19.8.07

İslam ve Bilim

İSLAM ve BİLİM

Dr. Ş. Kocabaş

1. Giriş

İslam medeniyetinin bilime katkısı 19. yüzyıldan günümüze kadar gerek müslümanlar gerekse gayrimüslim yazarlar tarafından tartışılagelen bir konudur. Müslümanların bu tartışmalarda genellikle gözlenen kararsız durumları onların, insanlık tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında, ve buna bağlı olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek kaybetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Son iki yüzyılda günümüze kadarki ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarına göz attığımızda genel olarak birkaç değişik yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi 19. yüzyılda başlayıp 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam eden dönemde bazı istisnalar dışında Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin, müslümanların Klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın ötesinde bilim ve felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir katkıları olmadığı yönündeki yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımın etkisini Bertrand Russell gibi tanınmış felsefecilerin eserlerinde bile görmekteyiz[1].

İkinci yaklaşım, Avrupa'lı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında İslam medeniyetini savunma durumundaki bazı müslümanların geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve felsefe zaten insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren, hatta ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre müslümanların bilim ve teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzünülecek bir durum da değildir.

Üçüncü yaklaşım gene bazı müslüman tarihçiler tarafından geliştirilen, ve müslümanların klasik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim alanında geri kaldıklarını öne süren yaklaşımdır.

Dördüncü yaklaşım, 20. yüzyılda Sarton[2] ve Huff[3] gibi bazı batılı bilim tarihçilerinin, müslümanların Ortaçağ'da bilime önemli katkılar yaptığını kabul eden, ve daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki duraklamayı ve gerilemeyi sosyal, kültürel, iktisadi ve hukuki sebeplerle açıklamaya çalışan yaklaşımdır.

Beşinci yaklaşım, müslümanların bilime katkılarının İslam'la ilgisi olmadığını ve müslüman bilim adamlarının 8-12. yüzyıllarda yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslam dışı, laik bir anlayış içinde gerçekleştirmiş olduklarını, ve dolayısıyla gelecekte de bilim alanında ancak bu şekilde başarılı olabileceklerini öne süren yaklaşımdır[4]. Bu yaklaşımı savunanlar ayrıca, Batı'da özellikle Rönesans ve sonrasında ortaya çıkan din (Hristiyanlık) ve bilim ayırımını, ve bu zorunlu ayırım ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları derinlemesine bir kavramsal analiz yapmadan gerçekliğin dini (= din-ül hakk) olan İslam dini üzerine yansıtarak geçersiz bir ‘İslam / bilim’ ayırımı yapmak eğilimindedir.

Bizim yaklaşımımız ise bu beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan bazılarıyla ortak noktalar taşımakla beraber, konuya temelden farklı yeni bir bakış açısı ve çözümleme getiren bir yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda tafsilatlı bir şekilde açıklamaya çalışacağız. Fakat önce yukarıda özetle sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından inceleyelim.

Birinci yaklaşımdaki görüşler bu gün bilim tarihiyle biraz uğraşmış olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir. Ancak hala, kesin taraflı ve gerçekleri görmek istmeyen kişilerce savunulabilmektedir. Bu görüşün neden yanlış olduğunu birazdan örneklerle göstereceğiz. İkinci yaklaşım ise, belki iyi niyetli fakat zararlı bir saflıkla bazı müslüman yazarlar tarafından hala savunulmaktadır, ki bunlar savundukları şeyin İslam'da bilgi (= ilm) kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü yaklaşım, bilimsel motivasyonla sosyal, hukuki, siyasi ve iktisadi şartlar arasındaki bağları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan sistematik bir hatayı içermektedir. Biz bu yazımızda dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle meselenin temeline, yani İslam tarihinin klasik dönemi sayılan 8-12. yüzyıllarda öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel araştırma geleneği oluşturma döneminden sonra neler olduğuna eğileceğiz. Ancak buna geçmeden önce beşinci yaklaşımın neden yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını belirtmemiz gerekiyor.

Klasik dönemde müslümanların bilime katkısında İslam'ın rolü olmadığı, bunun laik bir anlayış içinde ortaya çıktığı iddiasının gerçekleri ne derece yansıttığını incelerken şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Ortaçağ Avrupasının, Kilisenin dünya ve gerçeklik hakkındaki görüşlerinden uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya yöneldikleri bilinmektedir. Halbuki, İslam'dan önce bilimle hemen hiç alakası olmayan Arap ve Türk topluluklarının bilim ve felsefe alanındaki bilinen bütün eserlerinin İslam'ı kabul ettikten sonra ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, bu dönemde müslümanların bilim ve felsefe alanında böyle bir atılımı İslam'ın getirdiği bir motivasyon ve düşünce yapısı içinde gerçekleştirmiş olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.

Bu dönemdeki müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi çağlarındaki diğer toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin İslam olduğunu söyleyebilmemiz için, İslam dininin onlarda ne gibi bir kavramsal değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu insanların İslam’dan önce tabiat ve gerçeklik hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar nasıl bir dönüşüme uğradı? Benzer bir soruyu Ortaçağın Hristiyan Avrupa'sı için de sorabiliriz: Avrupa'da Ortaçağ sonunda, özellikle 12. yüzyıldan sonra nasıl bir kavramsal dönüşüm meydana geldi? 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da göze çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve bu dönüşüm nasıl oluşmuştur?

