31.8.07

DOĞU-BATI

DOGU-BATI MAKALESİ

KAVRAMLAR ÇATIŞMASI VE GERÇEKLER

1. Giriş

Bu yazımızın amacı günümüzde siyaset ve kültür dilinde müşahade ettiğimiz tiraji-komik kavramsal çekişmenin ardındaki gerçekleri soruşturmaktır. Çoğu zaman küçük ve önemsiz, hatta anlamsız gibi görünen çatışmaların arkasında ekonomik çıkarların, bunların gerisinde de kültürlerin, hayat tarzlarının ve medeniyet anlayışlarının çatışması yatmaktadır.

2. Kavramlar ve Sloganlar

Bir toplumda düşünen insanların görevi, yaşadıkları toplumun hiçbir meselesi yokmuş gibi davranmak değil, bu tür çatışmaların arkasındaki gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Diğer bir çok karmaşık hayat probleminin çözülmesinde olduğu gibi, kavramsal problemler de, herşeyden önce açık ve net bir şekilde ortaya konulmalı, yani peoblem tanımı iyi yapılmalıdır. Bütün felsefi problemler kavramsaldır (L. Wittgenstein), ama her kavramsal problemi felsefi problem sanmak yanlıştır. Kavramsal problemleri felsefi, kültürel ve siyasi olmak üzere farklı sınıflar altında incelemek gerekir. Örnek olarak, modern fizikteki dalga-parçacık problemi felsefi bir problem sayılabilir. Bu durumda da bu problemin modern fiziğin temel kavramları çerçevesinde, veya bundan daha genel bir kavramsal çerçevede ele alınıp değerlendirilmesi beklenebilir.

Siyasi, amaç veya görüş farklılıklarından ortaya çıkan kavramsal problemler ise ilgili siyasi ortamın ve bunun gerisndeki kültür ve hayat tarzı faklılıkları çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu demektir ki siyasi arenada kavramsal anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması veya kalıcı bir çözüme kavuşturulması, ancak bunların üç ayrı düzlemde (ele alınıp) ayrı ayrı çözüme kavuşturulmasıyla mümkündür. Yani kavramsal çatışmanın ortadan kaldırılması isteniyorsa, siyasi amaç çatışmasının, ve bunun da çözüme kavuşturulması için kültürler veya hayat tarzları arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması gereklidir.

3. Sağlıklı Toplum Hasta Toplum

11. yüzyılda Endülüs’te yaşamış olan müslüman düşünür İbni Bacce “Tedbir-ül Mütevahhid” isimli çok orijinal bir eserinde sağlıklı ve hasta toplumları incelemiş ve bir toplumun sağlıklı sayılıp sayılamayacağı ile ilgili bazı hususlara dikkat çekmiştir. Ona göre hasta bir toplumun en göze çarpan iki alameti nüfusuna göre mahkemelerindeki dava sayısının, ve hastanelerindeki hasta sayısının fazla olmasıdır. Bu eserinde İbni Bacce devam ederek, hasta bir toplumda düşünen insanların nasıl yaşaması ve neler yapması ve yapmaması gerektiği konusundaki düşünce ve tavsiyelerini de ortaya koymaktadır.

Günümüzün kazandırdığı bilgiler çerçevesinde toplumları genel olarak zekanın üç bileşeni kabul edilen

• algılama,
• düşünme ve değerlendirme
• eylem

bileşenleri cinsinden değerlendirebiliriz. Toplumsal hastalıklar, bu fonksiyonlarındaki bozukluklar şeklinde ortaya çıkar. Algılama bozuklukları olan toplumlarda haber kaynaklarının yetersiz kalması ve hatta dejenere olması, yanlış mesaj aktarımı, mesaj filtreleme ve yönlendirme davranışları içinde olması, buna karşılık güvenilir haber kaynaklarının yetersiz kalması bu toplumsal hastalığın sebeplerinden bazılarıdır.

