerine gelinceye kadar ondan [Kur'andan] yana kuşku içindedirler.”
“O gün mülk, Allah'ındır...” (Hac 22/55-56)

“O saat mutlaka gelecektir; herkesin peşinde koştuğu işlerle cezalanması için, neredeyse onu gizleyeceğim.” (Ta-Ha 20/15)

Saat’in bazı belirtilerinin gelmiş olduğu ve onun, insanların zannettiklerinden daha yakın bir zamanda gerçekleşebileceği ise şu ayetlerde ifade edilmektedir:

“İlle saatin ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? İşte onun belirtileri [Kur’an veya Hz. Isa] geldi; o uyarıldıkları saat kendilerine geldikten sonra öğüt almaları nasıl [mümkün] olur?” (Muhammed 47/18)

“O [Kur'an veya Hz. İsa] saat için bir bilgidir (= ilmun); o saatin geleceğinden süphe etmeyin, bana uyun, doğru yol budur.” (Zuhruf 43/61)

“ ... Ne bilirsin, belki de o saat yakındır?” (Şura 42/17)
“Ona inanmayanlar onun [Saat’in] çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler; iyi bil ki o saat üzerinde tartışanlar uzak bir sapıklık içindedirler.” (Şura 42/18)

Saat’in gelişi göğün ve yerin çalkalanışı (= temuur), ve çok şiddetli ve korkunç bir zelzele ile olacak ve bu sarsıntıyı, ilgili ayetlerde tasvir edilen başka korkunç olaylar takip edecektir:

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun; çünkü saatin depremi cidden korkunç bir şeydir (= inne zelzeletus saate şey'un azim).”
“Onu gördüğünüz gün her emziren emzirdiğinden geçer, her hamile yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir, ama Allah'ın azabı şiddetlidir.” (Hac 22/1-2)

Şimdi Saat’in emrinin kaza edilmesi ile başlayacak olan Kıyamet Günü’nün olayların tafsilatına geçebiliriz.

3. Kıyamet Günü’nün Başlaması ve Sur’a Üflenme

“Sur”un ne olduğu konusunda birçok yorumlar yapılmıştır, fakat bizce burada önemli olan husus, bununla göklerdeki nizamın sona erdiğinin işaretinin verilecek olması ve gene ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, “Sur’a üflenme”nin etkisinin “göklerde ve yerdeki canlılar” tarafından dehşetli bir şekilde algılanacak olmasıdır:

“Sur'a üfleneceği gün, Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi korku içinde kalır; hepsi boyun bükerek O'na gelir.” (Neml 27/87)

“Sur'a üflenmiş, göklerde ve yerde olanlar [korkudan] bayılmışlar, ancak Allah'ın dilediği sarsılmamıştır; sonra ona [Sur’a] bir daha üflenmiştir, birden onlar ayağa kalkmış bakınıyorlardır.” (Zümer 39/68)

Sur’a ilk üflenmenin Kıyamet Günü’nün başlamasından önce mi sonra mı olacağı ayetlerde açıkça belirtilmemiştir. Yukarıdaki son ayette Sur’a ikinci olarak üfleneceği ifade edilmektedir. Sur’a ikinci üflenme ile bütün insanların tekrar diriltilip toplanacağını ifade eden diğer bazı ayetler de şunlardır:

“Sur’a üflenmiştir, ve işte onlar kabirlerinden Rablerine koşuyorlar.” (Ya-Sin 36/51)

“O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz.”
“Gök de açılmış, kapı kapı olmuştur.” (Nebe 78/18-19)

“Sur’a üflendiğinde (= fe iza nüfiha fis sur) artık o gün aralarında soylar yoktur; birbirlerine de sormazlar.” (Mü’minun 23/101)

Kıyamet Gününü’nün başlamasından sonra meydana gelecek olaylar Kur’anda bir çok surede kısa fakat son derece çarpıcı bir şekilde tasvir edilmektedir. Şimdi ayetler ışığında bu olayları incelemeye geçebiliriz.

4. Kıyamet Günü’nün Olayları

Kıyamet Günü’nün olayları ile ilgili ayetlerdeki veciz tasvirlerin dikkatle ve üzerlerinde düşünülerek incelenmesi, bunların astronomik boyutlarda çok hızlı olmakla beraber belli bir zaman sırası içinde ve insanlar tarafından safha safha algılanacak korkunç bir olaylar zinciri şeklinde meydana geleceğini göstermektedir.

Bu bölümde Kıyamet Günü’nün olaylarını 1) göklerde; 2) güneş, ay ve gezegenleri içine alan yakın semada; 3) dünyada meydana gelecek olaylar; ve 4) insanların bu olaylar karşısında ve içindeki durumları olarak, dört alt bölümde fakat bir zaman sıralaması içinde incelemeye çalışacağız.

4.1 Göklerde meydana gelecek olaylar

Kıyamet Günü’nün ansızın başlayacağını yukarıda “Saat” kelimesiyle ilgili ayetlerden görmüştük. Bunun ilk belirtilerinin de ansızın görüleceği bu şekilde anlaşılmaktadır. İlk belirtilerin göklerde görüleceği kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu belirtilerin en önemlisi, gökyüzünde hiçbir bulut olmadığı halde yıldızların (muhtemelen şeritler halinde) silinip gözden kaybolmasıdır. Kıyamet Günü ile ilgili ayetlerde gökler (= semavat) yerine hep gök (= sema) kelimesi geçmektedir. (Bunun tek istisnası aşağıda göreceğimiz Zümer 39/67 ayetidir.) Bu şöyle açıklanabilir: Saat’in emrinin uygulanmaya geçmesiyle birlikte göklerdeki tabakalı yapılanma ve nizam ortadan kalkacağı için bunlardan tekil olarak gök (= sema) diye bahsedilmektedir. Aşağıdaki ayetlerden, bu olayın “göğün sarsılıp çalkalanması” (=temuur) ve “göğün çatlaması” (= fatara) sonucu olarak ortaya çıkacağı anlaşılabilmektedir:

“O gün sema bir çalkanışla çalkalanır (= yevme temuurus semau mevra). (Tur 52/9)

“Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).” (İnfitar 82/1)

“Yıldızlar silindiği zaman (= ve izen nücumu tümiset).” (Mürselat 77/8)
“Gök yarıldığı zaman (= izes semai füricet).” (Mürselat 77/9)

Bu çatlama daha sonra genişleyerek, son ayette belirtildiği üzere, göğün “yarılması” (=furicet), ve nihayet “yarılıp ayrılması” (= şakkat) ile devam edecek ve daha sonra da gök yırtılacak veya parçalanacaktır (= vaahiye):

“Gök yarılıp ayrıldığı zaman (= izes semaun şakkat).” (İnşikak 84/1)

“İşte o gün olan olmuştur (= fe yevmeizin vaka’aten vakia).”
“Gök yarılıp ayrılmıştır, o gün o zayıftır [veya yırtılmıştır](= ve-en şakkatis semau fe hiye yevmeizin vahiye).”
“Melekler de onun kenarlarındadır.” (Haakka 69/15-17)

Yukarıdaki ayetlerde anlatılan “göğün çatlaması” (= fetarat) ve “yarılması” (=furicet) yeryüzünden bakıldığında, yıldızların göyüzünden muhtemelen şeritler halinde silinmesi şeklinde görülecektir. Bütün bu olaylar Saat’in emrinin uygulanmasıyla birlikte mekanın özelliklerinin değişime uğrayacağına da işaret etmektedir. Gökte yıldızların silinmesi, mekanın, içindeki herşeyle birlikte yassılaşması ihtimalini de düşündürmektedir.5

Göğün çatlaması (= fetarat), yarılması (= furicet), yarılıp ayrılmasından (=şakkat) ve parçalanmasından (= vahiye) sonra onun “yazı tomarlarını dürer gibi” (= ke tayyis sicilli lil kütüb) dürüleceği aşağıdaki ayetlerde beyan edilmektedir:

“O gün göğü, yazı tomarlarını dürer gibi düreceğiz (= yevme natvis semae ke tayyis sicilli lil kütüb); ilk yaratmaya nasıl başladıksa onu öyle geri çevireceğiz (= kema bede'na evvele halkin nuiyduhu); bu, üzerimize sözdür, ve Biz bunu mutlaka yapacağız (= inna künna failuun).” (Enbiya 21/104)

“Allah'ı gerektiği gibi takdir edemediler (= vema kaderullahe hakka kadrihi); halbuki Kıyamet günü arz tamamen O'nun avucunun içindedir (= vel ardu cemian kabdatuhu); gökler de sağ [elinde] dürülmüştür (= ves semavatu matviyyatun bi yeminihi); O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” (Zümer 39/67)

Bu ayetlerde üç defa geçen “dürmek” (= tayy/natv/matviyyat) kelimesiyle “göklerin yazı tomarlarını dürer gibi dürülüp toplanacağı” ifadesinin de mekanın sonunda “kitap yaprakları gibi” tamamen yassı bir hale getirileceğine işaret ettiği düşünülebilir. (Aksi takdirde, bu benzetme neden böyle verilmiştir, diye düşünmek gerekir.) Yukarıdaki ilk ayette çok dikkat çekici bir ifade daha var ki, bu da İlk Yaratılış’a ışık tutmaktadır: “ilk yaratmaya başladığımız gibi”. Buradan, ilk yaratılışın “yazı tomarları” gibi yassı bir mekanda başlamış olacağı sonucu çıkarılabilir.6 Eğer yukarıdaki ayetlerden çıkardığımız bu sonuçlar doğru ise, o zaman “yaratılış”la ilgili daha bilinmeyen çok şey var demektir.

Bu olayların başlangıç safhasında ise yakın semada birbiri ardına hızla büyük değişimler meydana gelecektir.

4.2 Yakın semada meydana gelecek olaylar

Göğün çatlamasıyla gelişen olaylarla birlikte yakın semada nelerin ortaya çıkacağı da ayetlerde çok çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir.

“Güneş büzüldüğü [içine doğru çöktüğü] zaman (= izeş-şemsu küvviret).
“Yıldızlar karardığı zaman (= ve izen nücumun kederet).” (Tekvir 81/1-2)

Bu ayetlerde görülen “güneşin büzülmesi” olayı Kıyamet suresindeki şu ayetlerle daha da açıklık kazanmaktadır:

"’Kıyamet günü nerede?’ diye sorup durur [o insan].”
“Ama o gün göz kamaştığı zaman (= fe iza berikal basar),” (Kıyamet 75/6-7)

Güneşin kısa bir süre için büzülmesi veya kendi içine doğru çökmesi (= tekvir), yukarıda Tur 52/9 ayetinde ifade edilen “göğün çalkalanması” (= temuur/mevra) olayının bir sonucu olarak veya başka bir şekilde meydana gelebilir. Bu günkü bilgilerimize göre güneşin kısa bir süre büzülmesiyle meydana gelecek basınç etkisi, güneşin parlaklığının birden artmasına yol açacaktır. Yukarıdaki Kıyamet suresi 75/7 ayetindeki “o gün göz kamaştığı zaman” (= fe iza berikal basar) ifadesinin böyle bir duruma işaret ettiği düşünülebilir. Fakat güneş kısa süren bu parlaklığının ardından genişlemeye başlayacak ve bu genişlemenin sonucu olarak da rengi kırmızıya doğru değişecektir.

“O gün gök erimiş maden gibi olur (= tekunus semai kel mühl).” (Nebe 78/8)

“Gök yarılıp ayrılarak erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman (= ve izen şakkat-is semau fe kanet verdeten ked dihan).” (Rahman 55/37)

Büzülmenin ardından güneşin genişleyerek renginin kırmızıya dönüşmesi, gökyüzünün de kıpkızıl bir renk almasına yol açacaktır. (Buradaki “kıpkırmızı bir gül” benzetmesi de çok düşündürücüdür.) Bütün bunlar yakın semada da mekanın dönüşüme uğrayacağına işaret etmektedir, ve bu dönüşüm hem güneşin genişlemesine hem de gezegenlerin, güneş etrafındaki eliptik yörüngelerindeki hareketlerinden gelen ivmenin etkisiyle dışarıya doğru saçılmalarına yol açacaktır.7 Bu da İnfitar suresinin 2. ayetinde “gezegenler saçıldığı zaman” (= ve izel kevakib-un teseret ) ifadesinden anlaşılmaktadır:

“Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).”
“Gezegenler saçıldığı zaman(= ve izel kevakib-un teseret).” (İnfitar 82/1-2)

Yukarıda gördüğümüz Kıyamet suresinin müteakip ayetlerindeki ifadeler de güneşin genişleyeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir:

“Ama o gün göz kamaştığı zaman (= fe iza berikal basar),”
“Ay tutulduğu (= ve hasefel kamer),”
“Güneş ve Ay bir araya geldiği zaman(= ve cumia-ş şemsü vel kamer)!” (Kıyamet 75/7-9)

Güneşin ışığının kızıla dönüşmesiyle, kendisine güneşten gelen ışığın şiddetinin azalması dolayısıyla ay kararacaktır. Bu durum yukarıdaki ikinci ayette “ay tutulması” benzetimi ile anlatılmaktadır. Saat’in emrinin etkisiyle mekanda meydana getirdiği değişimle birlikte güneş de genişlemeye devam edecek ve ay ile güneş birleşecektir. Bu birleşme, ayın dünya etrafındaki yörüngesinden uzaklaşarak güneşe doğru bir yol çizmesi şeklinde de olabilir. Dünya da diğer gezegenler gibi güneş etrafındaki yörüngesinden uzaklaşmaya başlayacak, fakat güneşin genişleme hızına bağlı olarak, sonunda güneş muhtemelen dünyaya da çok yaklaşmış olacaktır. Yukarıda gördüğümüz, Kıyamet suresi 9. ayetindeki “güneş ve ay bir araya geldiği zaman” ifadesi de bu çerçevede kolayca anlaşılmaktadır:

“Güneş ve Ay bir araya geldiği zaman (= ve cumia-ş şemsü vel kamer)!” (Kıyamet 75/9)

Güneş sisteminde mekanda meydana gelen bu değişimlerin bir tezahürü olarak ortaya çıkacak olaylar (mesela “çekim kuvveti”nin azalması), aşağıda açıklanacağı gibi, Kıyamet Günü dünyada meydana gelecek olaylarla da teyid edilmektedir. Yukarıdaki ayetler ayrıca gökyüzünün kıpkırmızı bir gül gibi kat kat bir yapıya dönüşeceğini de ifade etmektedir. Bu ifadeler, bir yandan mekanın düzenli yapısının bozulmasına işaret olarak kabul edileceği gibi, mekanda bir boyut indirgemesine işaret olarak da kabul edilebilir.8

Gökyüzünde bu olaylar olurken dünyada da aşağıda anlatılan olaylar meydana gelecektir.