Bazı Avrupalı bilim ve felsefe tarihçileri bu sorulara cevap vermeden, Batı'nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlılardan aldığını tekrarlamış ve böylece İslam'ın Avrupa'da Rönesans ve Reform ile bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlılardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanlıların[5] eserleri bin yıldan fazla bir süre ellerinde bulunduğu halde Ronesansı neden çok daha önce başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için 1200 yıl daha beklemek zorunda kaldı? Bu soruların cevabı şu olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunanlı düşünürlerin eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi müslüman düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar, veya bu eserler böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya sahip değildi. Bu iki ihtimalin de iyice araştırılmaya değer hususlar olduğunu söyleyebiliriz.

İslam düşünce tarihi incelendiğinde bilim ve felsefe alanında 12. yüzyıla kadar müslümanların, klasik bilimlerin her alanında (matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede geniş çapta ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde olduğunu görüyoruz. Müslümanlar bu süre içinde bir yandan eski Yunanlı ve Hintli düşünürlerin eserlerini dikkatle incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı yaklaşım ve metotlar geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda örneklerle açıklayacağız.

Bu farklı yaklaşım ve metotların geliştirilmesi belli bir zihinsel yaratıcılık kabiliyeti gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı ile ilgisi son yıllarda üzerinde çalıştığımız bir konudur[6]. İslam dininin Klasik Devir'de müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm meydana getirmiş olabileceğini araştırmak üzere İslam'da ve özellikle Kur’an'daki bazı temel kavramlar ve bunların oluşturduğu kavramsal yapıya bir göz atalım.

2. İslam'da Bilgi Kavramı

İslam'da bilgi (= ilm) kavramı konusunda İslam tarihi boyunca gerek müslüman ve gerekse müslüman-olamayan yazarlar tarafından çok şeyler söylenmiştir[7]. Bunları ayrıntıları ile incelemek şimdiki çalışmamızın dışında kalmaktadır. Ayrıca böyle bir araştırma için özellikle Kur’an’da bilgi kavramı ve ilgili diğer kavramlar üzerinde dikkatli bir çalışma yapmış olmak gerekmektedir. Biz 1986 yılında Kur’an’da ilm kelimesi üzerine 5-6 aylık kısa bir çalışma yapmıştık. İlgili ayetler[8] üzerinde yaptığımız bu çalışmadan edindiğimiz bilgileri şöyle özetleyebiliriz:

1) Her şeyden önce, Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı gene Kitap'taki hakk (=gerçeklik) kavramına dayanmaktadır. Gerçekliğin bütün olması, bilgiyi de bölünmez bir bütünlük arzeden bir kavram olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu açıdan bu günkü müslümanların ilm kavramı ile Kur’an’daki kavram arasında kesin bir ayrılık görülmektedir.

2) Kur’an’daki ilm (= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dahildir.

3) Kur’an’da ilm kelimesi, hakk (= gerçeklik) ile bağlantılı olduğundan doğru bilgi - yanlış bilgi şeklinde bir sıfatlandırmaya yer vermemekte, buna karşılık ‘bilgisi var’ veya ’bilgisi yok’ anlamında kullanılabilmektedir. (Bakınız ayetler: En’am 6/108, En’am 6/119, Rum 30/29)

4) Kur’an’daki ilm kelimesinin kullanımı insanların bilgisinin sınırlarından bahsetmeye imkan vermektedir. İlgili ayetlerde insanların bazı gerçekleri bir bilgi (= ilm) ile kavrayabilecek kabiliyette oldukları halde bunları kavrayamadıklarından bahsedilmektedir. (Neml 27/84)

5) Kur’an’da Allah'ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile çevrelemiş veya kuşatmış (= vesia) olduğu belirtilmektedir ki bu, bilginin bütün bir uzaya dağılmış olduğu manasına gelebilir. (En’am 6/80)

6) Kur’an’da ayrıca ‘Allah katından bir ilm’ ifadesi de geçmektedir ve bunun, bütün uzaya dağılmış olan bilgiden ayrı bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. (Kehf 18/65)

7) Allah'ın (c.c.) her şeye gücünün yeter olduğu insanlar tarafından bilinebilir. (Talak 65/12)

8) ‘Bilmek’ (= ‘alime) fiili hem tek tek insanlar hem de ‘bilen bir ulus’ ifadesi içinde insan toplulukları için kullanılabilmektedir (Bakara 2/230, En’am 6/97, A’raf 7/32).

9) Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. (Zümer 39/9)

Özet olarak aldığımız bilgi kavramı etrafındaki bu kavramsal yapı, Kur’an’da daha geniş bir kavramsal örgünün sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Müslümanlar için bilginin önemi ve gerekliliği, insan olmanın bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan, kendi kabiliyetlerinin ve sorumluluklarının nereye kadar uzandığını ancak bir bilgi ile idrak edebilir.