Algılamasını iyi yapamayan toplumların doğru düşünmesi, doğru planlar yapabilmesi, ve doğru kararlar alıp uygulayabilmesi imkansız olur. Klasik devlet anlayışındaki yasama / yargı / yürütme fonksiyonları toplumun sadece düşünme, değerlendirme ve eylem fonksiyonlarını ilgilendirmektedir. Dolayısıyla iktidarı bu üç unsurdan ibaret saymak büyük bir hatadır.

Düşünme ve değerlendirme bir toplumun birçok kesimlerinin faaliyetlerini gerektirir. Bilim, kültür, sanat, siyaset, yargı ve adalet kurumları bu faaliyetlerin odaklandığı yerlerden bazılarıdır.

Algılama ile düşünme ve değerlendirme arasındaki yakın münasebet zeki bir toplumun asla ihmal etmemesi gereken bir öneme sahiptir. Bu günün toplumlarında algılama fonksiyonlarının önemli bir kısmını basın-yayın yerine getirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde basın-yayının iktidarları değiştirdiği birçok örnekleriyle bilinmektedir. Bu yüzden, neredeyse yüzyıla yakın bir süredir siyasi literatürde basın-yayın için “dördüncü kuvvet” ifadesi kullanılmaktadır. Hatta basın-yayının bu özelliği bazı gelişmiş ülkeler tarafından az gelişmiş ülkelerin gelişmelerini kontrol etmede etkili bir şekilde kullanılmaktadır.

4. Sloganlar ve Mesajlar

Siyasi çatışmalar bazan sloganlar savaşı şeklinde kendini gösterir. Bu durumda her bir slogan bir mesaj olarak algılanabilir. Ancak buradaki mesajın enformasyon teorisinde mesajlardan farklı bir tarafı vardır. Enformasyon teorisine göre, mesajın anlamlı olması için şunların olması gerekir: 1) Mesajın kaynağı, 2) Mesajın yayıldığı ortam, ve 3) mesajın alıcısı. Gene bu teoriye göre bir mesajın taşıdığı bilgi miktarı nesajı gönderene veya onu taşıyan ortama göre değil, alıcısında meydana getirdiği sürpriz (şaşkınlık) derecesine göre ölçülür.

mesajın taşıyıcı ortam mesajın
kaynağı --------------------- > alıcısı

Mesajın, enformasyon teorisindeki gibi, sadece alıcısı açısından değerlendirilmesi eksik, ve dolayısıyla yanlış olur. Mesajın kaynağının (amaçlar, vasıtalar, mesajın dili, v.s.) açılardan incelenmesi gerektiği gibi, mesajı taşıyan ortamın da yakından incelenmesi gerekir. Eğer taşıyıcı sadece maddi bir ortam (yani elektronik, optik, sesliyayıcı) ise, ortamdan kaynaklanabilecek intikal (= iletim) bozuklukları (parazitler, vs.) hesaplanabilir.

Eğer bir mesaj, kaynağından gelen şifreli birtakım işaretler ihtiva ediyorsa, ve kaynağın bunlarla alıcıyı saptırmak gibi bir amacı olduğuna dair bir delil yoksa şifreliişaretlerin mutlaka bir anlamı olması gerektiği düşünülebilir.

Ama eğer, mesajı taşıyan insanlar veya insan grupları ise, bunların kendi amaçları, bilgi ve kültür seviyeleri, güvenirlik dereceleri, mesajın kaynağından alıcıya ulaşırken değişim geçirip geçirmediği açısından çok önemli olur. Günümüzde bazı gazetelerin, radyo ve TV kanallarının mesajları nasıl çarpıtıp saptırarak alıcıya ilettiğini, hatta nasıl bizzat çarpık ve sapık mesajlar üretebildiklerini gözlerimizle görebiliyoruz. Bu sebeple, önemli mesaj alış-verişlerinde mesajın gerçek kaynağının kim olduğu ve kaynağından çıktığı gibi alıcıya ulaşıp ulaşmadığı çok önemlidir.