4.3 Dünyada meydana gelecek olaylar

Gökyüzünde yıldızların silinmesiyle başlayan olaylar yeryüzünde de çok şiddetli bir sarsıntı ile kendisini gösterecektir. Gökdeki çalkalanmanın (= temuur) bütün arzı (yeri) de sarsacağı anlaşılmaktadır, çünkü aşağıdaki ayette de aynı kelime arzın çalkalanmasından bahsedilmektedir:

“Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin mi oldunuz? O zaman yer (=ard) birden sallanmağa/çalkalanmağa başlar (= fe iza hiye temuur).” (Mülk 67/16)

Bu çalkalanmanın meydana getirdiği sarsıntının ardından da şiddetli bir veya iki sarsıntı daha gelecektir:

“O gün o şiddetli deprem sarsar (= yevme tercufur raacife).”
“Ardından başka bir şiddetli sarsıntı gelir (= tetbeuher raadife). (Naziat 79/6-7)
“Yer şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı zaman (= iza ruccetil ardu raccen).” (Vakıa 56/4) (RACCE)

“O gün yer ve dağlar sarsılır (= yevme tercuful ardu vel cibal), ve dağlar dağılıp kum yuğınına döner.” (Müzzemmil 73/14)

Bu ayetlerde işaret edilen şiddetli sarsıntılar “raacife”, “raadife”, ve “racce” kelimeleriyle ifade edilmektedir.

Zilzal (zelzele) suresinin 1-5 ayetleri ise gene Kıyamet Günü’nün zelzelesinden bahsetmekte ve dünya üzerinde de bütün mekanda meydana gelen değişimin yerçekiminin azalması şeklinde kendini göstereceğine işaret etmektedir:

“Yer (= arz), kendi sarsıntısıyla sarsıldığı zaman (= iza zülziletil ardu zilzaleha).”
“Ve yer, ağırlıklarını attığı zaman (= ve ahracatil ardu eskaleha).”
“İnsan: "Buna ne oluyor!" dediği zaman (= ve kaalel insanu ma leha).”
“İşte o gün [yer] kendi haberlerini söyler (= yevme izin tuhaddisu ahbareha).”
“Rabbinin ona vahyettiği (= bi enne rabbeke evha leha).” (Zilzal 99/1-5)

Yukarıda birinci ayetteki yerin “kendi sarsıntısı” ifadesinin, yerde de mekanın özelliklerini değiştirecek (mesela yarçekimini azaltacak) bir zelzeleye işaret ettiği düşünülebilir ki bu adeta arzın ölümü gibi bir olayı anlatmaktadır. Bu husus ikinci ayetteki “ve yer ağırlıklarını (=eskaleha) attığı zaman” ifadesindeki “ağırlık” kelimesiyle daha da açıklığa kavuşmaktadır. Birçok müfessir bu ifadeyi arzın içindeki erimiş madenlerin dışarıya atılması şeklinde yorumlamışlardır, fakat bizce bu ifade, göklerin yaratılışıyla birlikte onlara yüklenen (= evha) birincil emrin sonucu olarak tezahür eden çekim kuvvetinin azalmasını ifade etmektedir. Nitekim yukarıdaki beşinci ayetteki “Rabbinin ona vahyettiği (= evha leha)” ifadesi bu görüşü desteklemektedir.9 Zaten şimdi göreceğimiz diğer ayetler de bu dehşet verici olaylarla birlikte yerçekiminin zayıfladığı bir dünyayı tasvir etmektedir.

“Güneş büzüldüğü [içine doğru çöktüğü] zaman (= izeş-şemsu kuvviret).”
“Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman (= ve izen nücumun kederet).”
“Dağlar yürütüldüğü zaman (= ve izel cibali süyyiret).” (Tekvir 81/1-3)

“O gün gök bir çalkanışla çalkalanır (= yevme temuurus semau mevra).”
“Ve dağlar bir yürüyüş yürür ki! (= ve tesiyrul cibali seyra).” (Tur 52/9-10)

Bu ayetlerden anladığımıza göre, dünyanın kendi etrafında dönmesinin devam edeceği kabul edildiğinde yerçekiminin azalmasıyla birlikte, dağlar yerlerinden kopup havalanacaktır. Denizlerin durumuna gelince:

“Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).”
“Gezegenler saçıldığı zaman (= ve izel kevakib-un teseret).”
“Denizler taşıp birleştiği zaman (= ve izel biharu fucciret).” (İnfitar 82/1-3)

“Denizler kabardığı [veya ateşlendiği] zaman (= ve izel biharu sücciret).” (Tekvir 81/6)

Aynı şekilde, yerçekiminin azalmasıyla birlikte denizler de kabarıp taşacaktır. Son ayetteki “sücciret” kelimesi bazı müfessirler tarafından “ateşlenme” olarak tefsir edilmiştir ki arzın içindeki erimiş kütlenin dışarı çıkması denizlerin yer yer kaynamasına yol açabilir.

Buraya kadar incelediğimiz ayetler, Saat’in emrinin etkisiyle mekanda meydana gelen değişikliklerle birlikte ortaya çıkacak olayları anlatmaktadır. Fakat bu değişiklikler bu kadarla da kalmayacaktır. Bu olaylardan sonra, dağların da ince bir toz yığını haline geleceğinden bahseden ayetleri göz önüne alırsak tamamen dönüşüme uğrayan bir mekan ve dünya ile karşılaşırız:

“Dağlar da [o gün] atılmış renkli yün gibi olurlar (= ve tekunul cibali kel 'ihnil menfuş).” (Karia 101/5)

“O gün yer ve dağlar sarsılır (= yevme tercüfü-l ardu vel cibal), ve dağlar, dağılan kum yığınları olur (= ve kanetil cibalu kesiyben mehiyla).” (Müzzemmil 73/14)

“Sur'a bir tek üflemeyle üflendiği (= fe iza nufiha fis sur),”
“Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağan olduğu zaman (= ve humiletil ardu vel cibalu fe dükketa dekken vahide).” (Haakka 69/13-14)

“Dağlar yayıldıkça yayılmış (= ve büsset-il cibalu bessa).”
“Ve toz duman hale gelmiştir (= fe kanet hebaen munbessa).” (Vakıa 56/5-6)

“Hayır! arz birbiri ardınca sarsılıp dümdüz edildiği zaman (= kella, iza dekketil ardu dekken dekka).” (Fecr 89/21)

Bu son ayet arzın da yamyassı veya dümdüz bir şekle sokulacağına işaret etmektedir. Nihayet, aşağıdaki ayette belirtildiği üzere arz ve gökler başka bir arza ve göklere tebdil edilecektir (dönüştürülecektir):

“O gün dağları yürüteceğiz; ve sen yeri [çırçıplak] bir çöl [olarak] göreceksin (= ve teral arda baarizeten); onların da hepsini [mahşerde] toplamışızdır, içlerinden hiçbirini bırakmamak üzere.” (Kehf 18/47)

“O gün yer başka yere değiştirilir, gökler de [öyle] (= yevme tubeddelül ardu gayril arda ves-semavat); ve [herkes] tek ve kahhar olan Allah'ın huzurunda görünürler (= ve berezu lillahi vahidil kahhar).” (İbrahim 14/48)

Yukarıda “Sur”la ilgili ayetlerde belirtildiği üzere, insanlar, Sur’a ikinci defa üflenmesiyle de, tebdil edilerek (değiştirilerek) dümdüz ve pürüzsüz hale getirilmiş olan bir olan arzdan çıkarılacak ve Hesap Günü için toplanacaklardır:

“Allah ki, O’ndan başka tanrı yoktur; sizi vukuunda asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır; Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? (= ve men esdaku min allahi hadiysa)."” (Nisa 4/87).

Kıyamet Günü’nün ikinci safhası olan ve Sur’a ikinci üflenme ile yeniden bütün insanların yerden çıkartılmaları ile başlayacak olan Hesap Günü’nde nelerin olacağı Kur’an’da birçok ayette anlatılmaktadır, fakat ayrı ve dikkatli bir çalışmayı gerektiren bu konu burade ele alınmayacaktır. Kıyamet Günü’nün insanlar üzerindeki etkilerini ise şimdi ayetler ışığında inceleyebiliriz.

4.4 İnsanlar üzerinde etkileri

Yukarıda buraya kadar anlatılan olayların insanlar üzerinde ne korkunç bir etki meydana getireceğini Kıyamet Günü’nü yaşamadan tam olarak anlamak imkansız olsa da hayalimizde canlandırarak az da olsa anlamak mümkündür. İnsanlar için bu olayları daha da korkunç hale getirecek olan şey, onların bu geçici dünya hayatına aşırı bir şekilde güvenmeleri ve bağlanmalarıdır.

Halbuki bütün bilimsel (kozmolojik, astronomik, fiziksel, kimyasal ve biyolojik) veriler, üzerinde bulunduğumuz dünyanın ve yaşadığımız dünya hayatının ne kadar hassas dengeler üzerinde devam ettiğini göstermektedir. İçinde ergimiş halde binlerce derece sıcaklıkta bir ateş küresinin bulunduğu, üzerinde yaşadığımız ve üzerine büyük hayaller inşa ettiğimiz yerin kabuğunun bile dünyanın çapına oranla kalınlığının, bir yumurta kabuğunun yumurtanın çapına oranından daha ince ve çok çok daha zayıf olduğunu biliyoruz. Fakat bunları günlük hayatımızda ancak hayallerimiz bir depremle sarsıldığı zaman hatırlayabiliyoruz.

Kur’an’da o günün, insanlar üzerindeki etkilerini anlatan çok çarpıcı ayetler vardır. Bazılarının mealleri:

“Peki inkar ederseniz çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi nasıl kurtaracaksınız?”
“Gök [bile] onun [Kıyamet gününün] dehşetinden çatlar (= essemai münfatir bih); Allah'ın vaadi ifa edilmiştir (= mef'ula).” (Müzzemmil 73/17-18)

Yukarıdaki ilk ayetteki “çocukları ihtiyarlatan o gün” ifadesi, o günün dehşetini çarpıcı fakat mecazi olmayan bir şekilde anlatmaktadır.

"[O insan] Kıyamet günü nerede?" diye sorup durur.”
“Ama o gün göz kamaştığı (= fe iza berikal basar),”
“Ay tutulduğu (= ve hasefel kamer),”
“Güneş ve Ay bir araya toplandığı zaman (= ev cumia-ş şemsü vel kamer)!”
“[İşte] o gün insan: "Kaçacak yer neresi?" der! (= yekulül insane yevmeizin eynel mefer).” (Kıyamet 75/6-10)

O gün insanların, ötedenberi yaşamasına en elverişli bir yer olarak kabul ettikleri dünya altlarından kayıp gittiğinde, gök de kıpkızıl bir ateş ve duman karışımı haline geldiğinde, “kaçacak yer” neresi olabilir? Üstelik bu dehşet verici manzara içinde, (belki yerçekiminin azalmış olmasıyla) insanlar “pervaneler [gece kelebekleri] gibi” havada uçuşmaktadırlar:

“O gün insanlar yayılmış pervaneler gibidir (= yevme yekunun nasi kel feraş-il mebsus).”
“Dağlar da [o gün] atılmış renkli yün gibi olurlar (= ve tekunul cibali kel ‘ihnil menfuş).” (Karia 101/4-5)

Bu ayette geçen “pervaneler [gece kelebekleri] gibi” ifadesi kıpkızıl bir gök altında ve üzerinde toz, duman ve ateş karışımı bir atmosferde uçuşan insanların durumunu ibret verici bir şekilde ifade etmektedir.

Kıyamet Günü meydana gelecek olayları ilgili ayetler çerçevesinde böylece gördükten sonra, şu önemli sorulara cevap aramamız gerekiyor: Acaba Kıyamet Günü öncesinde bunun hangi alametleri veya belirtileri ortaya çıkacaktır? Kur’an’da ve/veya hadislerde bu alametler konusunda ne gibi bilgiler vardır? Bu alametlerden hangileri gerçekleşmiştir, hangileri henüz gerçekleşmemiştir? Kıyamet Günü’ne ne kadar kalmıştır? İşte aşağıdaki bölümde bu soruların cevapları aranmaktadır.

5. Kıyamet Günü Öncesinde Ortaya Çıkacak Alametler

Kıyamet günü öncesinde o günün yaklaştığına işaret olarak meydana gelecek olaylar inanan birçok insanın alakasını çekmektedir. Genel olarak “Kıyamet alametleri” diye isimlendirilen bu olaylardan bazıları Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir, diğer bazıları da Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bazı hadislerde bildirilmektedir. Kur’anda bildirilen olaylarla ilgili ayetler şunlardır:

“O söz başlarına geldiği zaman (= ve iza vaka’atil kavl) onlara yerden bir daabbe çıkartırız, o onlara insanların ayetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml 27/82)

Bu ayette geçen “daabbe” kelimesi, Kur’an’daki başka ayetlerde, karnı veya ayakları üzerinde hareket eden canlılar için kullanılmaktadır. Bu ayette ise, muhtemelen o zamana kadar görülmedik türden, fakat algılaması gelişmiş, şuurlu ve konuşan bir canlıyı ifade etmektedir. Böyle bir canlının ortaya çıkması ve bu şekilde konuşması insanların herhalde çok ilgisini çekecektir. Buna karşılık insanların çoğunun bu canlının söylediklerini ciddiye alacakları şüphelidir. İnsanların çoğu büyük mucizelerle gelen Peygamberleri (a.s.) bile ciddiye almamaktadır. Bazıları ise inkarda daha da ileri gitmektedir:

“İnsanlardan kimi de [vardır ki] ne bir bilgiye, ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele eder,”
“Büyüklük taslayarak Allah yolundan şaşırtmak için; dünyada ona bir rezillik vardır, kıyamet gününde ise ona alevli ateş azabını tattıracağız (= nuziykuhu azabün hariyk).” (Hac 22/8-9)

Ancak insanlar bütün gafletlerine karşılık sonunda bu uyarıları muhakkak tanıyacaktır, fakat belki de o zaman çokları için iş işten geçmiş olacaktır:

“Ve de ki: Hamd Allah’adır; O, size ayetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız; Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Neml 27/93)

Kıyamet Günü’nün yaklaştığının alametlerinden bir de Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortaya çıkmasıdır. Bunun veya bunların ne olduğu tam olarak bilinmemekle beraber, bir tür canlı oldukları ve sebest bırakıldıklarında insanlara büyük zararlar verecekleri hususunda görüş birliği vardır.