Kur’an’da birçok ayette bilgi sahiplerinden büyük övgü ile bahsedildiğini görüyoruz. Bunlardan sadece birkaçını hatırlayalım:

“Göklerin ve yerin yaratılışında (= fi halkis semavati vel ard), gece ile gündüzün gidip gelişinde anlayış sahipleri (= ulil elbab) için işaretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (= ve yetefekkerune fi halk-is semavati vel ard) [ve şöyle derler]: ‘Rabbimiz, bütün bunları boşuna [hayal olarak] yaratmadın; Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!’” (Al-i İmran 3/190-191)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde, Allah’ı (c.c.) hatırlamak göklerin ve yerin yaratılışı üzerine derinlemesine düşünmekle (= tefekkür etmekle) bir arada ifade edilmektedir. Yani, Allah’ı (c.c.) anmak nasıl bir kulluk görevi ise, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek de bir kulluk görevi olmaktadır. Aşağıdaki iki ayette de bilen insanların Allah (c.c.) katındaki durumlarını ifade edilmektedir:

“Kulları içinde Allah’tan korkanlar (O’na en çok saygı duyanlar) alimlerdir (= innema yahşallahe min ibadihil ulema).” (Fatır 35/28)

“Allah, kendisinden başka tanrı (ilah) olmadığına şahiddir; O ve melekler, ve insaf üzere olan ilim sahipleri de (= ve ulül ilmu kaimen bil kıst).” (Al-i İmran 3/18)

Görüldüğü gibi, bu son ayette Allah (c.c.), kendisi ve meleklerle birlikte insaf sahibi alimleri bir arada zikretmekle bilen bir insanın ne kadar değerli olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bir insan için bundan daha şerefli bir mevki düşünülemez.

3. İlmin Önemi ve Gerekliliği

Galaksilerin ve hatta güneş sisteminin astronomik boyutları göz önüne alındığında halen küçük bir gezegen üzerinde sınırlı bir zaman ve mekan içinde yaşayan insanı yüz milyarlarca galaksiyi içine alan geniş bir uzay içinde bu kadar önemli kılan şey nedir? İslam'ın getirdiği kavram sistemi içinde bu soruya verilebilecek cevap şu olabilir: İnsanı önemli kılan, Allah'ın (c.c.) ona yarattıkları içinde üstün bazı özellikler vermiş olmasıdır. Bu özelliklerin başında insanın sahip olduğu üstün bir öğrenme ve düşünme kabiliyetini belirtmemiz gerekiyor, ki insan bu kabiliyetini kullanarak gerçeklikle bağlantı kurabilir.

İnanan insan açısından ilmin en önemli sorularından biri şudur: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ Buna bağlı bir diğer soru da şudur: ‘İnsan zihni acaba Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?’ Okuyuculara belki sürpriz gibi gelecek ama, bu her iki sorunun da cevabı olduğu gibi, ikinci sorunun da cevabı ‘evet’dir. Bu soruların cevapları Kur’an’da şöyle verilmektedir:

"Onlar göklerin ve yerin yönetimi üzerinde ve Allah'ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi? (= evelem yenzuru fi melekutis-semavati vel ard)." (A’raf 7/185)

"Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden da onun mislini yarattı; emr bunlar arasından indirilir ki, Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu ve Allah'ın kesin olarak her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)

Görüldüğü gibi yukarıdaki ilk ayette insanlar, göklerin ve yerin yönetimi, yani bunlarda meydana gelen olayların hangi nizam ve prensiplere bağlı olarak gerçekleştiği üzerinde sistematik düşünmeye sevkedilmektedir. Bu ayetteki yenzuru fi ifadesi hem gözlem hem düşünme manalarını ihtiva etmektedir, ki klasik devir İslam düşüncesinde ‘nazariye’, yani ‘teori’ kelimesi buradan türetilmiţtir. Buna göre nazara fi ifadesi sistematik gözleme dayalı düşünme faaliyeti olarak anlaşılabilir.

İkinci ayette ise ‘göklerin ve yerin yönetimi’nde temel kavram olarak ortaya çıkan emr kavramının ilm kavramı ile nasıl yakından ilgili olduğunu görüyoruz. Bu ayetteki ‘bilesiniz’ ifadesi, ile Allah'ın (c.c.), emri ile göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında tuttuğunun insanlar tarafından bilinebileceği vurgulanmaktadır.

Dikkat edilirse yukarıda geçen: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ sorusu daha dar bir anlamda fizik bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının da sorusudur[9]: Tabiatta düzenli olarak meydana gelen olaylar nasıl gerçekleşmektedir? Tabiatta görülen bu düzenlilik nasıl ne zaman ve nasıl başlamıştır? Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz.

İşte İslam medeniyetinin klasik döneminde müslümanlar, bu motivasyonlarla kendilerini ve içinde yaşadıkları alemi anlamaya yönelmişlerdir. Matematik, mantık, fizik, kimya, astronomi, zooloji, botanik gibi bilimlerle ve felsefeyle uğraşmalarının temelindeki gaye budur. İslam'da ilme, öğrenmeye ve düşünmeye verilen önem, aslında insana verilen önemin bir işaretidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an vasıtasıyla müslümanlara ilmin önemini, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğretmiştir. Müslümanlar da kendilerinden önceki kültür ve medeniyetlerin eserlerini de inceleyerek 8-12. yüzyıllarda yazmış oldukları eserlerle Avrupa'da diğer insanlara içinde yaşadıkları dünya hakkında nasıl düşünüleceğini öğretmişlerdir. Ne yazık ki müslümanlar, kavram sistemlerinde meydana gelen bozulmalara bağlı olarak 12. yüzyıldan itibaren bilim konusundaki motivasyonlarını giderek kaybetmişler, bunun sonucu olarak da, daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki faaliyetleri azalmış ve durmuştur. Öğrenme ve araştırma geleneği açısından müslümanların bu gün içinde bulundukları durum klasik dönem İslam medeniyetiyle büyük bir tezat teşkil etmektedir. Bir dizi diğer kavramın bozulmasıyla birlikte bilgi (= ilm) kavramı da önemini kaybetmiş, bunun yerine başka bazı kavramlar önem ve öncelik kazanmıştır.