Demek ki, siyasi çatışmalarda mesajın gerçekte ne anlama geldiği ve ne tür bilgi taşıdığı, sadece alıcısına göre değil, mesajı taşıyan ortama, ve daha da önemlisi mesajı gönderen, yani yayınlayan kaynağa da bağlıdır.

Bundan ayrı olarak, çok mesajlı ortamlarda mesajların öncelik sırasının seçimi de önemlidir. Normal bir toplumda önemsiz sayılabilecek bir olay hasta bir toplumda öncelik sırasının başında yer alabilir.

Siyasi çatışmalarda mesajlar çok çeşitli amaçlar taşıyabilir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Alıcıyı bilgilendirmek,
2) Alıcıyı motive etmek,
3) Alıcının kafasını karıştırmak,
4) Alıcıyı tesirsiz hale getirmek,
5) Alıcıyı tahrik etmek,
6) Alıcıyı gerçek problemlerden uzaklaştırmak,
7) Alıcıyı yanıltmak.

Bazı mesajlar aynı anda birkaç değişik tür alıcı üzerinde farklı etkiler meydana getirilmesini amaçlayabilir.

5. Durum Tesbiti ve Çözüm

Çatışma konusu olabilen kavramların ve sloganların birer mesaj olarak değerlendirilebileceğini ifade ettikten sonra bunların, toplum içindeki alıcıları ne yönde etkilemeyi amaçladıklarını tesbit edebilmek için neler yapılmalıdır, sorusuna geçebiliriz. İlk olarak her meselenin çözümünde uygulanabilecek şöyle bir dörtlü plan uygulayabiliriz:

1) Durum tesbiti,
2) Durum değerlendirmesi,
3) Alternatif çözümlerin formüle edilmesi,
4) Çözümlerin değerlendirilmesi ve çözüm seçimi.

Durum Tesbiti

Bütün problemlerde olduğu gibi, kavramsal çatışma problemlerinde de çatışmaya konu olan şartların sağlıklı bir şekilde anlaşılması gereklidir. Durum tesbiti iyi yapılan bir problemin çözümü de çözümsüzlüğü de yarı yarıya kendini gösterir. Durum tesbiti içine kavramsal analiz, mesajın kaynağının tesbiti, bu kaynağın muhtemel amaçlarının sıralanması, mesajın ortamı ve yayılış biçimi, ve mesajın muhatabı olan kişilerin (alıcıların) halihazırdaki eğitim, kültür ve ekonomik durumları gibi konular girer.

Durum Değerlendirmesi

Durum değerlendirme bir analiz olarak ele alınabilir. Tesbit edilen durumdan geriye ve ileriye dönük sonuçlar çıkarmak için yapılır. Durum değerlendirmesinde tesbit edilmiş olan durumun bütün unsurları teker teker ve bir arada ele alınır, ve bu değerlendirme, sözkonusu mesajın gerçek anlamının, gerçek amacının, hedef alıcıların ve bunlar üzerindeki beklenen etkilerin ne olabileceği, ve bu etkiler sonucu ortaya çıkacak davranış ve olayların neler olabileceğini tesbit etmek için yapılır.

Çözümlerin Formüle Edilmesi

Bu safhada, önceki iki safhada yapılan problem tanımından hareketler, alternatif çözüm yolları formüle edilir.

Çözümlerin Değerlendirilmesi ve Çözüm Seçimi.

Bu safhada da, tesbit etilmiş olan alternatif çözüm yolları birer birer ele alınarak her birinin muhtemek kazanç ve kayıpları hesaplanır. Ayrıca bunların uygulanabilirlik süreleri de hesaba katılarak “sınıflandırma” yoluyla en uygun çözüm seçilir.