“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc [seddi] açıldığı zaman, ki onlar her tepeden akın edip çıkarlar (= hatta iza fütihat ye’cuce ve me’cuce ve hüm min külli hadebin yensiluun).”
“Ve gerçek vaad yaklaştığında (= ve akterabu va’dul hakk), işte o zaman inkarcıların gözü açılır: ‘Eyvah bize, biz bundan gaflet içindeydik; hayır, biz zalimlerdendik [gerçeği gizledik].’” (Enbiya 21/96-97)

Gene Ye’cüc ve Me’cüc ile ilgili olarak daha önce gördüğümüz, Kehf suresi 97-99. ayetlerini hatırlayacak olursak:

“Artık [Ye’cüc ve Me’cüc] onu [Zülkarneyn’in yapmış olduğu engeli] ne aşabildiler, ne delebildiler.”
“[Zülkarneyn] dedi: ‘Bu Rabbimin bir rahmetidir; Rabbimin vaadi geldiğinde onu yerle bir eder; şüphesiz Rabbimin vaadi gerçekdir (= ve kane va’du rabbi hakka).”
“Biz o gün onları [Ye’cüc ve Me’cüc’ü] dalgalar halinde bırakmışızdır. Sur’a da üflenmiştir, ve hepsini de toplamışızdır.” (Kehf 18/97-99)

Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanlar Ye’cüc ve Me’cüc belasıyla karşılaştıkları zaman onu tanıyacaklar, fakat daha önce bunları ciddiye almadıkları veya halktan gizledikleri için bu belayı tanımaları onlara fayda vermeyecektir, çünkü zaten o zaman Kıyamet Günü belki de gelip çatmış olacaktır. Son ayette Ye’cüc ve Me’cüc’ün serbest bırakılmaları ile Sur’a üflenmesinin aynı cümlede ifade edilmiş olması, bu iki olay arasında çok önemli bir zaman aralığı bulunmadığına işaret etmektedir.

Kıyamet Günü’nden önce gerçekleşecek olan diğer bir hadise de insanların göğün bir tabakasından diğerine çıkması ve orada bir müddet yaşayabilmesidir. Aşağıdaki ayetteki “gökte de rızkınız ve size vaad edilen vardır” ifadesi buna işaret etmektedir:

“Gökte de rızkınız ve size vaad edilen vardır (= ve fis-semai rizkaküm ve ma tu’aduun).” (Zaariyat 51/22)

Bu ayetteki “size vaadedilen” (= ma tu’aduun) ifadesi başka bir ayette şöyle açıklık kazanmaktadır:

“Andolsun o şafağa (= la uksimu biş şafak).”
“O geceye ve onun [içinde] topladıklarına (= ves semai ve ma vasak).”
“Toplu bir hale [dolunay haline] gelen aya (= vel kameri izet tesak).”
“Siz mutlaka bir tabakadan diğerine çıkarılacaksınız (= le terkebünne tabakan an tabak.” (İnşikak 84/16-19)

Son ayette geçen “mutkala bir tabakadan bir tabakaya çıkarılacaksınız (= le terkebünne tabakan an tabak)” ifadesiyle göğün tabakalarından bahsedildiği anlaşılmalıdır. Buna göre Zaariyat suresi 22. ayetindeki vaadin bu ayetteki vaad olduğu anlaşılmaktadır. Birçok müfessir bu ayette geçen “tabak” kelimesini “derece”, ”mertebe” veya “hal” olarak yorumlamıştır ki, bu durumda mana “bir dereceden diğerine” veya “bir halden diğerine değiştirileceksiniz” olmaktadır. Fakat Kur’an’da “derece” kelimesi de başka ayetlerde geçmektedir. Dolayısıyla bu yorum zayıf bir yorum olmaktadır. Halbuki “tabak” kelimesi, göklerin tabakalarından bahseden iki ayette geçmektedir:

“O, yedi göğü [içiçe] tabakalar halinde yaratmıştır (= ellezi haleka seb’a semavatin tibaaka); Rahman’ın yarattığında bir uygunsuzluk göremezsin; gözünü çevir de bak bir kusur [veya çatlak] gürebiliyor musun?” (Mülk 67/3)

“Görmediniz mi, Allah yedi göğü nasıl [birbiri üstünde] tabakalar halinde (=tibaaka) yaratmıştır?” (Nuh 71/15)

İşte bu ayetler bir arada mütalea edildiklerinde, insanların göğün bir tabakasından diğerine çıkacağına işaret ettikleri anlaşılmaktadır. Ancak bu ayetlerde bahsi geçen “göğün tabakalarından” tam olarak neyin kastedildiğini araştırmak gerekiyor. Eğer dünya ile ay arasını bir tabaka olarak kabul edersek, o zaman bu vaadin 1969’daki ilk ay yolculuğu ile gerçekleşmiş olduğunu kabul edebiliriz. Bu günkü bilgilerimize göre gökler için şöyle bir tabakalandırma yapılabilir: 1) dünya atmosferi 2) dünya-ay, 3) güneş sistemi, 4) Samanyolu galaksisi, 5) galaksi kümesi, 6) süper küme, 7) bütün gökler. Fakat bu tamamen itibari bir tabakalandırma olacaktır. Dolayısıyla bu ayetlerde kastedilen “tabakaların” gerçekte ne manaya geldiği ayrı bir araştırma konusu olmaktadır.

Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak alametlerden biri de gökyüzünden gelecek ve dünyayı kaplayacak bir dumandır (= duhan). Kur’an’da bu olay kendi adındaki Duhan suresinde şöyle anlatılmaktadır:

"Şimdi sen göğün, insanları bürüyecek belli bir duman getireceği günü gözetle (=fertekıb yevme te’ti-s semau bi duhanin mübiyn).”
“İnsanları saracaktır o. ‘Bu pek elem verici bir azap’ [diyecekler].”
“Ey Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır, doğrusu biz artık iman ediyoruz [derler].
“Onlarda öğüt almak nerede, kendilerine [gerçeği] açıklayıcı bir elçi geldiği halde." (Duhan 44/10-13).

Bu ayetlerde bahsedilen dumanın yerden değil gökten geleceği açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu birkaç değişik şekilde olabilir. En anlaşılabilir ihtimal, büyük bir kuyruklu yıldızın dünya yörüngesini keserek geçmesi ve arkasında bıraktığı karbon ve buz karışımı bir kütlenin dünya atmosferini kaplaması olabilir. Bu durumda atmosfere giren karbonun bir kısmı yanarak karbon monoksit ve karbon dioksit haline dönüşür ve atmosfer karbon, karbon monoksit, karbon dioksit ve su buharı karışımından oluşan boğucu ve zehirleyici bir gaz ve toz karışımı meydana getirebilir. Bunun etkisinden kurtulmak da pek kolay olmazdı. Diğer bir ihtimal de doğrudan doğruya kozmik bir bulut kütlesinin dünya atmosferine girmesidir. Fakat ayette: “göğün belli [veya görünür] (= mübiyn) bir bulut getireceği” ifade edilmekte olduğuna göre, bunun gelişi insanlar tarafından gözlemlenecek, fakat insanlar bunu uzaklaştırmada çaresiz kalacaklardır. Başka bir ihtimal de, gene büyükçe bir meteorun dünyaya çarpıp müthiş bir toz bulutunu atmosfere yaymasıdır. Buna benzer bir olayın 50 milyon yıl kadar önce vuku bulduğu ve dinazorların ve diğer birçok canlı türünün sonunu getirdiği bazı bilim adamları tarafından kabul edilmektedir.

Oluş şekli ne olursa olsun, bu olayın insanları çaresiz bırakacağı, bundan kurtulmak için Allah’a yalvaracakları, ve mucizevi bir şekilde bu elem verici azaptan kurtulduktan sonra bile, son ayette ifade edildiği gibi ilk fırsatta eski hallerine dönecekleri anlaşılmaktadır. (Bölgemizde meydana gelen seri halindeki depremlerin her birinin vukuunda, gece yarısı veya gündüz ortasında çığlık çığlığa sokaklara fırlayan insanların çoğunun hemen ertesi gün nasıl eğlencenin en aşırısına daldıklarını ibretle müşahade ediyoruz.)

Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak alametlerden, Kur’an’da açıkça belirtilmeyen fakat Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen hadislerde anlatılan olaylara gelince.10 Bunlardan en müşahhas olanları güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inmesidir.

Güneşin batıdan doğması ile ilgili olarak aşağıdaki ayette geçen:

"[İnanmak için] hala kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini, yahut Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ancak Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün, önceden inanmamış, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye [o günkü] imanı bir fayda sağlamaz: de ki, bekleyin; şüphesiz biz de bekleyenlerdeniz." (En'am 6/158)

"Rabbinin bazı ayetlerini" ifadesini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kıyamet alameti olan güneşin batıdan doğması olarak şöyle açıkladığı bildirilmektedir:

"Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneş batıdan doğduğu zaman toptan bütün insanlar iman edecekler, fakat daha evvel iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün imanı fayda vermez." 11

Kur’an’da buna üstü kapalı olarak işaret eden tek ayet belki de Bakara suresinin 258. ayetidir:

“Allah kendisine hükümdarlık verdi diye [şımararak] Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Benim Rabbim O’dur ki yaşatır, öldürür’ demişti. ‘Ben de yaşatır, öldürürüm’ dedi. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan doğdurur, haydi sen de onu batıdan doğdur,’ deyince o inkarcı şaşırıp kaldı; Allah zalim bir ulusu doğru yola iletmez.” (Bakara 2/258)

Böyle bir olay, dünyanın yakınından çok büyük bir gök cisminin geçmesiyle olabilir. Bu durumda dünya bu cisme çarpmadan başka bir yörüngeye savrulabilir ve hatta güneş etrafında ters bir yörüngeye girebilir. Diğer bir ihtimal de bunun Kıyamet Günü’nde bozulan kozmik nizam şartları içinde ve bu gün bilemeyeceğimiz bir şekilde olmasıdır.

Hz. İsa’nın (a.s.) Kıyamet Günü’nden önce yeryüzüne indirilmesi meselesine gelince: Bu konu da müfessirler tarafından çok tartışılmıştır. Kur’an’da Hz İsa’nın (a.s.) yeryüzüne ineceğini açıkça bildiren bir ayet bulunmamaktadır, fakat bazı ayetlerin bunu desteklediği düşünülmektedir. Aşağıdaki ayetler onun, Hristiyanların genel inanışlarının aksine Yahudiler veya Romalılar tarafından öldürülmemiş olduğunu, fakat semaya yükseltilmiş olduğunu bildirmektedir:

“… Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat [öldürdükleri kişi] onlara İsa gibi gösterildi ...”
“Bilakis Allah onu kendi [nezdine] yükseltmiştir (= bel rafeahu-allahu ileyh); Allah büyük izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa 4/157-158)

“Allah buyurmuştu ki: Ey İsa, seni vefat ettireceğim ve seni bana yükselteceğim (=inni müteveffiyke ve raafiuke ileyye) …” (Al-i İmran 3/55)

Son ayette “ölüm” (= mevt) kelime kökünden gelen bir ifade yerine, gene Kur’an’da insanların uyku halini anlatmada kullanılan “v-f-y” kelimesiyle “vefat ettireceğim” (=müteveffiyke) sözü geçmektedir. Halbuki “mevt” kelimesinin geçtiği şu ayette her nefsin ölümü tadıcı olduğu bildirilmektedir:

“Here nefs ölümü tadacaktır (= küllü nefsin zaaikatül mevt); …” (Al-i İmran 3/185)

Dolayısıyla İsa’nın (a.s.) da bu ayetin şümulünde olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Ayrıca Nisa suresinin 159. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:

“Andolsun Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, onun [İsa’nın] ölümünden önce ona inanacak olmasın (= le yü’minenne bihi kable mevtihi). Kıyamet gününde de o [İsa] onlar aleyhine şahitlik yapacaktır.” (Nisa 4/159)

Bu ayette geçen “ölümünden önce” (= kable mevtihi) ifadesi İsa (a.s.)’ın ölümünden bahsetmektedir, ki bu ayetler ve konu ile ilgili olarak İbn Cerir et-Taberi, İbn Atiyye, İbn Rüşd, Kutubi, İbn Kesir gibi bazı Müslüman bilginlerce mütevatir kabul edilen hadisler bir arada mütalea edildiğinde İsa’nın (a.s.) tekrar yeryüzüne gönderileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Buna rağmen müfessirler arasında bu konuda tam bir fikir birliği yoktur.

Hadislerde anlatılan diğer bazı olaylar da şunlardır: Doğuda, batıda ve Arap yarımadasında yer çöküntülerinin meydana gelmesi. Nakledilen hadislerde bu çöküntülerin yeryüzünde ahlaksızlığın arttığı bir zamanda meydana geleceği bildirilmiştir. Ayrıca, Kıyamet Günü yaklaştığında şiddetli yağmurların yağacağı ve büyük tahribatlara yol açacağı, yıldırım düşmesi hadiselerinin sıklaşacağı ve insanlar üzerine düşerek ölümlerine sebep olacağı da hadislerde nakledilen olaylardandır.

Sonuç

Bu çalışmamızda Kur’an-ı Kerim’deki ilgili ayetler ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bazı hadisler çerçevesinde Kıyamet Günü konusunu, ayetlerde olayların anlatım sıraları ve olayların ifade edildiği kavramların meydana getirdiği yapılar içinde birbirine bağlı bir hadiseler zinciri olarak inceledik. Bu incelememizde önce Kur’an’daki ilgili ayetler çerçevesinde, Allah’ın (c.c.), gökleri ve yeri yaratması birlikte bunlara vahyetmiş olduğu emri ile bunlardaki düzenliliği nasıl sağlamış olduğunu, ve Allah’ın (c.c.) gönderdiği yeni emrlerle göklerde ve özellikle yerde meydana gelen olayları nasıl dilediği gibi etkileyip kontrol ettiğini gördük. Ayrıca bu muhteşem nizamı ortadan kaldıracak olan, ve Kur’an’da “Saat’in emri” diye isimlendirilen özel bir emrin Allah (c.c.) tarafından uygulanmaya hazır halde bekletildiğini gördük. (12)

Gene bu çerçevede Kıyamet Günü’nün, göklerle birlikte dünyanın ve özellikle dünya hayatının son günü ile başlayan ve yeniden diriliş ve toplanma (= haşr) ile Hesap Günü’nü de içine alan uzun bir gün olduğunu anladık. Bu günün, Sur’a üflenme ile birlikte Saat’in Emri’nin uygulanmaya konulduğu ve göklerdeki mükemmel ve muhteşem nizamın bu emr ile safha safha nasıl sona erdirileceğini de görmüş olduk. İncelememizin sistematik olması için Kıyamet Günü’nün olaylarını Sur’a üflenme ve Kıyamet Günü’nün başlamasından itibaren göklerde, güneş sisteminde ve dünyada meydana gelecek olaylar ve insanlar üzerindeki etkilerini konu alan başlıklar altında topladık. Son bölümde de Kur’an ve bazı hadislerde Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak ve insanlar tarafından görülecek ve tanınacak olan bazı alametleri (belirtileri) inceledik. Kıyamet Günü konusunu çeşitli yönleriyle inceleyen eski ve yeni birçok eser bulunmasına karşılık, bu çalışma, bildiğimiz kadarıyla, kendi türünde ilk çalışma olmaktadır. Bu sebeple bütün dikkatimize rağmen bazı eksiklik ve hataları olabilir. Bu konu üzerinde ileride yapılacak çalışmalarda hata ve eksikliklerin giderilmesi ve daha doğru bir eserin ortaya çıkarılması en büyük dileğimizdir. Her şeyin en doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Vesselam.