4. İslamda Bilgi ve Bilim Motivasyonu

Klasik dönem İslam uygarlığında ilm kavramının önemi konusunda meşhur şarkiyatçı Franz Rosenthal şunları söylemektedir[10]:

‘Bilgi kavramının insan ve toplum hayatında Klasik Devir İslam uygarlığındaki kadar merkezi bir önem taşıdığı - şimdiki Batı uygarlığı da dahil - başka bir uygarlık olmamıştır.’

Denilebilir ki, doğru düşünme, doğru bilgiler, doğru bir kavram sistemi, ve doğru gözlem ve çıkarım metotları üzerine gelişir. Doğru düşünme buluşlara ve yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler. Doğru bilgiler ise doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle, bilginin gelişmesinde, bunun üzerine kurulduğu kavramlar yapısının etkisi büyüktür.

İslam'ın doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hatta bunun bir araştırma ve öğrenme kampanyası haline dönüşmesi, tarihte çok kısa sayılacak bir süre içinde bilim faaliyetlerinin gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası daha Medine döneminde başlamıştır. Hicretten kısa bir süre sonra müslümanlar çocuklarının düzenli eğitimi için Medine’de bir okul açmışlarıdır. İşte bu öğrenme kampanyası daha sonra da müslümanların, savaşlarda ele geçirdikleri esirleri kendi çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma gibi, o zamana kadar hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı[11]. Bu dönemde müslümanlar öğrenmeyi, ilm sahibi olmayı başlıca insanlık görevi (ibadet) saymaktaydılar.

Bu tür bir kavramsal dönüşüm ve buna paralel olarak gelişen öğrenme kampanyası bilimsel gelişme yönünde yüz yıldan kısa bir zaman süresi içinde, Emeviler zamanında sonuçlarını vermeye başladı. Bu bilimsel gelişme daha sonraki Abbasiler döneminde (750-1254), özellikle de Abbasi hükümdarı Harun Reşid zamanında kurulan Beytül Hikme ile daha da güçlenerek devam etti[12]. Adeta bir bilimler akademisi gibi çalışan ve bilim tarihinde müstesna bir yeri olan bu müessesede, masal ve şiir kitaplarından tıb, geometri, astronomi, mantık ve felsefeye kadar eski kültürlerin bütün eserlerinin Arapça’ya tercüme edildiği bu merkez, çok kısa zamanda orijinal bilimsel çalışmaların merkezi haline gelmişti.

Emevi prenslerinden Halid bin Yezid (665-704), Horasan'lı Cabir bin Hayyan (y 721-805), Zünnun-u Mısri (ö. 860), Razi (860-925), İbni Sina (980-1037) ve El Mecriti'nin (ö. 1007) modern kimyanın temeli sayılabilecek deneysel çalışmalar yaptığını görüyoruz. Daha sonra fizikte Kindi (y 796-872) ve gene fizikte optik alanındaki araştırmaları ile bilinen İbni Heysem (y 965-1051); Matematikte Harezmi (y 780-850) ve Sabit bin Kurra (y 834-901); zoolojide Cahiz (y 776-869); astronomide İbni Heysem (y 965-1051), Beyruni (y 973-1051), Zerkali (1029-1087), Nasreddin Tusi (ö. 1274) ve İbni Şatır (ö. 1375); tıpda Razi (y 864-925) ve İbni Sina (y 980-1037); ve tıp, fizik ve felsefede İbni Rüşd (1126-1198) gibi müslüman bilginleri bu dönemin önde gelen isimleri arasında sayabiliriz[13]. Bu dönemde müslümanların kimya, fizik ve matematik alanındaki önemli katkılarına kısaca bir göz atalım.

Kimya biliminin gelişmesine müslümanların katkısı birkaç bakımdan önemlidir. Birincisi, ilk defa Cabir bin Hayyan'ın eserlerinde görüldüğü gibi, müslümanlar kimyasal cisimlerin, bir dizi temel özelliğin belli oranlarda birleşiminden meydana geldiğini, ve eski Yunanlıların bu konudaki düşüncelerinin aksine, bu temel özelliklerin ayrıştırılarak belli oranlarda tekrar birleştirilebileceğini ve böylelikle yeni cisimler meydana getirilebileceğini düşünmüşerdir[14]. Bu ise kimyaya hem analitik, hem de sentetik bir araştırma metodu getirmektedir. İkincisi, cisimlerde bu özelliklerin belli bir denge (= mizan) içersinde bulunduğunu öne sürmüş olmalarıdır[14, s.66]. Üçüncüsü, ve belki de en önemlisi, yaptıkları deneylerin tasvirlerinde modern bir kimya deneyinin bütün unsurlarını görmek mümkündür. Mesela El Mecriti'nin civanın oksitlenmesi üzerine yaptığı deneyde, klasik bir kimyasal reaksiyonda olması gereken hemen her şey bulunmaktadır[14, s.71], ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: a) reaksiyona giren maddeler, b) miktarları, c) reaksiyon şartları, d) reaksiyon sonunda elde edilen maddeler, ve e) miktarlari. Bunun kimya biliminin gelişmesinde çok önemli bir aşama olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu devirden kalma başka birçok deney tasvirlerinde de aynı yaklaşımı görüyoruz.