6. Medeniyet Meselesi

Türkiye bugün, Osmanlılar dönemindeki “Medeniyetler Uzlaşması” ülkesinden bir “Medeniyetler Çatışması” bölgesine dönüştürülmektedir. Bu bölgede artık çeşitli eğilimler sürekli monokültürel bir üstünlük kurma mücadelesi içinde görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin monokültürel bir temele dayandırılmış olması çeşitli etnik grupların ve marjinal kültlerin adeta ülke üzerine örtülmüş bir örtü altında çekişmelerinin kaynağını da bu oluşturmaktadır. Bu kültler, enteresandır, asıl kimliklerini gizleyen bir sır perdesi altında faaliyet göstermektedir. Hatta bu sır perdesi, bir bakıma müntesiplerin dayanışmasını da pekiştirmektedir. Masonluk, aleviliğin bazı türleri, bektaşilik ve bazı tarikatler varlıklarını bu gizliliğe ve bunu destekleyen monokültürel devlet yapısına borçludur.

İşte bütün bu gruplar, toplumsal arenada köşe taşlarını kapma yarışında monokültürel zorunluluk dolayısıyla kendilerini tamamen farklı yüzlerle ortaya koymakta ve “yığın” saydıkları halkı kendi kavram ve sloganları etrafında (ama kendi gerçek amaç ve inançları etrafında değil) – toparlamaya çabalamaktadır. 1970’lerdeki kürtçülük hareketinin maocu marksist sloganlar arkasında, günümüzdeki alevi-bektaşi hareketinin kemalist sloganlar arkasında, masonluğun da her zamanki gibi, “çağdaşlık”, “evrensellik”, “globalleşme” gibi loganlar arkasında, ve müslümanlık iddiasındaki bazı cemaatlerin İslam’la bağdaşmayan, hatta putperestliğe varan görüntüler arkasında faaliyetlerini icra etmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu durum, Huntington’un “medeniyetler çatışması”ndan çok, sloganlar arkasında süren etnik amaçlar ve siyasi/iktisadi menfaatler çatışması olarak vasıflandırılabilir. Medeniyetler çatışması olabilmesi için, ortamda en az iki medeniyet anlayış ve iddiasının olması gerekir. Türkiye’deki durum bir Batı ve İslam medeniyeti çatışmasından henüz oldukça uzaktadır, çünkü bu ülkede İslam, bizzat müslümanlar tarafından halen bir medeniyet meselesi olarak algılanmamaktadır. Hatta o kadar ki, öteden beri İslam’ı bir medeniyet meselesi olarak ele almak gerektiğini savunan yazar ve düşünürlerin adı-sanı unutulduğu halde, böyle bir problemi henüz göremeyen camaat önderlerinin isimleri ve eserleri(?) ise baş köşeyi işgal etmektedir.

Büyük medeniyetlere baktığımızda, bunların adeta birkaç temel kavram üzerindeki toplumsal uzlaşmayla kurulduğunu söyleyebiliriz. Eski Yunan, soyut düşünce ve geometrik düzen, Roma, hukuk ve nizam, İslam medeniyeti gerçeklik (= hakk), bilgi (= ilm) ve adalet (= adl) kavramlarıyla teşhis edilebilirler. İslam’ı bu gün bir medeniyet meselesi olarak göremeyen müslümanlar, sonunda ülkedeki diğer etnik kültler gibi iki ayrı yüz ile yaşamak zorunda kalmaktadırlar, ve kendileri için ilahi adalet açısından asıl tehlikenin bu olduğunu da görememektedirler.

7. Medeniyet ve Cemaatler

Medeniyet oluşturmaya yönelik yaklaşımlarla cemaatçi yaklaşımlar arasındaki önemli farkları anlayabilmek için medeniyetlerin yapısını ve ülkemizde de sosyal bir vakıa olarak ortaya çıkmış olan cemaatlerin özelliklerini iyi incelemek gerekir.

Bu gün ülkemizde müslümanların önemli bir kısmının çeşitli cemaatler içinde yer almasının temelinde sosyal ve psikolojik sebepler vardır. Bunlardan bazıları cemaat şuuru ve dayanışması, aidiyet duygusu, güven ve hatta sun’i bir üstünlük duygusu bulunduğu söylenebilir.