Referanslar

1 Kur’an’da emr kelimesi bunlardan başka çerçevelerde de geçmektedir. Tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “İslam’da Bilginin Temelleri”. İstanbul: İz Yayıncılık (222 sayfa).

2 Şunu belirtmemiz gerekir ki, “emr” kelimesi Kur’an’da “birincil emr” ve “ikincil emr” diye sınıflandırılmamıştır. Biz bu terimleri sadece bu kelimenin Kitap’taki iki farklı kullanımını belirtmek için böyle isimlendirdik. Fakat böyle bir ayırımın yerinde olduğu, Kur’an’da emr kelimesinin aldığı zamirlerden kolayca anlaşılabilir. Bizim “birincil emr” olarak isimlendirdiğimiz kullanım ayetlerde üçüncü tekil şahıs zamiri ile “O’nun emri” şeklinde, “ikincil emr” dediğimiz kullanım ise “Allah’ın emri”, “emrimiz”, veya sadece “emr” kelimesiyle ifade edilmektedir.

3 Buradaki “temel fiziksel kuvvet” terimi günümüzde özellikle kuantum fiziğinin teorik bir terimidir. Kur’an-ı Kerim’in, kendisi dışındaki herhangi bir kavram sisteminin teorik terimleriyle açıklanması doğru bir yaklaşım değildir. O bakımdan bu tür açıklamaları daima belli bir şüpheyle karşılamak gerekir. Ayrıca mevcut teorilerin aynı isimle anılan terimleri bile birbirinden farklı manalar taşıyabilir; mesela günümüz fiziğinin en başarılı sayılan iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ve Kuantum Mekaniği’ndeki kuvvet kavramları bile birbirinden çok farklıdır.

4 Buradaki “uzun gün” tabii ki insanlara göre uzun gün olarak anlaşılmalıdır, çünkü insanlar için bin sene veya elli bin senenin Allah’a (c.c.) göre bir günden daha az olduğu şu ayetlerde belirtilmektedir: (Secde 32/5, Mearic 70/4).

5 Diğer bir deyişle, yani geometrik bir ifadeyle, mekanın bildiğimiz üç boyuttan iki boyutlu hale doğru indirgenmesi ihtimalini düşündürmektedir. Fakat ayetteki benzetmenin tam olarak iki boyutlu bir uzayı işret ettiği söylenemez. Boyut kısalmasına uğrayan ve iki boyutlu hale dönüşmeye başlayan bir mekanda ışığın [ışık kaynağı olsa bile] nasıl davranacağını, yani bildiğimiz özelliklerini (yayılma, kırılma) koruyup korumayacağını da düşünmek gerekir.

6 Nobel ödüllü (rahmetli) fizikçi Abdus-Salam bir kitapta göklerin yaratılışıyla ilgili olarak söylediklerinde buna benzer bir ifadede bulunmuştur: “Tanrı başlangıçta evreni iki boyutlu olarak yaratmıştır: uzay ve zaman.” (Bakınız: Davies, P.C.W and Brown, J. (Eds.) (1997) “Superstrings: A theory of Everything?”. Cambridge U.P., s. 175.) Fakat o bu ifadesinde bütün mekanı tek boyutlu olarak düşünmektedir.

7 Klasik fiziğin terimlerine göre düşünecek olursak, gezegenlerin saçılması ve güneşin genişlemesi gibi olaylar güneş sisteminde “kütlesel çekim kuvveti”nin azalması sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Genel Relativite (GR) teorisine göre ise, kütlesel çekim kuvveti uzayın dördüncü boyutta (zaman boyutunda) bükülmesinin getirdiği bir görüntüden başka birşey değildir. Bu durumda GR teorisine göre çekim kuvvetinin azalması ve ortadan kalkması, bu bükülmenin azalması ve ortadan kalkması manasına gelmektedir. Böyle bir uzayda bütün hareketler lineer olacaktır. Bu tür bir durum, “yıldızların silinmesi”ni açıklayabilir, fakat göğün, ve dolayısıyla bütün mekanın “dürülmesini” (= tayy) açıklayamaz.

8 Dipnot 7’deki açıklamaya göre kütlesel çekim kuvvetinin ortadan kalkması bir boyut indirgenmesi olarak düşünülebilir. GR teorisine göre, kütlesel çekim, mekanın dördüncü boyut üzerinde bükülmesinin bir tezahüründen ibarettir. Aslında GR teorisi zannedildiğinin aksine dört boyutlu değil, beş boyutlu bir uzay üzerine kurulmuştur. Bükülme, zaman ekseni üzerinde ve buna dik bir boyutta olmaktadır. Dolayısıyla, bu bükülmenin ortadan kalkması da, beş boyutlu bir uzaydan dört boyutlu bir uzaya indirgenme olacaktır.

9 Hatırlanacağı üzere, birincil emr ile ilgili olarak gördüğümüz Fussilet suresi 12. ayetinde de “her bir semaya emrini vahyetti” ifadesi geçmektedir: "Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) ..." (Fussilet 41/12)

10 Bu konuda ayrıntılı bilgiler için bakınız: Yavuz, Ö. F. (1997). “Kur’an ve Kıyamet.” Istanbul: Marifet Yayınları (254 sayfa)

11 Bakınız: Ref. 9, s. 197.

12 Bakınız: Ref. 9, s. 208-213.

13 Bakınız: Ref. 9, s. 203-204.

İslam ve Bilim

İSLAM ve BİLİM

Dr. Ş. Kocabaş

1. Giriş

İslam medeniyetinin bilime katkısı 19. yüzyıldan günümüze kadar gerek müslümanlar gerekse gayrimüslim yazarlar tarafından tartışılagelen bir konudur. Müslümanların bu tartışmalarda genellikle gözlenen kararsız durumları onların, insanlık tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında, ve buna bağlı olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek kaybetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Son iki yüzyılda günümüze kadarki ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarına göz attığımızda genel olarak birkaç değişik yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi 19. yüzyılda başlayıp 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam eden dönemde bazı istisnalar dışında Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin, müslümanların Klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın ötesinde bilim ve felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir katkıları olmadığı yönündeki yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımın etkisini Bertrand Russell gibi tanınmış felsefecilerin eserlerinde bile görmekteyiz[1].

İkinci yaklaşım, Avrupa'lı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında İslam medeniyetini savunma durumundaki bazı müslümanların geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve felsefe zaten insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren, hatta ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre müslümanların bilim ve teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzünülecek bir durum da değildir.

Üçüncü yaklaşım gene bazı müslüman tarihçiler tarafından geliştirilen, ve müslümanların klasik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim alanında geri kaldıklarını öne süren yaklaşımdır.

Dördüncü yaklaşım, 20. yüzyılda Sarton[2] ve Huff[3] gibi bazı batılı bilim tarihçilerinin, müslümanların Ortaçağ'da bilime önemli katkılar yaptığını kabul eden, ve daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki duraklamayı ve gerilemeyi sosyal, kültürel, iktisadi ve hukuki sebeplerle açıklamaya çalışan yaklaşımdır.

Beşinci yaklaşım, müslümanların bilime katkılarının İslam'la ilgisi olmadığını ve müslüman bilim adamlarının 8-12. yüzyıllarda yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslam dışı, laik bir anlayış içinde gerçekleştirmiş olduklarını, ve dolayısıyla gelecekte de bilim alanında ancak bu şekilde başarılı olabileceklerini öne süren yaklaşımdır[4]. Bu yaklaşımı savunanlar ayrıca, Batı'da özellikle Rönesans ve sonrasında ortaya çıkan din (Hristiyanlık) ve bilim ayırımını, ve bu zorunlu ayırım ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları derinlemesine bir kavramsal analiz yapmadan gerçekliğin dini (= din-ül hakk) olan İslam dini üzerine yansıtarak geçersiz bir ‘İslam / bilim’ ayırımı yapmak eğilimindedir.

Bizim yaklaşımımız ise bu beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan bazılarıyla ortak noktalar taşımakla beraber, konuya temelden farklı yeni bir bakış açısı ve çözümleme getiren bir yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda tafsilatlı bir şekilde açıklamaya çalışacağız. Fakat önce yukarıda özetle sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından inceleyelim.

Birinci yaklaşımdaki görüşler bu gün bilim tarihiyle biraz uğraşmış olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir. Ancak hala, kesin taraflı ve gerçekleri görmek istmeyen kişilerce savunulabilmektedir. Bu görüşün neden yanlış olduğunu birazdan örneklerle göstereceğiz. İkinci yaklaşım ise, belki iyi niyetli fakat zararlı bir saflıkla bazı müslüman yazarlar tarafından hala savunulmaktadır, ki bunlar savundukları şeyin İslam'da bilgi (= ilm) kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü yaklaşım, bilimsel motivasyonla sosyal, hukuki, siyasi ve iktisadi şartlar arasındaki bağları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan sistematik bir hatayı içermektedir. Biz bu yazımızda dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle meselenin temeline, yani İslam tarihinin klasik dönemi sayılan 8-12. yüzyıllarda öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel araştırma geleneği oluşturma döneminden sonra neler olduğuna eğileceğiz. Ancak buna geçmeden önce beşinci yaklaşımın neden yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını belirtmemiz gerekiyor.

Klasik dönemde müslümanların bilime katkısında İslam'ın rolü olmadığı, bunun laik bir anlayış içinde ortaya çıktığı iddiasının gerçekleri ne derece yansıttığını incelerken şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Ortaçağ Avrupasının, Kilisenin dünya ve gerçeklik hakkındaki görüşlerinden uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya yöneldikleri bilinmektedir. Halbuki, İslam'dan önce bilimle hemen hiç alakası olmayan Arap ve Türk topluluklarının bilim ve felsefe alanındaki bilinen bütün eserlerinin İslam'ı kabul ettikten sonra ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, bu dönemde müslümanların bilim ve felsefe alanında böyle bir atılımı İslam'ın getirdiği bir motivasyon ve düşünce yapısı içinde gerçekleştirmiş olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.

Bu dönemdeki müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi çağlarındaki diğer toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin İslam olduğunu söyleyebilmemiz için, İslam dininin onlarda ne gibi bir kavramsal değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu insanların İslam’dan önce tabiat ve gerçeklik hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar nasıl bir dönüşüme uğradı? Benzer bir soruyu Ortaçağın Hristiyan Avrupa'sı için de sorabiliriz: Avrupa'da Ortaçağ sonunda, özellikle 12. yüzyıldan sonra nasıl bir kavramsal dönüşüm meydana geldi? 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da göze çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve bu dönüşüm nasıl oluşmuştur?

Bazı Avrupalı bilim ve felsefe tarihçileri bu sorulara cevap vermeden, Batı'nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlılardan aldığını tekrarlamış ve böylece İslam'ın Avrupa'da Rönesans ve Reform ile bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlılardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanlıların[5] eserleri bin yıldan fazla bir süre ellerinde bulunduğu halde Ronesansı neden çok daha önce başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için 1200 yıl daha beklemek zorunda kaldı? Bu soruların cevabı şu olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunanlı düşünürlerin eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi müslüman düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar, veya bu eserler böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya sahip değildi. Bu iki ihtimalin de iyice araştırılmaya değer hususlar olduğunu söyleyebiliriz.

İslam düşünce tarihi incelendiğinde bilim ve felsefe alanında 12. yüzyıla kadar müslümanların, klasik bilimlerin her alanında (matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede geniş çapta ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde olduğunu görüyoruz. Müslümanlar bu süre içinde bir yandan eski Yunanlı ve Hintli düşünürlerin eserlerini dikkatle incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı yaklaşım ve metotlar geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda örneklerle açıklayacağız.

Bu farklı yaklaşım ve metotların geliştirilmesi belli bir zihinsel yaratıcılık kabiliyeti gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı ile ilgisi son yıllarda üzerinde çalıştığımız bir konudur[6]. İslam dininin Klasik Devir'de müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm meydana getirmiş olabileceğini araştırmak üzere İslam'da ve özellikle Kur’an'daki bazı temel kavramlar ve bunların oluşturduğu kavramsal yapıya bir göz atalım.

2. İslam'da Bilgi Kavramı

İslam'da bilgi (= ilm) kavramı konusunda İslam tarihi boyunca gerek müslüman ve gerekse müslüman-olamayan yazarlar tarafından çok şeyler söylenmiştir[7]. Bunları ayrıntıları ile incelemek şimdiki çalışmamızın dışında kalmaktadır. Ayrıca böyle bir araştırma için özellikle Kur’an’da bilgi kavramı ve ilgili diğer kavramlar üzerinde dikkatli bir çalışma yapmış olmak gerekmektedir. Biz 1986 yılında Kur’an’da ilm kelimesi üzerine 5-6 aylık kısa bir çalışma yapmıştık. İlgili ayetler[8] üzerinde yaptığımız bu çalışmadan edindiğimiz bilgileri şöyle özetleyebiliriz:

1) Her şeyden önce, Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı gene Kitap'taki hakk (=gerçeklik) kavramına dayanmaktadır. Gerçekliğin bütün olması, bilgiyi de bölünmez bir bütünlük arzeden bir kavram olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu açıdan bu günkü müslümanların ilm kavramı ile Kur’an’daki kavram arasında kesin bir ayrılık görülmektedir.

2) Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dahildir.