Fizik alanında İbni Heysem'in parabolik ve küresel aynalar, mercekler ve ışığın kırılması konusundaki araştırmaları daha sonraları klasik fizikte optiğin temellerini oluşturmuştur. İbni Heysem ışığın az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken kırılmasını incelemiş ve ışığın kırılma kanununu bulmuştur[15]. Bu ise Arşimed'in adıyla bilinen kanundan sonra fizikte bulunan ilk kanundur.

Müslümanların dolaylı olarak klasik fiziğin gelişmesine en büyük katkısı matematikte cebiri bulmuş olmaları ile gerçekleşmiştir diyebiliriz. Harezmi'nin (780-850) matematik problemlerin çözümünde sabit sayılar yerine bilinmeyenleri kullanması ve karmaşık aritmetik problemleri bilinmeyenli eşitlikler şeklinde ifade etmesi matematik tarihinin en önemli soyutlamalarından biri sayılmaktadır. Matematik tarihinde ilk soyutlama, sayıların ve sıfırın bulunması olarak kabul edilmektedir. İkinci soyutlama, Tales (m.ö. 640-546) ve Öklid (m.ö. 4. yüzyıl) gibi İyon ve Helen dönemi matematikçileri tarafından, eski Mısır medeniyetinde geliştirilmiş olan pratik geometrinin incelenerek bir aksiyom sistemi haline getirilmesidir. Harezmi'nin cebiri icadından sonra, 16. yüzyılda Newton ve Leibniz tarafından fonksiyon kavramının geliştirilmesi ise matematikte sekiz yüzyıllık bir aradan sonra gerçekleştirilen dördüncü büyük soyutlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Cebirle müslümanlar, eski Yunanlıların aksine, aritmetik problemlerinin geometrik yollarla değil, cebir denklemleriyle nasıl çözülebileceğini göstermiş oluyorlardı. Cebirden başka trigonometri ve analitik geometriyi de müslümanların geliştirdiği bilinmektedir. Cebir ve analitik geometri olmadan yüksek matematiğin ve klasik mekaniğin gelişmesi, ve dolayısıyla sanayi devrimi mümkün olamazdı.

Astronomide ise müslümanların Galile ve Kopernik gibi Batılı fizikçilerden çok daha önce güneş merkezli sistemi ve dünyanın yuvarlaklığını düşünmüş ve bu konularda ölçmeler yapmış olduklarını biliyoruz[3]. Müslümanların modern bilimin gelişmesine en büyük katkısı, deney gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma metodolojisi geliştirmeleri olmuştur. Müslümanlar Batlamyus'un (Ptolemy) yer merkezli astronomik modeline karşı yeni ve daha doğru bir model geliştirmek amacıyla İbni Heysem'le (y.965-1051) bilim tarihinde ilk araştırma programını başlatmışlardı[3, s. 47-90]. İbni Heysem’den yüzyıl kadar sonra batıda Merakeş’te İbn Tufeyl ile gençliğinde astronomik gözlemler yapmış olan İbn Rüşd’ün (1126-1198) Batlamyus’un, gezegenlerin yörüngeleri için öngördüğü astronomik modelininin fiziksel gerçeklere uymadığını ve mutlaka yeni bir astronomi modeli geliştirilmesi gerektiğini açıkça söylemesi yeni araştırmalara yön verici olmuştur. İbn Rüşd’ün bu konudaki sözleri şöyledir[16, s. 30]:

“Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş oluyorlar.”

İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik prensipleri olmalıydı [16, s.31]:

"Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."

Bu şekilde İbni Heysem’le başlayan ve İbn Rüşd ile kesin çerçevesi çizilen araştırma programı daha sonra batı İslam dünyasında İbni Rüşd’ün öğrencisi Bitruci (1200ler), doğuda da Nasreddin Tusi (ö. 1274) İbni Şatır (ö. 1375) gibi müslüman astronomlar tarafından sürdürülerek sonunda güneş merkezli modele eşdeğer bir model geliştirilmişti. (Bunlardan Tusi'nin (ö. 1274) çizimleri Kopernik'in (1473-1543) kitaplarına referans göstermeden girmiştir [3, s. 55-58].)

Bilim tarihçisi Huff’a göre bilim tarihinde ilk defa Müslümanlar matematiği bu araştırma programında kullanmışlardır. Özetle, Ortaçağ'da müslümanlar, dünya tarihinde ilk defa deney, gözlem ve ölçme ile mantıksal ve matematiksel düşünceyi birleştiren bir araştırma geleneği oluşturmuşlardır.

Müslümanların bilim alanında 8-12. yüzyıllarda yaptıkları çalışmaları 16. yüzyıldan günümüze kadar Avrupa'daki bilimsel gelişmelerle karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibarıyla elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu yüzyıllarda bilim alanındaki başarıları dünyanın öteki uygarlıklarının (Çin, Hind, ve Avrupa) aynı yüzyıllarda bilim alanında neler yaptıklarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmelidir. ‘İslam ve Bilim’ tartışmalarında genellikle yapılan metodoloji hatası, bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların müslümanlar tarafından geliştirilmiş olan ve deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Burada hemen şu soru karşımıza çıkmaktadır: Özellikle 8-12. yüzyıllarda müslümanlar Fizik, Kimya, Astronomi gibi klasik bilimlerin temelini oluşturacak sistematik çalışmalar yapmış oldukları halde neden 12. yüzyıldan sonra bu çalışmalarını aynı tempoda devam ettiremediler? İslam tarihinde neler oldu da bilimsel-felsefi çalışmalar giderek müslümanların ilgi alanı dışına çıktı? Ne gibi psikolojik, sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi etkenler müslümanları bu alanda çalışmaktan uzaklaştırdı? İşte ‘İslam ve Bilim’ konusunda asıl sorulması gereken sorular bunlardır.