Cemaatlerin sosyal gelişmede olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Önce bunların olumsuz taraflarını inceleyelim:

Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri de cemaat içinde özellikle analitik düşünceyi ve özellikle öz eleştiriyi tamamen ortadan kaldırmalarıdır. Cemaat liderinin, veya manevi liderinin her dediği doğru kabul edilir.

Bu arada, bazı cemaatlerin “büyük mütefekkir”, “asrın yıldızı” gibi ünvanlarla isimlendirdikleri kişilerin eserlerini 11. yüzyıldaki herhangi bir müslüman düşünürün eserleriyle karşılaştırarak değerlendirmek bunlarla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

Diğer önemli bir olumusuzluk ise, cemaat içinde cemaat önderlerinin görüşlerini hatasız kabul etmeleri ve bunların dışındaki dışındaki düşüncelere sahip insanları otomatik olarak cemaatten tecrit etmeleridir. Cemaat önderleri aslında aksiyon adamı oldukları halde cemaat tarafından bunların “çağın en büyük düşünürü” olduklarına inanılması ve bu yüzden herhangi bir kimsenin bunları aşamayacağı inancını da beraberinde getirir. Böylece cemaatler içinden büyük düşünür, yazar ve sanatçının çıkması en başından engellenmiş olmaktadır. Cemaatlerin dışında kalan düşünür, yazar ve sanatçılar da her cemaat tarafından “ayrık otu” muamelesine tabi tutulur.

Cemaatlerle ilgili diğer bir paradoks da, bunların, sahip oldukları inançlara apaçık düşmanlık yapmaktan çekinmeyen kişi ve kuruluşlarla daha yakın bir işbirliği içinde olabilmesidir. Bu paradoks “cemaat içi birlik” açısından kolayca açıklanabilir. “Kendisine uzak” cemaatler, cemaat içi birliğe ideolojik tehdit teşkil etmez, halbuki aynı inancı paylaşan kişi ve cemaatler “cemaat içi birlik” açısından tehdit unsuru sayılabilirler.

Cemaat yapısının diğer bir olumsuz yanı ise insanlar arasındaki “birlik” duygusunun öbekleştirilerek parçalanmasıdır. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da şudur: cemaatler büyüdükçe cemaat önderi ve müntesipler arasındaki bağlar ve amaçlar şekil değiştirmekte ve şahsi menfaat ve itibar peşinde koşan kimselerin de sürekli katılımı cemaatin dejenere olmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer ilgi çekici bir husus da sıradan insanların, cemaat üyeliğinin verdiği haksız bir üstünlük duygusuyla kendilerinde üstünlük görerek diğer insanlara tepeden bakmalarıdır. “Kollektif cehalet, cehaleti örter!”.

Cemaatleşme, insanlar arasında tabii bir istişare mekanizmasının oluşumunu da engellemektedir. Her cemaatin önderi, kendisinin her şeyi en iyi gördüğünü düşündüğünden diğerleriyle bir araya gelip birbirleriyle danışmaları mümkün olmaz.

Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri, cemaat içinde düşünceyi, ve özellikle de eleştiriyi ortadan kaldırma eğilimidir. Aslında bu, cemaat şeklinde gruplaşmanın sosyal bir sonucu olarak kabul edilebilir. Cemaat liderinin her dediğinin tartışmasız doğru sayılması ve onun hata yapmaz kabul edilmesi, cemaatin dağılmadan varlığını devam ettirmesinin vazgeçilmez şartıdır. Nitekim, bir cemaat önderinin vefatı, çoğu zaman cemaatın fırkalara ayrılmasına yol açmakta, ve her bir fırka kendi önderinin en doğruyu düşündüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan cemaatleri tek hücreli canlılara benzetmek mümkündür. Hücre bir müddet içinde iki veya daha fazla hücrelere bölünür, ve her hücre (bazan ötekilerin zararına bile olacak şekilde) kendi varlığını sürdürmeye çalışır. Bu hücresel yapı, cemaatlerin tek boyutlu davranışlarını da açıklamaktadır. Bir cemaatin varlık stratejisi ne kadar zekice olursa olsun, tek yönlü olduğu sürece, kolaylıkla kontrol altına alınabilir. Çoğu zaman, cemaat önderinin şahsi bir meselesiyle veya cemaatiyle ilgili bir konuda baskı altına alınması kontrol için yeterli olabilir. Böyle bir durumda, cemaat de baskılara boyun eğerek önderini takip etmeyi sürdürecektir.