3) Kur’an’da ilm kelimesi, hakk (= gerçeklik) ile bağlantılı olduğundan doğru bilgi - yanlış bilgi şeklinde bir sıfatlandırmaya yer vermemekte, buna karşılık ‘bilgisi var’ veya ’bilgisi yok’ anlamında kullanılabilmektedir. (Bakınız ayetler: En’am 6/108, En’am 6/119, Rum 30/29)

4) Kur’an’daki ilm kelimesinin kullanımı insanların bilgisinin sınırlarından bahsetmeye imkan vermektedir. İlgili ayetlerde insanların bazı gerçekleri bir bilgi (= ilm) ile kavrayabilecek kabiliyette oldukları halde bunları kavrayamadıklarından bahsedilmektedir. (Neml 27/84)

5) Kur’an’da Allah'ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile çevrelemiş veya kuşatmış (= vesia) olduğu belirtilmektedir ki bu, bilginin bütün bir uzaya dağılmış olduğu manasına gelebilir. (En’am 6/80)

6) Kur’an’da ayrıca ‘Allah katından bir ilm’ ifadesi de geçmektedir ve bunun, bütün uzaya dağılmış olan bilgiden ayrı bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. (Kehf 18/65)

7) Allah'ın (c.c.) her şeye gücünün yeter olduğu insanlar tarafından bilinebilir. (Talak 65/12)

8) ‘Bilmek’ (= ‘alime) fiili hem tek tek insanlar hem de ‘bilen bir ulus’ ifadesi içinde insan toplulukları için kullanılabilmektedir (Bakara 2/230, En’am 6/97, A’raf 7/32).

9) Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. (Zümer 39/9)

Özet olarak aldığımız bilgi kavramı etrafındaki bu kavramsal yapı, Kur’an’da daha geniş bir kavramsal örgünün sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Müslümanlar için bilginin önemi ve gerekliliği, insan olmanın bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan, kendi kabiliyetlerinin ve sorumluluklarının nereye kadar uzandığını ancak bir bilgi ile idrak edebilir.

Kur’an’da birçok ayette bilgi sahiplerinden büyük övgü ile bahsedildiğini görüyoruz. Bunlardan sadece birkaçını hatırlayalım:

“Göklerin ve yerin yaratılışında (= fi halkis semavati vel ard), gece ile gündüzün gidip gelişinde anlayış sahipleri (= ulil elbab) için işaretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (= ve yetefekkerune fi halk-is semavati vel ard) [ve şöyle derler]: ‘Rabbimiz, bütün bunları boşuna [hayal olarak] yaratmadın; Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!’” (Al-i İmran 3/190-191)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde, Allah’ı (c.c.) hatırlamak göklerin ve yerin yaratılışı üzerine derinlemesine düşünmekle (= tefekkür etmekle) bir arada ifade edilmektedir. Yani, Allah’ı (c.c.) anmak nasıl bir kulluk görevi ise, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek de bir kulluk görevi olmaktadır. Aşağıdaki iki ayette de bilen insanların Allah (c.c.) katındaki durumlarını ifade edilmektedir:

“Kulları içinde Allah’tan korkanlar (O’na en çok saygı duyanlar) alimlerdir (= innema yahşallahe min ibadihil ulema).” (Fatır 35/28)

“Allah, kendisinden başka tanrı (ilah) olmadığına şahiddir; O ve melekler, ve insaf üzere olan ilim sahipleri de (= ve ulül ilmu kaimen bil kıst).” (Al-i İmran 3/18)

Görüldüğü gibi, bu son ayette Allah (c.c.), kendisi ve meleklerle birlikte insaf sahibi alimleri bir arada zikretmekle bilen bir insanın ne kadar değerli olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bir insan için bundan daha şerefli bir mevki düşünülemez.

3. İlmin Önemi ve Gerekliliği

Galaksilerin ve hatta güneş sisteminin astronomik boyutları göz önüne alındığında halen küçük bir gezegen üzerinde sınırlı bir zaman ve mekan içinde yaşayan insanı yüz milyarlarca galaksiyi içine alan geniş bir uzay içinde bu kadar önemli kılan şey nedir? İslam'ın getirdiği kavram sistemi içinde bu soruya verilebilecek cevap şu olabilir: İnsanı önemli kılan, Allah'ın (c.c.) ona yarattıkları içinde üstün bazı özellikler vermiş olmasıdır. Bu özelliklerin başında insanın sahip olduğu üstün bir öğrenme ve düşünme kabiliyetini belirtmemiz gerekiyor, ki insan bu kabiliyetini kullanarak gerçeklikle bağlantı kurabilir.

İnanan insan açısından ilmin en önemli sorularından biri şudur: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ Buna bağlı bir diğer soru da şudur: ‘İnsan zihni acaba Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?’ Okuyuculara belki sürpriz gibi gelecek ama, bu her iki sorunun da cevabı olduğu gibi, ikinci sorunun da cevabı ‘evet’dir. Bu soruların cevapları Kur’an’da şöyle verilmektedir:

"Onlar göklerin ve yerin yönetimi üzerinde ve Allah'ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi? (= evelem yenzuru fi melekutis-semavati vel ard)." (A’raf 7/185)

"Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden da onun mislini yarattı; emr bunlar arasından indirilir ki, Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu ve Allah'ın kesin olarak her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)

Görüldüğü gibi yukarıdaki ilk ayette insanlar, göklerin ve yerin yönetimi, yani bunlarda meydana gelen olayların hangi nizam ve prensiplere bağlı olarak gerçekleştiği üzerinde sistematik düşünmeye sevkedilmektedir. Bu ayetteki yenzuru fi ifadesi hem gözlem hem düşünme manalarını ihtiva etmektedir, ki klasik devir İslam düşüncesinde ‘nazariye’, yani ‘teori’ kelimesi buradan türetilmiţtir. Buna göre nazara fi ifadesi sistematik gözleme dayalı düşünme faaliyeti olarak anlaşılabilir.

İkinci ayette ise ‘göklerin ve yerin yönetimi’nde temel kavram olarak ortaya çıkan emr kavramının ilm kavramı ile nasıl yakından ilgili olduğunu görüyoruz. Bu ayetteki ‘bilesiniz’ ifadesi, ile Allah'ın (c.c.), emri ile göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında tuttuğunun insanlar tarafından bilinebileceği vurgulanmaktadır.

Dikkat edilirse yukarıda geçen: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ sorusu daha dar bir anlamda fizik bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının da sorusudur[9]: Tabiatta düzenli olarak meydana gelen olaylar nasıl gerçekleşmektedir? Tabiatta görülen bu düzenlilik nasıl ne zaman ve nasıl başlamıştır? Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz.

İşte İslam medeniyetinin klasik döneminde müslümanlar, bu motivasyonlarla kendilerini ve içinde yaşadıkları alemi anlamaya yönelmişlerdir. Matematik, mantık, fizik, kimya, astronomi, zooloji, botanik gibi bilimlerle ve felsefeyle uğraşmalarının temelindeki gaye budur. İslam'da ilme, öğrenmeye ve düşünmeye verilen önem, aslında insana verilen önemin bir işaretidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an vasıtasıyla müslümanlara ilmin önemini, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğretmiştir. Müslümanlar da kendilerinden önceki kültür ve medeniyetlerin eserlerini de inceleyerek 8-12. yüzyıllarda yazmış oldukları eserlerle Avrupa'da diğer insanlara içinde yaşadıkları dünya hakkında nasıl düşünüleceğini öğretmişlerdir. Ne yazık ki müslümanlar, kavram sistemlerinde meydana gelen bozulmalara bağlı olarak 12. yüzyıldan itibaren bilim konusundaki motivasyonlarını giderek kaybetmişler, bunun sonucu olarak da, daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki faaliyetleri azalmış ve durmuştur. Öğrenme ve araştırma geleneği açısından müslümanların bu gün içinde bulundukları durum klasik dönem İslam medeniyetiyle büyük bir tezat teşkil etmektedir. Bir dizi diğer kavramın bozulmasıyla birlikte bilgi (= ilm) kavramı da önemini kaybetmiş, bunun yerine başka bazı kavramlar önem ve öncelik kazanmıştır.

4. İslamda Bilgi ve Bilim Motivasyonu

Klasik dönem İslam uygarlığında ilm kavramının önemi konusunda meşhur şarkiyatçı Franz Rosenthal şunları söylemektedir[10]:

‘Bilgi kavramının insan ve toplum hayatında Klasik Devir İslam uygarlığındaki kadar merkezi bir önem taşıdığı - şimdiki Batı uygarlığı da dahil - başka bir uygarlık olmamıştır.’

Denilebilir ki, doğru düşünme, doğru bilgiler, doğru bir kavram sistemi, ve doğru gözlem ve çıkarım metotları üzerine gelişir. Doğru düşünme buluşlara ve yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler. Doğru bilgiler ise doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle, bilginin gelişmesinde, bunun üzerine kurulduğu kavramlar yapısının etkisi büyüktür.

İslam'ın doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hatta bunun bir araştırma ve öğrenme kampanyası haline dönüşmesi, tarihte çok kısa sayılacak bir süre içinde bilim faaliyetlerinin gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası daha Medine döneminde başlamıştır. Hicretten kısa bir süre sonra müslümanlar çocuklarının düzenli eğitimi için Medine’de bir okul açmışlarıdır. İşte bu öğrenme kampanyası daha sonra da müslümanların, savaşlarda ele geçirdikleri esirleri kendi çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma gibi, o zamana kadar hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı[11]. Bu dönemde müslümanlar öğrenmeyi, ilm sahibi olmayı başlıca insanlık görevi (ibadet) saymaktaydılar.

Bu tür bir kavramsal dönüşüm ve buna paralel olarak gelişen öğrenme kampanyası bilimsel gelişme yönünde yüz yıldan kısa bir zaman süresi içinde, Emeviler zamanında sonuçlarını vermeye başladı. Bu bilimsel gelişme daha sonraki Abbasiler döneminde (750-1254), özellikle de Abbasi hükümdarı Harun Reşid zamanında kurulan Beytül Hikme ile daha da güçlenerek devam etti[12]. Adeta bir bilimler akademisi gibi çalışan ve bilim tarihinde müstesna bir yeri olan bu müessesede, masal ve şiir kitaplarından tıb, geometri, astronomi, mantık ve felsefeye kadar eski kültürlerin bütün eserlerinin Arapça’ya tercüme edildiği bu merkez, çok kısa zamanda orijinal bilimsel çalışmaların merkezi haline gelmişti.

Emevi prenslerinden Halid bin Yezid (665-704), Horasan'lı Cabir bin Hayyan (y 721-805), Zünnun-u Mısri (ö. 860), Razi (860-925), İbni Sina (980-1037) ve El Mecriti'nin (ö. 1007) modern kimyanın temeli sayılabilecek deneysel çalışmalar yaptığını görüyoruz. Daha sonra fizikte Kindi (y 796-872) ve gene fizikte optik alanındaki araştırmaları ile bilinen İbni Heysem (y 965-1051); Matematikte Harezmi (y 780-850) ve Sabit bin Kurra (y 834-901); zoolojide Cahiz (y 776-869); astronomide İbni Heysem (y 965-1051), Beyruni (y 973-1051), Zerkali (1029-1087), Nasreddin Tusi (ö. 1274) ve İbni Şatır (ö. 1375); tıpda Razi (y 864-925) ve İbni Sina (y 980-1037); ve tıp, fizik ve felsefede İbni Rüşd (1126-1198) gibi müslüman bilginleri bu dönemin önde gelen isimleri arasında sayabiliriz[13]. Bu dönemde müslümanların kimya, fizik ve matematik alanındaki önemli katkılarına kısaca bir göz atalım.

Kimya biliminin gelişmesine müslümanların katkısı birkaç bakımdan önemlidir. Birincisi, ilk defa Cabir bin Hayyan'ın eserlerinde görüldüğü gibi, müslümanlar kimyasal cisimlerin, bir dizi temel özelliğin belli oranlarda birleşiminden meydana geldiğini, ve eski Yunanlıların bu konudaki düşüncelerinin aksine, bu temel özelliklerin ayrıştırılarak belli oranlarda tekrar birleştirilebileceğini ve böylelikle yeni cisimler meydana getirilebileceğini düşünmüşerdir[14]. Bu ise kimyaya hem analitik, hem de sentetik bir araştırma metodu getirmektedir. İkincisi, cisimlerde bu özelliklerin belli bir denge (= mizan) içersinde bulunduğunu öne sürmüş olmalarıdır[14, s.66]. Üçüncüsü, ve belki de en önemlisi, yaptıkları deneylerin tasvirlerinde modern bir kimya deneyinin bütün unsurlarını görmek mümkündür. Mesela El Mecriti'nin civanın oksitlenmesi üzerine yaptığı deneyde, klasik bir kimyasal reaksiyonda olması gereken hemen her şey bulunmaktadır[14, s.71], ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: a) reaksiyona giren maddeler, b) miktarları, c) reaksiyon şartları, d) reaksiyon sonunda elde edilen maddeler, ve e) miktarlari. Bunun kimya biliminin gelişmesinde çok önemli bir aşama olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu devirden kalma başka birçok deney tasvirlerinde de aynı yaklaşımı görüyoruz.

Fizik alanında İbni Heysem'in parabolik ve küresel aynalar, mercekler ve ışığın kırılması konusundaki araştırmaları daha sonraları klasik fizikte optiğin temellerini oluşturmuştur. İbni Heysem ışığın az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken kırılmasını incelemiş ve ışığın kırılma kanununu bulmuştur[15]. Bu ise Arşimed'in adıyla bilinen kanundan sonra fizikte bulunan ilk kanundur.

Müslümanların dolaylı olarak klasik fiziğin gelişmesine en büyük katkısı matematikte cebiri bulmuş olmaları ile gerçekleşmiştir diyebiliriz. Harezmi'nin (780-850) matematik problemlerin çözümünde sabit sayılar yerine bilinmeyenleri kullanması ve karmaşık aritmetik problemleri bilinmeyenli eşitlikler şeklinde ifade etmesi matematik tarihinin en önemli soyutlamalarından biri sayılmaktadır. Matematik tarihinde ilk soyutlama, sayıların ve sıfırın bulunması olarak kabul edilmektedir. İkinci soyutlama, Tales (m.ö. 640-546) ve Öklid (m.ö. 4. yüzyıl) gibi İyon ve Helen dönemi matematikçileri tarafından, eski Mısır medeniyetinde geliştirilmiş olan pratik geometrinin incelenerek bir aksiyom sistemi haline getirilmesidir. Harezmi'nin cebiri icadından sonra, 16. yüzyılda Newton ve Leibniz tarafından fonksiyon kavramının geliştirilmesi ise matematikte sekiz yüzyıllık bir aradan sonra gerçekleştirilen dördüncü büyük soyutlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Cebirle müslümanlar, eski Yunanlıların aksine, aritmetik problemlerinin geometrik yollarla değil, cebir denklemleriyle nasıl çözülebileceğini göstermiş oluyorlardı. Cebirden başka trigonometri ve analitik geometriyi de müslümanların geliştirdiği bilinmektedir. Cebir ve analitik geometri olmadan yüksek matematiğin ve klasik mekaniğin gelişmesi, ve dolayısıyla sanayi devrimi mümkün olamazdı.