Müslümanların bilim alanında bu kadar parlak bir başlangıç yaptıktan sonra neden bu alanda duraklamaya ve hatta gerilemeye gittikleri Katip Çelebi'den günümüze birçok müslüman tarihçi ve yazar tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen bu açıklamalar genellikle 12. yüzyıldaki Haçlı Seferleri ve 13. yüzyıldaki Moğol istilasının getirdiği tahribat (kütüphanelerin yakılıp yıkılması, ilim adamlarının öldürülmesi, vs), gibi siyasi nedenlere, veya coğrafi keşifler yoluyla İpek Yolu'nun önemini kaybederek zenginliğin İslam devletlerinden Avrupa'ya kayması gibi ekonomik sebeplere dayandırılmaktadır. Bu tür açıklamalarda belli bir gerçek payı olduğunu kabul edebiliriz.

Karşılaştırmalı bilim tarihinin önde gelen isimlerinden Huff [3] müslümanların, Ortaçağ'da bilim alanında parlak bir başlangıç yaptıktan ve kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan sonra 12. yüzyıldan itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini birbirine bağlı birkaç açıdan incelemektedir. Bunlardan biri, bilim adamının toplumdaki rolü, ikincisi bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları, üçüncüsü ise bilimin gelişmesini sağlayacak sosyal ve hukuki kurumlaşmalardır.

Bilim adamının toplumdaki rolünü incelerken Huff, Ortaçağ İslam toplumunda etki sırasına göre aydınları üç gurupta toplamaktadır: fukaha (hukukçular), kelamcılar ve felsefeciler. Modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindi, Farabi, Razi, İbni Sina, Beyruni ve İbni Rüşd'ü saymaktadır. Bunlar arasında, kelamcıların hedefi haline gelen felsefecilerin toplum içindeki etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde kelamcılar felsefecileri toplumdan tecrit etmede Gazali ve İbni Teymiye'nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini kullanmışlardır. Huff, fukahanın da kelamcıları zaman zaman çok sert eleştirilere tabi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff'a göre, Ortaçağ İslam toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu çalışmalarını toplum içinde meşru kılacak tarif edilmiş, belli bir sosyal rolleri yoktu. Bilim ve felsefeyle uğraşan kişiler çoğu zaman toplumda kabul edilmiş ek bir göreve sahiptiler. Mesela İbni Rüşd bir hukukçu olarak, İbni Şatır bir muvakkit olarak görev yapmaktaydılar.

Bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları açısından ise Huff şunları nakletmektedir: Bilimsel araştırma ‘baştan kabul edilmesi mutlaka gerekli’ bir dizi prensibe dayanır. Bu prensiplerden bazıları şunlardır: 1) Tabiattaki olayların nasıl meydana geldiği rasyonel ve objektif bir araştırma ile anlaşılabilir. 2) Böyle bir araştırmada deneysel bir metodoloji kullanılmalıdır. 3) Tabiatın işleyişini araştıran araştırıcı metodik ve ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olmalıdır. 4) Araştırıcı, araştırma konusunda otoritelerin görüşlerine değil, verilerin rasyonel sonuçlarına itibar etmelidir. 5) Bilim adamı sistematik bir şüphe ile olayları incelemeli ve gerektiğinde hükmünü geciktirebilmelidir. Ortaçağ İslam dünyasında Kelamcıların savunduğu görüşler tabiattaki düzenliliği en azından belirsiz hale getirdiği için, yukarıda prensipler çerçevesinde bir bilimsel araştırmayı anlamsız hale getiriyordu.

Son olarak, Huff'a göre Ortaçağ İslam dünyasında bilim adamlarının faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukuki kurumlar gelişmedi. Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında da (mesela tıpta) faaliyet gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh, tefsir, mantık ve kelam gibi formel bilimler dışında eğitim yapılamaz hale geldi. Medreselerin eğitim sistemi de fakülte organizasyonundan çok ferdi sisteme dayanıyordu. Avrupa'da 12 yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp, kendi eğitim programlarını tesbit ve tatbik edebilme özerkliğine karşılık, medreselerin ders programları genel olarak bunların bağlı olduğu vakıflar tarafından tesbit ediliyordu. Vakıflar da ‘İslam dışı’ sayılan bilimlere itibar etmediği için, bir müddet sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukuki destekten mahrum ferdi çalışmalara münhasır kaldı.

Görüldüğü gibi Huff, müslümanların parlak bir başlangıçtan sonra bilimsel çalışmalarını devam ettirememelerini, ağırlıklı olarak onların sosyal kurumlaşma ve hukuki özerklik alanındaki başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukuki sebeplerin de gerisinde, 11. yüzyılda müslümanların temel kavram sisteminde meydana gelen bozulmaların bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz.