Cemaatlerin bazı olumlu tarafları da vardır. Bunlardan belki de en önemlisi, düzensiz bir toplumda tek tek insanların başaramadıkları bazı işleri (sosyal yardımlaşma, vakıf ve iktisadi teşekküller) cemaat dayanışması içinde başarabilmeleridir.

Bugün dünyada müslümanların önemli bir kısmının cemaatlere ayrılmış olmasının temelinde cemaat şuuru ve dayanışması ve aidiyet duygusu yatmaktadır. Bu duyguların cemaat müntesiplerine sun’i bir güven, ve hatta gerçeklerden uzak bir üstünlük duygusunu da desteklediği söylenebilir. Her cemaatin kendi önderini hata yapmaz kabul etmesi, çoğu zaman da bu inancı destekleyen efsanelerin, hatta hurafelerin cemaat arasında yaygınlaşmasına da imkan sağlar. Özellikle benzer inançlar veya hedefler doğrultusunda biribiriyle rekabet içinde olan cemaatler arasında bu tür hurafeler, cemaatin üstünlüğüne taraftarlarını inandırmada önemli bir rol oynar. Cemaatlerin hücresel yapısının ve tek boyutlu varlık stratejilerinin diğer bir olumsuz yanı da, kendilerine zararı dokunmadığı durumlarda, diğer cemaatlere ve sonuçta aynı inanca sahip diğer insanlara yapılan haksızlıklara kayıtsız kalmalarıdır.

Bütün bu açılardan bakıp bir değerlendirme yaptığımıza şunları görüyoruz: Cemaat yapısında bilgi daima geri plandadır. Bunun sebebi, gerçekliğin “hakk”a göre değil, “cemaat önderine göre” tarif edilmesidir. Bu çerçevenin dışında kalan gerçekler, cemaat için ya hiç yoktur, veya önemsizdir. Böyle sabit, durgun ve kapalı bir gerçeklik anlayışı, elbette cemaatte bilginin gelişmesine ve yaygınlaşmasına imkan vermez. Gerçekliğe ulaşmak, önce o yönde ciddi bir yönelim, ciddi bir motivasyon gerektirir. Cemaatler ise zaten gerçekliğe ulaştıklarını kabul etmiş olduklarından, onlar için artık böyle bir çabaya ihtiyaç kalmamış sayılır. Cemaatlerde “eleştiri”, cemaat yapısına ters bir kavram olduğundan, yeni bilgilere ulaşmanın yolu bu yönden de kapanmış olmaktadır.

Medeniyetler, birbirinden bağımsız fakat birbirini tamamlayan ve destekleyen, ve birbirini kendi alanlarında mükemmelliğe sevkeden müesseseler üzerine kurulur. Bütün medeniyetlerde ortak olan bir özellik mükemmellik arayışıdır. Cemaatler liderin ölümüyle dağılığ parçalanabilir, fakat müesseseler fonksiyonlarını icra ettikleri sürece, kişilere bağlı kurumlar olmadığından toplumların dağılmasını önler ve medeniyetin devamlılığını sağlar; hatta devletler zayıflayıp yıkılsa bile bu devamlılık sürebilir. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri buna örnek olarak gösterilebilir. Abbasi devletinin dünyanın en karışık bir bölgesinde 500 yıldan fazla (750-1254) varlığını sürdürebilmesi Beyt-ül Hikme gibi bir bilim merkezini kurmuş ve 200 yıldan fazla devam ettirmiş olmasıdır. Selçuklular da bu gün bile Anadolu’da hemen göze çarpan sağlam bir medrese ağına sahipti. Osmanlılar ise iyi işleyen bir sosyal yapıya ve sarsılmaz adalet müesseselerine sahipti.