Astronomide ise müslümanların Galile ve Kopernik gibi Batılı fizikçilerden çok daha önce güneş merkezli sistemi ve dünyanın yuvarlaklığını düşünmüş ve bu konularda ölçmeler yapmış olduklarını biliyoruz[3]. Müslümanların modern bilimin gelişmesine en büyük katkısı, deney gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma metodolojisi geliştirmeleri olmuştur. Müslümanlar Batlamyus'un (Ptolemy) yer merkezli astronomik modeline karşı yeni ve daha doğru bir model geliştirmek amacıyla İbni Heysem'le (y.965-1051) bilim tarihinde ilk araştırma programını başlatmışlardı[3, s. 47-90]. İbni Heysem’den yüzyıl kadar sonra batıda Merakeş’te İbn Tufeyl ile gençliğinde astronomik gözlemler yapmış olan İbn Rüşd’ün (1126-1198) Batlamyus’un, gezegenlerin yörüngeleri için öngördüğü astronomik modelininin fiziksel gerçeklere uymadığını ve mutlaka yeni bir astronomi modeli geliştirilmesi gerektiğini açıkça söylemesi yeni araştırmalara yön verici olmuştur. İbn Rüşd’ün bu konudaki sözleri şöyledir[16, s. 30]:

“Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş oluyorlar.”

İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik prensipleri olmalıydı [16, s.31]:

"Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."

Bu şekilde İbni Heysem’le başlayan ve İbn Rüşd ile kesin çerçevesi çizilen araştırma programı daha sonra batı İslam dünyasında İbni Rüşd’ün öğrencisi Bitruci (1200ler), doğuda da Nasreddin Tusi (ö. 1274) İbni Şatır (ö. 1375) gibi müslüman astronomlar tarafından sürdürülerek sonunda güneş merkezli modele eşdeğer bir model geliştirilmişti. (Bunlardan Tusi'nin (ö. 1274) çizimleri Kopernik'in (1473-1543) kitaplarına referans göstermeden girmiştir [3, s. 55-58].)

Bilim tarihçisi Huff’a göre bilim tarihinde ilk defa Müslümanlar matematiği bu araştırma programında kullanmışlardır. Özetle, Ortaçağ'da müslümanlar, dünya tarihinde ilk defa deney, gözlem ve ölçme ile mantıksal ve matematiksel düşünceyi birleştiren bir araştırma geleneği oluşturmuşlardır.

Müslümanların bilim alanında 8-12. yüzyıllarda yaptıkları çalışmaları 16. yüzyıldan günümüze kadar Avrupa'daki bilimsel gelişmelerle karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibarıyla elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu yüzyıllarda bilim alanındaki başarıları dünyanın öteki uygarlıklarının (Çin, Hind, ve Avrupa) aynı yüzyıllarda bilim alanında neler yaptıklarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmelidir. ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarında genellikle yapılan metodoloji hatası, bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların müslümanlar tarafından geliştirilmiş olan ve deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Burada hemen şu soru karşımıza çıkmaktadır: Özellikle 8-12. yüzyıllarda müslümanlar Fizik, Kimya, Astronomi gibi klasik bilimlerin temelini oluşturacak sistematik çalışmalar yapmış oldukları halde neden 12. yüzyıldan sonra bu çalışmalarını aynı tempoda devam ettiremediler? İslam tarihinde neler oldu da bilimsel-felsefi çalışmalar giderek müslümanların ilgi alanı dışına çıktı? Ne gibi psikolojik, sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi etkenler müslümanları bu alanda çalışmaktan uzaklaştırdı? İşte ‘İslam ve Bilim’ konusunda asıl sorulması gereken sorular bunlardır.

Müslümanların bilim alanında bu kadar parlak bir başlangıç yaptıktan sonra neden bu alanda duraklamaya ve hatta gerilemeye gittikleri Katip Çelebi'den günümüze birçok müslüman tarihçi ve yazar tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen bu açıklamalar genellikle 12. yüzyıldaki Haçlı Seferleri ve 13. yüzyıldaki Moğol istilasının getirdiği tahribat (kütüphanelerin yakılıp yıkılması, ilim adamlarının öldürülmesi, vs), gibi siyasi nedenlere, veya coğrafi keşifler yoluyla İpek Yolu'nun önemini kaybederek zenginliğin İslam devletlerinden Avrupa'ya kayması gibi ekonomik sebeplere dayandırılmaktadır. Bu tür açıklamalarda belli bir gerçek payı olduğunu kabul edebiliriz.

Karşılaştırmalı bilim tarihinin önde gelen isimlerinden Huff [3] müslümanların, Ortaçağ'da bilim alanında parlak bir başlangıç yaptıktan ve kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan sonra 12. yüzyıldan itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini birbirine bağlı birkaç açıdan incelemektedir. Bunlardan biri, bilim adamının toplumdaki rolü, ikincisi bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları, üçüncüsü ise bilimin gelişmesini sağlayacak sosyal ve hukuki kurumlaşmalardır.

Bilim adamının toplumdaki rolünü incelerken Huff, Ortaçağ İslam toplumunda etki sırasına göre aydınları üç gurupta toplamaktadır: fukaha (hukukçular), kelamcılar ve felsefeciler. Modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindi, Farabi, Razi, İbni Sina, Beyruni ve İbni Rüşd'ü saymaktadır. Bunlar arasında, kelamcıların hedefi haline gelen felsefecilerin toplum içindeki etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde kelamcılar felsefecileri toplumdan tecrit etmede Gazali ve İbni Teymiye'nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini kullanmışlardır. Huff, fukahanın da kelamcıları zaman zaman çok sert eleştirilere tabi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff'a göre, Ortaçağ İslam toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu çalışmalarını toplum içinde meşru kılacak tarif edilmiş, belli bir sosyal rolleri yoktu. Bilim ve felsefeyle uğraşan kişiler çoğu zaman toplumda kabul edilmiş ek bir göreve sahiptiler. Mesela İbni Rüşd bir hukukçu olarak, İbni Şatır bir muvakkit olarak görev yapmaktaydılar.

Bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları açısından ise Huff şunları nakletmektedir: Bilimsel araştırma ‘baştan kabul edilmesi mutlaka gerekli’ bir dizi prensibe dayanır. Bu prensiplerden bazıları şunlardır: 1) Tabiattaki olayların nasıl meydana geldiği rasyonel ve objektif bir araştırma ile anlaşılabilir. 2) Böyle bir araştırmada deneysel bir metodoloji kullanılmalıdır. 3) Tabiatın işleyişini araştıran araştırıcı metodik ve ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olmalıdır. 4) Araştırıcı, araştırma konusunda otoritelerin görüşlerine değil, verilerin rasyonel sonuçlarına itibar etmelidir. 5) Bilim adamı sistematik bir şüphe ile olayları incelemeli ve gerektiğinde hükmünü geciktirebilmelidir. Ortaçağ İslam dünyasında Kelamcıların savunduğu görüşler tabiattaki düzenliliği en azından belirsiz hale getirdiği için, yukarıda prensipler çerçevesinde bir bilimsel araştırmayı anlamsız hale getiriyordu.

Son olarak, Huff'a göre Ortaçağ İslam dünyasında bilim adamlarının faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukuki kurumlar gelişmedi. Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında da (mesela tıpta) faaliyet gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh, tefsir, mantık ve kelam gibi formel bilimler dışında eğitim yapılamaz hale geldi. Medreselerin eğitim sistemi de fakülte organizasyonundan çok ferdi sisteme dayanıyordu. Avrupa'da 12 yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp, kendi eğitim programlarını tesbit ve tatbik edebilme özerkliğine karşılık, medreselerin ders programları genel olarak bunların bağlı olduğu vakıflar tarafından tesbit ediliyordu. Vakıflar da ‘İslam dışı’ sayılan bilimlere itibar etmediği için, bir müddet sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukuki destekten mahrum ferdi çalışmalara münhasır kaldı.

Görüldüğü gibi Huff, müslümanların parlak bir başlangıçtan sonra bilimsel çalışmalarını devam ettirememelerini, ağırlıklı olarak onların sosyal kurumlaşma ve hukuki özerklik alanındaki başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukuki sebeplerin de gerisinde, 11. yüzyılda müslümanların temel kavram sisteminde meydana gelen bozulmaların bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz.

İslam bilim tarihinde meydana gelen bu kadar önemli bir değişimin yalnızca siyasi, sosyal ve ekonomik sebeplerle açıklanması ötedenberi bizi pek tatmin etmiyordu. Bu kadar büyük bir dönüşümün daha temel sebepleri olması gerektiğini düşünüyor, fakat bunların neler olabileceğini bilmiyorduk. Yıllar sonra, 1986’da Londra'da doktora çalışması yaptığımız sıralarda bir tartışmada bu günkü müslümanların akl ve ilm gibi Kur’an’da geçen bazı kavramları yerinde kullanıp kullanmadığı sorusu gündeme geldi. Bu çerçevede Kur’an’da akl kelimesi üzerine yaptığımız üç aylık bir çalışmada bu kelimenin bu günkü müslümanlar tarafından Kur’an’dakinden oldukça farklı bir şekilde kullanıldığını tesbit ettik. Daha sonra, ‘Emr Kelime Manzumesi’ adını vediğimiz bir dizi kavram üzerine yaptığımız çalışmalar sırasında, Kur’an’da fiziksel olayların açıklamasına temel teşkil edecek, ve fakat günümüz müslümanlarının düşünmeden geçtiği bir dizi kelime bulunduğunu gördük[17].

Bu kelimelerin 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadarki dönemde, yani Kindi'den İbni Rüşd'e kadar bir çok İslam düşünürünün eserlerinde değişik şekillerde de olsa yer aldığını tesbit ettik. Fakat ne yazık ki bu düşünürler de kendi nazari (teorik) düşüncelerini Kur’an’daki zengin kelimeler örgüsü yerine, çoğu zaman eski Yunan düşünürlerinin getirdiği kavram sistemi üzerinde ifade etmişlerdir.

Bu konu üzerindeki araştırmalarımız İslam düşünce tarihi içinde oluşmuş ciddi bir kavramsal bozulmanın işaretlerini veriyordu. Eğer müslümanlar Kur’an’da ifadesini bulan ve başlangıçta kazanmış oldukları kavram sistemini terketmemiş olsalardı bilim alanındaki motivasyonlarını kaybetmeyecekler, ve bu alandaki çalışmalarını devam ettirmelerini sağlayacak sosyal kurumlaşmayı ve hukuki düzenlemeleri de gerçekleştirebileceklerdi. Aşağıdaki bölümde bu kavramsal bozulma ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

5. Kavramsal Bozulma: 11. Yüzyılda İlm Kavramının Bölünmesi

İslam düşünce tarihi içinde en dikkate değer ilk kavramsal bozulma ilm (= bilgi) kavramı üzerinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. 1986 yılında İslam'da ilm kavramı üzerine yaptığımız bir araştırmada gerek Kur’an’da gerekse 6 hadis kitabında ‘din ilmi’ (= ilm-üd din) diye bir isim tamlamasına raslayamamıştık. Buradan da İslam tarihinde ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’ şeklinde bir kavramsal bölünmenin, hadislerin toplandığı 9. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış olduğu anlaşılıyordu. Kur’an’da hakk (= gerçeklik) kelimesi ile alakası dolayısıyla ayetlerde bir bütünlük içinde geçen ilm kavramının iki ayrı kavrama dönüşmesi, esas olarak 11. yüzyılda tamamlanmıştır diyebiliriz.

Bu noktada ‘din ilmi - dünya ilmi’ nitelenesinin ilimlerin sınıflandırılması zorunluluğuyla ortaya çıkmış olabileceği ileri sürülebilir. Biz bu bölünmenin ilimlerin sınıflandırılması ile ilgili bir ihtiyaçtan çok, 10. yüzyıl Eş’ari Kelamcıları tarafından belli amaçlarla oluşturulduğunu düşünüyoruz. Bu amaçlar, müslümanları yanlış düşünce ve inançlardan koruma gibi niyetler ihtiva etmiş olsa bile, böyle bir kavramsal değişikliği yapmaya hakları olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü, müslümanların lisanı ile gerçeklik arasındaki alakanın temelini teşkil eden Kur’an’daki kelimeler ve bunların meydana getirdiği tutarlı ve çok zengin bir kavramsal yapı yerine, basitleştirici ve tutarsız bir takım kavramı getirmişlerdir. Getirilen kavramların basitleştirici olması, Kur’an’daki bilgi kavramının gerçekliği ifade eden her türlü bilgiyi ihtiva etmesinden, çelişkili olması da bunun gerçekliği inkar etme sonucunu getirmesindendir. Bu kavramsal bölünmenin daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan sonuçlarını da gözönünde bulundurduğumuzda bunun yanlışlığı inkar edilemeyecek şekilde karşımızda durmaktadır.

İlmin ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’" şeklinde ikiye bölünmesi beraberinde, ‘dünya ilmi’ sayılan fizik, kimya, astronomi, matematik ve mantık gibi bilimlerin gerekliliğinin tartışılmasına yol açmıştır. Önceleri bu bilimlerin ‘din’ ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığı öne sürülmüş[18], daha sonra ise bunların gereksiz olduğu anlayışı yavaş yavaş müslümanların zihnine yerleşmeye başlamıştır. Bu bilimlerle uğraşan müslümanlar da, önceleri halk ve hükümdarlar tarafından destek görürken, artık toplumdan destek görmemeye, hatta tecrit edilmeye başlanmıştır.