İslam bilim tarihinde meydana gelen bu kadar önemli bir değişimin yalnızca siyasi, sosyal ve ekonomik sebeplerle açıklanması ötedenberi bizi pek tatmin etmiyordu. Bu kadar büyük bir dönüşümün daha temel sebepleri olması gerektiğini düşünüyor, fakat bunların neler olabileceğini bilmiyorduk. Yıllar sonra, 1986’da Londra'da doktora çalışması yaptığımız sıralarda bir tartışmada bu günkü müslümanların akl ve ilm gibi Kur’an’da geçen bazı kavramları yerinde kullanıp kullanmadığı sorusu gündeme geldi. Bu çerçevede Kur’an’da akl kelimesi üzerine yaptığımız üç aylık bir çalışmada bu kelimenin bu günkü müslümanlar tarafından Kur’an’dakinden oldukça farklı bir şekilde kullanıldığını tesbit ettik. Daha sonra, ‘Emr Kelime Manzumesi’ adını vediğimiz bir dizi kavram üzerine yaptığımız çalışmalar sırasında, Kur’an’da fiziksel olayların açıklamasına temel teşkil edecek, ve fakat günümüz müslümanlarının düşünmeden geçtiği bir dizi kelime bulunduğunu gördük[17].

Bu kelimelerin 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadarki dönemde, yani Kindi'den İbni Rüşd'e kadar bir çok İslam düşünürünün eserlerinde değişik şekillerde de olsa yer aldığını tesbit ettik. Fakat ne yazık ki bu düşünürler de kendi nazari (teorik) düşüncelerini Kur’an’daki zengin kelimeler örgüsü yerine, çoğu zaman eski Yunan düşünürlerinin getirdiği kavram sistemi üzerinde ifade etmişlerdir.

Bu konu üzerindeki araştırmalarımız İslam düşünce tarihi içinde oluşmuş ciddi bir kavramsal bozulmanın işaretlerini veriyordu. Eğer müslümanlar Kur’an’da ifadesini bulan ve başlangıçta kazanmış oldukları kavram sistemini terketmemiş olsalardı bilim alanındaki motivasyonlarını kaybetmeyecekler, ve bu alandaki çalışmalarını devam ettirmelerini sağlayacak sosyal kurumlaşmayı ve hukuki düzenlemeleri de gerçekleştirebileceklerdi. Aşağıdaki bölümde bu kavramsal bozulma ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

5. Kavramsal Bozulma: 11. Yüzyılda İlm Kavramının Bölünmesi

İslam düşünce tarihi içinde en dikkate değer ilk kavramsal bozulma ilm (= bilgi) kavramı üzerinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. 1986 yılında İslam'da ilm kavramı üzerine yaptığımız bir araştırmada gerek Kur’an’da gerekse 6 hadis kitabında ‘din ilmi’ (= ilm-üd din) diye bir isim tamlamasına raslayamamıştık. Buradan da İslam tarihinde ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’ şeklinde bir kavramsal bölünmenin, hadislerin toplandığı 9. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış olduğu anlaşılıyordu. Kur’an’da hakk (= gerçeklik) kelimesi ile alakası dolayısıyla ayetlerde bir bütünlük içinde geçen ilm kavramının iki ayrı kavrama dönüşmesi, esas olarak 11. yüzyılda tamamlanmıştır diyebiliriz.

Bu noktada ‘din ilmi - dünya ilmi’ nitelenesinin ilimlerin sınıflandırılması zorunluluğuyla ortaya çıkmış olabileceği ileri sürülebilir. Biz bu bölünmenin ilimlerin sınıflandırılması ile ilgili bir ihtiyaçtan çok, 10. yüzyıl Eş’ari Kelamcıları tarafından belli amaçlarla oluşturulduğunu düşünüyoruz. Bu amaçlar, müslümanları yanlış düşünce ve inançlardan koruma gibi niyetler ihtiva etmiş olsa bile, böyle bir kavramsal değişikliği yapmaya hakları olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü, müslümanların lisanı ile gerçeklik arasındaki alakanın temelini teşkil eden Kur’an’daki kelimeler ve bunların meydana getirdiği tutarlı ve çok zengin bir kavramsal yapı yerine, basitleştirici ve tutarsız bir takım kavramı getirmişlerdir. Getirilen kavramların basitleştirici olması, Kur’an’daki bilgi kavramının gerçekliği ifade eden her türlü bilgiyi ihtiva etmesinden, çelişkili olması da bunun gerçekliği inkar etme sonucunu getirmesindendir. Bu kavramsal bölünmenin daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan sonuçlarını da gözönünde bulundurduğumuzda bunun yanlışlığı inkar edilemeyecek şekilde karşımızda durmaktadır.

İlmin ‘din ilmi’ – ‘dünya ilmi’" şeklinde ikiye bölünmesi beraberinde, ‘dünya ilmi’ sayılan fizik, kimya, astronomi, matematik ve mantık gibi bilimlerin gerekliliğinin tartışılmasına yol açmıştır. Önceleri bu bilimlerin ‘din’ ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığı öne sürülmüş[18], daha sonra ise bunların gereksiz olduğu anlayışı yavaş yavaş müslümanların zihnine yerleşmeye başlamıştır. Bu bilimlerle uğraşan müslümanlar da, önceleri halk ve hükümdarlar tarafından destek görürken, artık toplumdan destek görmemeye, hatta tecrit edilmeye başlanmıştır.