Gerçeklik, bilgi ve adalet kavramları birbiriyle çok sıkı bağları olan kavramlardır. Gerçeklik ve bilgi kavramlarından uzaklaşma, adalet kavramının da zayıflamasına yol açar. Bazı cemaatlerin kendilerine dokunmadığı için diğer insanlara yapılan haksızlıklara seyirci kalmaları, hatta kendilerine de zarar gelir endişesiyle haksızlık yapanları teşvik edici beyanlarla desteklemeleri bunlardaki adalet duygusunun ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Adalet duygusunu kaybetmiş toplumların, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler tarih ölçeğine göre kısa sürede çöktüklerini yakın zamandaki örnekleriyle görmüş bulunuyoruz.

Özet olarak, cemaatler aynı tek hücreli bir canlı gibi, kendi içinde belli bir varlık amacına yönelik olarak belli bir süre için başarılı, fakat dış dünyanın etkilerine karşı dayanıksız bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Halbuki sağlıklı bir toplumsal yapı, birbirini destekleyen dokulara sahip çok hücreli bir canlı gibidir. Böyle bir canlıda hücreler ve dokular birbiriyle rekabet için değil, içinde bulundukları canlının dış dünyada varlığını sürdürebilmesini sağlayacak şekilde faaliyetlerini sürdürürler. Böyle bir canlıda, dokular ve hücreler arasında sürekli bir iletişim, bir mesaj alışverişi vardır. Bu iletişimde her doku nelere ihtiyacı olduğunu, nelerin fazlalık olduğunu hiçbir sansüre yer bırakmayacak şekilde mesajlarıyla gerekli yerlere iletir.

Sağlıklı bir toplumsal yapı, yani medeniyet, sürekli gerçekleri araştıracak müesseselere sahip olan, gerçekleri gizlemeyen, onları çarpıtmadan bireylerine ulaştırabilen, açıkça yıkıcı veya kışkırtıcı ve haksız eyleme dönüşmeyen leştiriye her imkanı sağlayan bir toplumdur. Gerçekliğe (= hakka) önem veren bir toplum tabii olarak bilgiye de önem verecektir. Ancak böyle bir toplum, adaleti gerçeklikle (= hak ile) işleyen bir müessese haline getirebilir. Bu toplumda esas önderler, gerçeklik, bilgi ve adaleti her şeyin üstünde tutan insanlardır. Bunlar adeta o toplumun veya ulusun ruhu gibidirler. Böyle insanları içinde barındırmayan, onları desteklemeyen bir toplum ruhsuz bir toplum demektir ve içinde yaşadığı ülkenin nizam ve huzura kavuşması da mümkün değildir. İçinde huzur ve nizam olmayan bir ülkede insanlar gerçekleri araştırma ve bilgi edinme yerine, geçici dünya menfaati için sürekli bir çekişme içinde boş meselelerle uğraşarak ömür tüketirler.