Örnek olarak, 12 yüzyılda Endülüs'te baş kadı (= şeyhülislam) görevi yapan ve aynı zamanda Halife'nin doktoru olan İbni Rüşd'ün bilim-felsefe konusundaki eserleri yüzünden, siyasi otoritede güç sahibi olmaya başlamış olan Kelamcılar tarafından idam talebiyle cezalandırılmak istenmesi, kitaplarının yakılması, ve ancak daha önceki hizmetlerinden dolayı Halife tarafından idam edilmekten kurtarılarak güç bela Kuzey Afrika'ya gönderilmesini gösterebiliriz. İslam tarihinde bilim adamlarına Engizisyon boyutlarında tepki pek görülmemiştir, ama ‘dünya ilmi’ sayılan bilim ve felsefenin siyasi gücü paylaşan Kelamcılar tarafından küçümsenmesinin ve inkarının bu alanda müslümanların motivasyonunu çok olumsuz yönde etkilemiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Öte yandan, Klasik Devirde yaşamış olan müslüman felsefeciler de gerçeklikle ilgili bazı görüşlerini Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinden aldıkları kavramlar üzerine kurmuşlardır. Felsefeciler ve kelamcılar, bütün bir gerçeklik hakkında Kur’an’daki zengin kavramlar örgüsünün yerine vücud (= varlık), ezel, ve akıl gibi tartışmalı kavramlar yanında külli ve cüz’i gibi mantıksal kavramları kelam ve felsefe tartışmalarına sokmuşlardır. Felsefecilerle kelamcılar arasındaki sonu gelmez tartışmalarda kelamcılar da bir takım diyalektik ifadeler içinde, muarızlarının kullandıkları kavramları onlara karşı kullanmaktaydılar. Bu durum, Kur’an’dan uzaklaşmış bir kavram sistemi içinde kendi durumlarını etkili bir şekilde savunamayan ve kelamcılar karşısında siyasi bakımdan da zayıf durumda kalan felsefecilerin giderek toplumlarından tecrit edilmelerine yol açmıştır. Klasik devirde müslümanların bilimlere en orijinal katkılarının cebir ve kimya alanında olması tesadüfi değildir, çünkü bu bilim alanlarında kullandıkları mikdar (=ölçü), mizan (= denge) ve şey (= bilinmeyen yerine) gibi kavramlar doğrudan doğruya Kur’an’dan aldıkları kavramlardı.

Bu kavramsal bölünmenin sonucu olarak ortaya çıkan tartışmalarda meselenin en acaip yanı da şudur: Kur’an’da bir bütün olan ilm kavramının Kelamcılar tarafından ‘din ilmi - dünya ilmi’ şeklinde ikiye ayrılması, ve daha sonra bunun müslümanlar arasında genel bir kabul görmesi, İslam dünyasında ilk defa bu dönemde laikliğin düşünce planında adeta bir doktrin olarak kabul edilmesi manasına geliyordu. Aradan sekiz yüzyıl geçtikten sonra müslümanların laikliği hukuki bir prensip olarak kabul etme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında gösterdikleri tepkinin ne dereceye kadar tutarlı olduğu, 12. yüzyıldan beri kabul ettikleri kavramsal bölünmeyle yanyana getirilerek değerlendirilmelidir.

İslam düşüncesinde 11. yüzyılda meydana gelen kavramsal bozulma sadece ilm kavramını değil ‘yaratılış’ ile ilgili kavramları da etkilemiştir. Kur’an’daki emr kavramına dayalı nizam anlayışını terkederek, sürekli ve anlık yaratılma-yokolma hipotezine dayalı bir nizam anlayışını benimseyen Kelamcılar ayrıca Kur’an’da yaratma ile ilgili bir dizi kavramı da bir tek kelimeye, haleka kelimesine indirgemişlerdir. Böylece Kur’an’da planlamak, varetmek, oluşturmak, yapmak, şekillendirmek, yerden bitirmek, yapılandırmak, kurmak gibi anlamlara gelen bir düzine kavramı (haleka, ceale, besse, nebete, fetara, benea, nebete, savvere, sevva gibi kavramları) bir tek kavrama, yaratma (= haleka) kavramına indirgemişler ve bu şekilde zengin bir kavram sistemini çok basit ve çelişkili bir kavram sistemine dönüştürmüşlerdir. Pek tabiidir ki, ancak çok zengin bir kavram sistemi içinde ifade edilebilecek olaylar, tek kelimeyle ifade edildiğinde içinden çıkılamaz durumlarla karşılaşılmaktadır.

Kelamcılar, bu kavramsal indirgemeciliğin sonucu olarak, cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunu inkar etmek zorunda kalmışlar ve dolayısıyla fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin gelişmesinde temel olan nedensellik prensibini de inkar ederek bilimsel açıklamaları imkansız hale getiren bir kavramsal yapı içine girmişlerdir. Halbuki cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğu Kur’an’da emr (= yönerge/program) kelimesiyle ilgili ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Kur’an’da emr kelimesi ve türevlerinin geçtiği 250 kadar ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın (c.c.) gökleri ve yeri emri ile nasıl yönettiğini ifade etmektedir. Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerinden bahseden ayetlerde bunların göklerin yaratılışı sırasında kendilerine vahyedilmiş (= yüklenmiş) olan emrlere (= yönergelere) göre hareket ettikleri açıkca belirtilmektedir:

"Sonra onları [göğü ve yeri] yedi sema olarak gerçekleştirdi (=kada) ve her bir semaya [onların] emrini vahyetti." (Fussilet 41/12)

"Güneş, ay ve yıldızlar O'nun [Allah'ın] emri ile denge durumlarını korurlar (= musahharat)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)

Bu ayetlerde hem tekil hem çoğul anlamda geçen emr kelimesinin gramerinden, emrin uzay içinde dağılmış, birbiri ile etkileşen bir dizi yönerge, adeta bir kozmik yazılım (= program) şeklinde anlaşılabileceği bir kavramsal çerçeve ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, fiziksel olayların bunların meydana geldiği mekan içindeki yönergelerin etkileşimi, birleşimi ve dağılımı ile belli bir düzen içinde gerçekleşmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu kozmik nizam İlahi müdahaleden azade ve hiç değiştirilemez değildir. Kur’an’da izn kelimesiyle ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah (c.c.) herhangi bir uzay-zaman alanına müdahale edebilir ve onun özelliklerini yeni emrlerle (= yönergelerle) değiştirebilir. İşte bu şekilde O, dilediğinde bir uzay-zaman alanı içinde mevcut emrlerin etkileşimi ile gerçekleşemeyecek olan bazı olayları gönderdiği emrlerle gerçekleştirir. Aynı şekilde, O, mevcut emrlerle gerçekleşmesi gereken olayları da gönderdiği yeni yönergelerle engelleyebilir. Kur’an’da emr ve izn kelimelerinin geçtiği ayetlerden, Allah'ın (c.c) periyodik olarak gönderdiği yeni emrlerle (= yönergelerle) bazı olaylara müdahale ettiği açıkça anlaşılmaktadır[17]. Bizim ‘mucize’ adını verdiğimiz olaylar kısmen bu çerçeve içinde anlaşılabilir. (‘Kısmen’ diyoruz, çünkü mevcut emr çerçevesi içinde hangi olayların gerçekleşip hangilerinin gerçekleşemeyeceğini henüz tam olarak bilemiyoruz.)

Gene Kur’an’da sahhara kelimesi ilgili ayetlerde Allah'ın (c.c.), ‘göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanın kullanımına / kontroluna verdiği’ belirtilmektedir:

"Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmüyor musunuz?" (Lokman 31/20)

Kur’an'da emr kelimesi, izn, sahhara, sultan, kadr, ve kada kelimeleri çok dikkate değer bir kavramsal örgü oluşturmaktadır. Bu konudaki araştırmalarımızın sonuçları ‘İslam'da Bilginin Temelleri’ isimli kitabımızda ayrıntılı olarak açıklanmaktadır[17].

11. yüzyılda Kelamcılar ve Gazali (1058-1111) tarafından cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunun, ve fiziksel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi (= nedensellik) olduğunun inkarı, 12. yüzyılda, gene bir İslam düşünürü olan İbni Rüşd (1126-1198) tarafından ayrıntılı bir şekilde eleştirilmiştir[19]. İbni Rüşd ayrıca, Kelamcıların din - bilim ayırımının yanlışlığı üzerinde de durmuş ve bu konuda ‘Fasl el Makal’ isimli bir kitap yazarak din ve bilim arasındaki ayrılmazlığı sadece bir İslam düşünürü olarak değil, aynı zamanda bir İslam hukukçusu olarak mantıki bir örgü içinde ispatlamaya çalışmıştır[20]. Onun bu konuda müslümanları ciddi bir şekilde uyarmış olmasına rağmen eserleri kendinden sonra gelen müslümanlar tarafından hala tam olarak anlaşılamamış ve değerlendirilememiştir.

Daha sonraki yüzyıllarda kavramsal bozulmanın devam etmesi, 12. yüzyıla kadar geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin terkedilmesine yol açmıştır. (Nedenselliğin ve cisimlerin kendine has özellikleri olduğunun inkar edildiği bir ortamda klasik fizik ve kimya araştırmalarının yapılamayacağı açıktır.) Gazali ve İbni Rüşd arasında, genel olarak bilim-felsefe, ve özel olarak da nedensellik konularındaki görüş ayrılıkları 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet tarafından bir çözüme bağlanmak istenmiş, ve konu, bu gerekçeyle zamanın bilginlerinden oluşan iki heyetin tartışmasına açılmıştır. Bu husus tarihçi Osman Turan'ın tarafından şöyle ifade edilmektedir[21]:

"Devrin büyük ilim ve fikir adamlarını etrafinda toplayan Fatih Sultan Mehmed din ile felsefe arasında devam eden münakaşaları ilmi bir esasa bağlamak ve bu mevzuda Gazali ile İbni Rüşd arasındaki ihtilafi halletmek istiyordu. Bu maksatla hikmet sahasında da eser yazan Hoca-Zadenin reisliğinde bir heyet teşkil etmiş ve bu suretle mezkur iki filozofa ait Tehafütlerden üçüncüsünü yazdırmıştır. Bununla beraber bilhassa o devir için bu çetin mesele yine de halledilememiş, felsefe ile din arasındaki niza devam etmiştir."

Yavuz Sultan Selim’den (1512-1520) sonra Osmanlı Medresesi giderek, araştırma ve düşünmeye daha çok önem veren Maturidi kelamcılarından Eş’ari kelamcılarının görüşlerine doğru kaymaya başlamış ve böylece bir müddet sonra bu görüşler resmen Osmanlı Medresesinin bilgi ve eğitim politikası haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da Osmanlı müesseselerinde deneysel bilimlere alaka daha da azalmıştır.

Medresenin daha sonraki yüzyıllarda matematik ve fizik bilimlerde Avrupa üniversiteleriyle neden boy ölçüşemediği, onun yanlış bilim ve felsefe anlayışı ile açıklanabilir. Fakat bu başarısızlığın temelinde önceki yüzyıllarda müslüman bilim adamları tarafından geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin giderek terkedilmesi de yatmaktadır. Ancak, fizik bilimlerdeki başarısızlığına karşılık Osmanlıların yönetimde ve siyasi düşünce ve uygulamalarda son derece başarılı olmalarını, Osmanlı yöneticilerine Medrese dışında eğitim veren Enderun geleneğine bağlamak mümkündür. Ayrıca Osmanlıların siyasi idarede, 14. yüzyılda yaşamış olan İbni Teymiye gibi bazı kelamcıların geliştirdiği şekilci siyasi teorileri reddederek, bir dereceye kadar İslam'ın orijinal siyasi kavramlarına bağlı kaldıklarını belirtmemiz gerekiyor. Bu konu da araştırılması gereken önemli bir husus olarak karşımızda durmaktadır.

Başlangıçtaki teknolojik başarılara rağmen Osmanlıların bilim ve felsefede Avrupa'dan geri kalmakta oldukları bazı Osmanlı aydınları tarafından oldukça erken farkedilmiştir. Mesela Katip Çelebi (1609-1657) ‘Mizan-ül Hak’ isimli eserinde, Avrupa üniversitelerinde fizik bilimlerdeki büyük gelişmelere karşılık Medrese eğitiminin fizik bilimleri ‘felsefedendir’ diyerek dışlaması yüzünden bu bilimlerde geri kalındığını açık bir şekilde belirterek Osmanlı yönetimini uyarmıştır. Ancak ne yazık ki, bu tür uyarılar yeteri kadar etkili olamamıştır. Bunun da 12. yüzyıldan itibaren müslümanların düşüncesine hakim olan sınırlayıcı kavramsal yapının bütün topluma yayılmış olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.

6. Osmanlılarda Yenilenme Çabaları ve 20. Yüzyılda Müslümanlar

Osmanlılar bilim ve felsefe alanında, ve dolayısıyla teknolojide, ve bunun sonucu olarak da ekonomiden savunmaya kadar devletin tüm yapısındaki geri kalmışlığı 19. yüzyılda ciddi bir şekilde hissetmeye başlamışlardır. Ancak, Osmanlı yönetici ve aydınları (Katip Çelebi, Koçi Bey ve Ahmet Cevdet Paşa gibi birkaç istisna dışında) geriye gidişi, Islahat, Tanzimat, ve Meşrutiyet hamleleriyle sadece sosyal ve siyasi tedbirlerle durdurmaya çalışmışlardır. Sosyal dinamiklerin sadece ekonomik ve siyasi tedbirlerle bağımlı olmadığını, asıl problemin çok daha temelde, kavramlarla ilgili olduğunu ve bunun da bilim-felsefe alandaki motivasyonu derinden ve son derece olumsuz etkilediğini farkedememişlerdir. Bilimdeki bu başarısızlık da dolaylı bir şekilde sosyal ve siyasi yapıyı ve kurumları derinden etkilemekteydi.

Nihayet Sultan 2. Abdülhamid'in 19. yüzyılın sonunda başlattığı, ve zaman zaman bazı müslümanların da şiddetli tepkisiyle karşılaşan eğitim hamlesi, bu nedenlerle yetersiz kalmıştır. Sonunda Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşıyla birlikte bilim ve teknoloji üstünlüğüne sahip Avrupa devletlerine yenilerek tarih sahnesinden çekilmiştir.

Kavramsal problemlere siyasi ve sosyal tedbirlerle çözüm arama temayülünün Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyet'in başlangıç dönemindeki (1923-1933), yönetim biçiminin değiştirilmesi gibi siyasi, kılık-kıyafet ve alfabenin değiştirilmesi gibi kültürel, anayasa ve kanunların değiştirilmesi gibi sosyal tedbirler, ikinci dönemde (1950-60) sanayileşme, üçüncü dönemde (1970-75) ağır sanayi hamlesi, ve nihayet yakın dönemdeki (1980-90) liberalleşme ve pazar ekonomisi politikaları aynı doğrultudaki çabaların devamı olarak görünmektedir.

Osmanlılardan devralınan kavramsal yapı, yüzeysel ve zorlayıcı sosyal, hukuki ve kültürel tedbirlerle değiştirilemediği gibi daha da bozularak içinden çıkılamaz hale getirildiği için şimdiye kadarki gelişme politikaları Cumhuriyet döneminde de başarılı olamamıştır. Bu dönemde oluşturulan sığ pozitivist ve İslam'ı bazan resmen bazan da fiili olarak dışlayıcı kültürel politikaların zoraki ‘din–bilim’ ayrılığını ortadan kaldıracak yerde daha da gerginleştirerek bilim konusunda toplumsal motivasyonu daha da olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.

Bilim konusunda üretilen çeşitli sloganlara rağmen Cumhuriyet döneminde tutarlı bir bilimsel gelişme sağlanamamasının sebepleri iyice araştırılmalıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Türkiye'nin neden hala bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığı kuramadığı, ve neden hala bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturamadığı da düşünen insanlarımız tarafından ciddi bir biçimde araştırılması gereken konulardır.

Cumhuriyet hükümetlerinin üniversitelere ve bilim adamlarına bakışı genel bir güvensizlik arzetmektedir. Bunun sebeplerinin her şeyden önce bilim adamları tarafından araştırılması gerekmektedir, çünkü onların bu ülke içindeki resmi konumları hala karikatüristlerin, gazetecilerin, ve hatta futbol taraftarlarının durumundan daha aşağıda sayılmaktadır. Bilim adamları da, - Ortaçağda müslümanların Avrupalılara hediye ettiği ‘hakikat aşığı’ (lover of truth) kavramından haberleri olmadığı için mi bilinmez - bazı ortak değerler üzerinde birleşip en azından toplum içindeki genel durumlarını düzeltecek dayanışmalar yerine birbirlerini dışlamayı tercih etmektedirler. Bilim adamı olmak adeta kendilerine de hiçbir şey ifade etmemektedir.

7. Diğer Çabalar

Yirmi yıl kadar önce bazı müslüman yazarlar ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ başlığı altında bir program başlatmışlardı. Bu yazarlar, bu güne kadar yapılmış bilimsel çalışmaların ve geliştirilmiş bilimsel teorilerin ‘İslami açıdan’ (tabii aslında bu, bazı relativist ‘Batılı’ felsefecilerden aktarma bir kavram sistemi üzerine kurulu kendi açıları olmaktadır) süzgeçten geçirilmesini ve böylece bunların ‘İslamileştirilmesini’ savudular. Biz olaylara yanlış bir çerçeveden bakan bu kimselerin, iyi niyetli görünseler veya olsalar da, meseleleri ele alış biçimlerinin ciddiyetten uzak olduğunu ve bunların, müslümanların karşı karşıya bulunduğu ciddi kavramsal problemlere çözüm getiremeyeceklerini görüyorduk. Bilindiği gibi bu proje yürürlüğe konulduğunda bir kaç yıl içinde tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.

Diğer bir teşebbüs, İslam ve bilim konusundaki çalışmalarında müslümanlar arasında bilimsel araştırmayı teşvik için bunun mistik temeller üzerine oturtulmasını teklif eden Seyid Hüseyin Nasr'dan geldi[22]. Nasr, ilk dönem müslüman bilim adamlarının, ve özellikle de simyacıların gizli bir takim ilimlere sahip olma iştiyakı ile araştırmalar yaptıklarını öne sürüyordu.

Bize göre, ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ programı da, bilimsel çalışmaların mistik temellere dayandırılması programı da içinde taşıdıkları yanlışlar yüzünden başarısızlığa mahkumdu. Çünkü müslümanların bilim alanında (ve buna bağlı olarak birçok alanda) geri kalmalarının esas sebebi bilimsel araştırma geleneğini, ve daha temelde araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını kaybetmiş olmalarıdır. Bu motivasyonu yeniden kazanmaları ancak halen içinde bulundukları bozuk kavram sistemini terkedip Kur’an’daki kavram sistemine yeniden sahip çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde gerçekleri daha açık ve net bir şekilde görmeye başlayabilecekler, ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim politikalarının aldatıcılığından kurtulabileceklerdir.

Pervez Hoodbhoy'un[23] yorumlarına gelince: Bu yazarın günümüz müslümanlarının yanlış bilim anlayışı konusundaki eleştirilerini ciddiye almamız gerekmektedir. Ancak öne sürdüğü yorumlardaki ciddi hataları da ele alamamız ve düşüncelerinin nasıl temelde yanlış bir dizi önermeye dayandığını ortaya koymamız gerekiyor.

Pervez Hoodbhoy'un ciddi hatalarından biri bilimin laik bir etkinlik olduğunu öne sürmesidir[23, s. 17]. Bunun da temelinde İslam tarihinde 8-11. yüzyıllardaki bilimsel motivasyonun nereden geldiği konusundaki yanlış değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu dönemdeki müslümanlar yaptıkları çalışmaları laik bir motivasyonla değil, İslam'ın onlara kazandırmış olduğu belli bir gerçeklik ve bilgi anlayışı ve buna bağlı bir ‘insan olma’ anlayışı içinde gerçekleştirmişlerdir. Eğer Hoodbhoy'un dediği doğru olsa idi, Kuran'ın tebliğinden sonra, daha laik bir anlayışa sahip(?) birçok insan topluluğunun müslümanlardan çok daha göze çarpan bir bilimsel gelişme içinde olması gerekirdi. Halbuki bu yüzyıllarda müslümanlar - bu alanda diğer insanlara hiçbir engelleme getirmemiş oldukları halde - rakipsiz denecek kadar üstün bir konum içindeydiler.

Hoodbhoy, İslam ülkelerinin bu gün halk düzeyinden hükümet düzeyine kadar bir ‘bilim krizi’ içinde bulunduklarını ve bunun onları hayatın birçok alanında tam bir yıkıntı içinde bıraktığını doğru bir şekilde tesbit ettikten sonra, İslam ülkelerindeki bu bunalımın özünün incelendiğinde politik bir nitelikte olduğu teşhisini koymaktadır[23, s. 21]. Dikkat edilirse bu teşhis daha önce 19. yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet devri aydın ve yöneticileri tarafından da konulmuş ve bu doğrultuda üretilen tedbirler de bu güne kadar başarılı bir sonuç vermemiştir. Biz ise bu bunalımın temelinde, - politik veya ekonomik sebeplerden çok daha temelde, kavramsal nitelikte bir problem olduğunu görmekteyiz.

Sonuçta, günümüz müslümanlarının bilim konusundaki perişan durumunu tesbit eden Hoodbhoy, çözümü ‘din–bilim’ ayırımının kabul edilerek laik bir yaklaşımı müslümanların gelecekteki bilimsel atılımları için tek çıkar yol olarak görmektedir. Yukarıda, böyle bir çözümün Türkiye'de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana pek de başarılı bir sonuç vermediğini belirtmiştik. Sebeplerine gelince: Birincisi böyle bir yaklaşım bırakalım bilimsel araştırmayı, genel olarak müslümanların araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını dahi engelleyecektir. İkincisi ve daha da önemlisi, böyle bir kavramsal bölünme, Kur’an’daki bütünleyici ilm kavramı ve buna bağlı bir dizi kavramın oluşturduğu yapıyla çelişmektedir.

Müslümanların böyle çelişkili ve bozulmuş bir kavramsal yapılanma içinde bilim konusunda üstün bir motivasyona ulaşabileceğini düşünmek saflık olur. Başka herhangi bir motivasyon da dünyadaki modern bilim kültürü çerçevesindeki motivasyondan farksız olacaktır ki bu da modern bilimin mevcut meselelerine yeni çözümler getiremeyecektir. Mevcut bilim kültüründe esas motivasyonun kaynağı, hakikat aşkı değil, şöhret ve üstünlük duygusudur. Aynı motivasyonlara sahip daha fazla bilim adamı, içinde yaşadığımız adaletsiz dünyanın insanlarına daha iyi bir dünya kazandırmayacaktır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, çağdaş dünyanın şartları, bazı istisnai durumlar dışında, tecrit edilmiş bilimsel faaliyetleri desteklememektedir. Bilim adamları birbirleriyle geçmişte olduğundan daha yakın temas halindedirler. Bu şartlarda müslüman bilim adamlarının, modern bilimin özel problemleri yerine, gerçeklikle tam bir uyum halindeki bir kavram sistemi içinde olmak kaydıyla bilimin en temel konularında araştırmalar yapmaları daha faydalı olacaktır. Çünkü çağdaş kültürün hastalıklarının temelinde, eski çağlardan devralınan ve şimdi ise bilimin gelişmesini engelleyen karmaşık bir kavram sistemi bulunmaktadır.

8. Geleceğe Dönüş

Biz, müslümanların bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne Hoodbhoy'un, ne de onun eleştirdiği müslüman yazarların önerdiği çözümlerde görüyoruz. Çünkü, bunların hiçbiri problemin temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun müslümanların bilim motivasyonunu nasıl engellediğini görememişlerdir, ve çözümü de ya sathi birtakım etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk kavramsal yapıya yeni eklemelerin yapılmasında görmektedirler. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevkeden şey motivasyondur. Motivasyon ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artarak gelişir. Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu o kavram sistemini bozmak suretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür. Peki, bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin kolay bir yolu var mıdır? Ne yazık ki, bozulmuş bir kavram sistemini yenilemek kolay bir iş değildir, çünkü insanların kullandığı dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat tarzları tarafından şekillenir. Bozulmuş bir kavram sisteminin düzeltilmesi, bunun desteklediği hayat tarzı ile birlikte ele alınıp dikkatli bir şekilde incelenerek yanlışların birer birer düzeltilmesiyle olabilir. Bunun da zahmetli bir iş olduğunu kendi şahsi tecrübelerimizden söyleyebiliriz.

Bu yazımızda bu yenilenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğinin tafsilatına giremiyoruz. Bu konudaki çalışmalarımız devam etmektedir. Ancak burada, müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden İslam medeniyetinin geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir gelişmeyi sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Müslümanlar, 11. yüzyıldan itibaren terketmeye başladıkları zengin kavram sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu geliştiremedikleri sürece bilim, ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da söyleyebiliyoruz: Eğer müslümanlar 11. yüzyıldan itibaren terketmiş oldukları kavram sistemine yeniden dönüşü, yani "geleceğe dönüş"ü gerçekleştirebilirlerse o zaman insanlık tarihi yeniden, ve içinde bulunduğumuz bilim ve teknolojik gelişme şartları içinde bile, müslümanlar tarafından gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir bilimsel ve teknolojik gelişmeye sahne olacaktır.

Referanslar

[1] Russell, B. (1974). History of Western Philosophy.
[2] Sarton, G. (1927-48). Intoduction to History of Science. 3 vol. 5 kısım. Baltimore. Williams and Wilkins.
[3] Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge University Press.
[4] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.
[5] Bilim tarihçileri genel olarak Yunan medeniyetini, İyon ve Helen medeniyeti olarak iki ayrı dönemde ele alırlar. Birincisinin başlangıç noktası Milet olmak üzere öteki merkezleri Atina ve Siraküza, ikincisinin merkezi olarak da İskenderiye gösterilmektedir. Her iki dönemde de Eski Mısır medeniyetinin etkisi görülmektedir.
[6] Bu konudaki çalışmalarımızı hem yapay zeka, hem de Kur’an’daki kavramların dile yansıması ile ilgili olarak felsefi alanda devam ettiriyoruz. Yapay zeka alanında konu ile ilgili yayınlarımızdan biri şudur: "Elements of Scientific Creativity", AAAI Spring Symposium Series, 23-25 Mart 1993, Stanford Üniversitesi, A.B.D. Bildiriler, s. 39-46.
[7] Bakınız: Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.
[8] Parantez içindeki rakamlar ilgili sure ve ayet numaralarını göstermektedir. Örneğin (006.108) 6. surede 108. ayet demektir.
[9] Bu fizikçilerden biri de Paul Davies'tir. Bakınız: Davies, P. (193). The Mind of God. Londra: Touchstone Books.
[10] Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.
[11] Bakınız: Hamidullah, M. (1966). İslam Peygamberi. Çev. M. Said Mutlu. İrfan Yayınevi, Istanbul. s. 141. (Yazar bu bilgileri klasik İslam kaynaklarından, İbni Sa'd, Süheyli ve İbni Hanbel'den aktarmaktadır.) Aynı dönemde müslümanların Medine'de bir de okul açtıkları bilinmektedir.
[12] Bakınız: Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[13] Bu konularda şu kaynaklara başvurulabilir:
Sarton, G. (1927-48). Introduction to History of Science. Williams and Wilkins. Baltimore.
Nasr, S.H. (1989). Islamic Science. İnsan Yayınları. İstanbul.
Dögen, Ş. (1992). Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. (2 cilt). Istanbul. Y. Asya Yayınları.
Bayrakdar, M. (1987). İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara.
Bayrakdar, M. (1997). İslam Felsefesine Giriş. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara.
Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge U. Press.
Akın, Ö. ve Desay, M. (1993). Beş Büyük Cebir Bilgini. MEB Yayınları. Ankara.
Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[14] Bakınız: Leicester, H.M. (1971). "The Historical Background of Chemistry". Dover, New York. sayfa 66.
[15] A.g.e. sayfa 66.
[16] A.g.e. sayfa 71.
[15] Topdemir, H.G. (1991). "İbnül Heysem'in Optik Araştırmaları". Bilim, Felsefe, Tarih. Sayı 1, sayfa 187-190.
[16] Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press.
[17] Bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). İslam’da Bilginin Temelleri. İstanbul: İz Yayıncılık.
[18] Gazali "El Munkiz min ed-Dalal" isimli kitabında felsefi bilimlerden sayılan mantik ve matematiğin din ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığıni ifade etmektedir. Onun iyi niyetle söylemiş olduğunu kabul ettiğimiz bu sözünün kolaylıkla yanlış anlamalara yol açabildiğini belirtmeliyiz.
[19] İbni Rüşd. "Tahafut al Tahafut". İngilizceye çev. Simon van Den Bergh (1978). Luzac, Londra.
[20] İbni Rüşd. Kitab Fasl al Maqal. "On the Harmony Between Religion and Philosophy". İngilizceye çev. G.F. Hourani(1976). Luzac, Londra.
[21] Turan, O. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt I-II, s. 542.
[22] Nasr, S.H. (1991). Islamic Science. Istanbul: İnsan Yayınları.
[23] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.