Islam dünyasının bu gün içinde bulunduğu kaotik durumun temelinde genel manada bir “medeniyet” meselesi yatmaktadır. Bunun da temelinde Islam’ın temel kavramlarına dayalı yeni bir dünya düzeni, yeni bir “Nizam-ı Alem” fikrinin hala oluşturuamamış olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu kavramlar gerçeklik (= hak), bilgi (= ilm), adalet (= adl) ve nizam (= mizan) kavramlarıdır. Gerçeklik peşinde koşmayı birinci meselesi olmaktan çıkarıp tali meselelerle uğraşan insanlarla yeni bir medeniyet kurulamaz. Çükü gerçeklik (= hak) için her şeyini feda etmeye hazır olmayan insanların üstün bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Bilgisiz bir toplumun da adaleti işleyen bir müessese haline getirmesi mümkün değildir. Adaleti ayakta tutan müesseseleri olmayan bir toplum da hiçbir zaman nizama kavuşamaz, ve dolayısıyla her türlü hırsızlık, yolsuzluk, kaçakçılık, zulüm ve işkence belasından kurtulamaz. Bir toplumda adaletin müessese haline gelmesi adaleti her şeyin üzerinde tutan “adalet aşığı” yargıçların bulunmasına bağlıdır. Bunların olması da o toplumda gerçeklik (= hak) aşığı bilginlerin ve bilgi peşinde koşan insanların bulunmasına bağlıdır. İşte buradan hareketle diyoruz ki, ancak gerçeklik, bilgi ve adaletin aşığı insanlar yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklardır. Bu ideallerin peşinde koşan insanların önderlik ettiği bir toplumda gerçekler yalan haberlerle ve sloganlarla örtülemeyecektir, çünkü bu toplumda bilenler ne pahasına olursa olsun gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir toplumda mahkemeler gerçeklik ve bilgiye dayalı adaletin ayakta tutulduğu mekanlar olacak ve buralarda insanlara bilerek haksızlık yapılmayacaktır. Kanunlar da yönetenlerin keyfine veya menfaatlerine göre değil, gerçekliğe ve bilgiye dayalı olarak düzenlenmiş olacağından, insanlara “yasal haksızlık” da yapılmayacaktır. Bu gün dünyada müslümanlar, birkaç yüzyıldır gerçekliğe ve bilgiye gereken değeri vermedikleri, bunları ihmal ettkleri için her yerde haksızlığa uğramaktadırlar. Hatta bu ihmalleri yüzünden kendilerine yapılan haksızlıkları adeta “hak etmiş” olmaktadırlar.

Müslümanlar ilme sahip çıkmadıkları sürece hristiyanlığın akıbetinden, yani İslam dışı siyasi iktidarlara boyun eğip dinlerini kendi elleriyle bozmaktan kurtulamayacaklardır. Bilgi ancak müslümanların inancını kuvvetlendirir, çünkü bilgi hakkın yani gerçekliğin ifadesi olan herşeydir. Bilgili ve dolayısıyla kuvvetli inanç sahibi müslümanlar siyasi baskı, aşağılık kompleksi ve benzeri zorlamalarla inançlarına ve yaşayışlarına putperestlik karıştırılmasına izin vermezler.

Müslümanların hemen her yönden (adli, siyasi, mimari, sosyal, ve iktisadi alanlarda) hasta bir düzende “şurayı veya burayı ele geçirerek düzeni düzeltmek” gibi bir amaç için kendi kimliklerinden fedakarlık etmeleri doğru bir strateji değildir. En sağlam strateji, toplumda fertlerin kendi kendilerini en bilgili olacak şekilde yetiştirmelerini sağlayan stratejidir. İnsanların eğitim kurumlarına, hatta kütüphanelere girmelerinin bile yasaklanması da dahil, hiçbir mazeret kararlı bir insanın kendisini en iyi şekilde yetiştirmesine engel olamaz. Çünkü Allah, gerçekliği (= hakkı) savunan ve bilgiye (= ilme) sahip çıkanlarla beraberdir, ve onlara yollarını muhakkak gösterecektir.

Bir medeniyetin kurulmasında toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Herkes kendisini, yaptığı meşru işi en mükemmel bir şekilde yapacak şekilde geliştirmeye çalışması gerekmektedir.

Bu dünyada en hazin durumlardan biri de bir ülkede bilginlerin, yazarların, ve sanatçıların etraflarında gerçekleşen olayları doğru algılayıp değerlendirememeleri ve sonunda: “Biz bunların böyle olacağını neden düşünemedik?” demeleridir.