Örnek olarak, 12 yüzyılda Endülüs'te baş kadı (= şeyhülislam) görevi yapan ve aynı zamanda Halife'nin doktoru olan İbni Rüşd'ün bilim-felsefe konusundaki eserleri yüzünden, siyasi otoritede güç sahibi olmaya başlamış olan Kelamcılar tarafından idam talebiyle cezalandırılmak istenmesi, kitaplarının yakılması, ve ancak daha önceki hizmetlerinden dolayı Halife tarafından idam edilmekten kurtarılarak güç bela Kuzey Afrika'ya gönderilmesini gösterebiliriz. İslam tarihinde bilim adamlarına Engizisyon boyutlarında tepki pek görülmemiştir, ama ‘dünya ilmi’ sayılan bilim ve felsefenin siyasi gücü paylaşan Kelamcılar tarafından küçümsenmesinin ve inkarının bu alanda müslümanların motivasyonunu çok olumsuz yönde etkilemiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Öte yandan, Klasik Devirde yaşamış olan müslüman felsefeciler de gerçeklikle ilgili bazı görüşlerini Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinden aldıkları kavramlar üzerine kurmuşlardır. Felsefeciler ve kelamcılar, bütün bir gerçeklik hakkında Kur’an’daki zengin kavramlar örgüsünün yerine vücud (= varlık), ezel, ve akıl gibi tartışmalı kavramlar yanında külli ve cüz’i gibi mantıksal kavramları kelam ve felsefe tartışmalarına sokmuşlardır. Felsefecilerle kelamcılar arasındaki sonu gelmez tartışmalarda kelamcılar da bir takım diyalektik ifadeler içinde, muarızlarının kullandıkları kavramları onlara karşı kullanmaktaydılar. Bu durum, Kur’an’dan uzaklaşmış bir kavram sistemi içinde kendi durumlarını etkili bir şekilde savunamayan ve kelamcılar karşısında siyasi bakımdan da zayıf durumda kalan felsefecilerin giderek toplumlarından tecrit edilmelerine yol açmıştır. Klasik devirde müslümanların bilimlere en orijinal katkılarının cebir ve kimya alanında olması tesadüfi değildir, çünkü bu bilim alanlarında kullandıkları mikdar (=ölçü), mizan (= denge) ve şey (= bilinmeyen yerine) gibi kavramlar doğrudan doğruya Kur’an’dan aldıkları kavramlardı.

Bu kavramsal bölünmenin sonucu olarak ortaya çıkan tartışmalarda meselenin en acaip yanı da şudur: Kur’an’da bir bütün olan ilm kavramının Kelamcılar tarafından ‘din ilmi - dünya ilmi’ şeklinde ikiye ayrılması, ve daha sonra bunun müslümanlar arasında genel bir kabul görmesi, İslam dünyasında ilk defa bu dönemde laikliğin düşünce planında adeta bir doktrin olarak kabul edilmesi manasına geliyordu. Aradan sekiz yüzyıl geçtikten sonra müslümanların laikliği hukuki bir prensip olarak kabul etme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında gösterdikleri tepkinin ne dereceye kadar tutarlı olduğu, 12. yüzyıldan beri kabul ettikleri kavramsal bölünmeyle yanyana getirilerek değerlendirilmelidir.

İslam düşüncesinde 11. yüzyılda meydana gelen kavramsal bozulma sadece ilm kavramını değil ‘yaratılış’ ile ilgili kavramları da etkilemiştir. Kur’an’daki emr kavramına dayalı nizam anlayışını terkederek, sürekli ve anlık yaratılma-yokolma hipotezine dayalı bir nizam anlayışını benimseyen Kelamcılar ayrıca Kur’an’da yaratma ile ilgili bir dizi kavramı da bir tek kelimeye, haleka kelimesine indirgemişlerdir. Böylece Kur’an’da planlamak, varetmek, oluşturmak, yapmak, şekillendirmek, yerden bitirmek, yapılandırmak, kurmak gibi anlamlara gelen bir düzine kavramı (haleka, ceale, besse, nebete, fetara, benea, nebete, savvere, sevva gibi kavramları) bir tek kavrama, yaratma (= haleka) kavramına indirgemişler ve bu şekilde zengin bir kavram sistemini çok basit ve çelişkili bir kavram sistemine dönüştürmüşlerdir. Pek tabiidir ki, ancak çok zengin bir kavram sistemi içinde ifade edilebilecek olaylar, tek kelimeyle ifade edildiğinde içinden çıkılamaz durumlarla karşılaşılmaktadır.

Kelamcılar, bu kavramsal indirgemeciliğin sonucu olarak, cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunu inkar etmek zorunda kalmışlar ve dolayısıyla fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin gelişmesinde temel olan nedensellik prensibini de inkar ederek bilimsel açıklamaları imkansız hale getiren bir kavramsal yapı içine girmişlerdir. Halbuki cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğu Kur’an’da emr (= yönerge/program) kelimesiyle ilgili ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Kur’an’da emr kelimesi ve türevlerinin geçtiği 250 kadar ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın (c.c.) gökleri ve yeri emri ile nasıl yönettiğini ifade etmektedir. Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerinden bahseden ayetlerde bunların göklerin yaratılışı sırasında kendilerine vahyedilmiş (= yüklenmiş) olan emrlere (= yönergelere) göre hareket ettikleri açıkca belirtilmektedir:

"Sonra onları [göğü ve yeri] yedi sema olarak gerçekleştirdi (=kada) ve her bir semaya [onların] emrini vahyetti." (Fussilet 41/12)

"Güneş, ay ve yıldızlar O'nun [Allah'ın] emri ile denge durumlarını korurlar (= musahharat)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)

Bu ayetlerde hem tekil hem çoğul anlamda geçen emr kelimesinin gramerinden, emrin uzay içinde dağılmış, birbiri ile etkileşen bir dizi yönerge, adeta bir kozmik yazılım (= program) şeklinde anlaşılabileceği bir kavramsal çerçeve ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, fiziksel olayların bunların meydana geldiği mekan içindeki yönergelerin etkileşimi, birleşimi ve dağılımı ile belli bir düzen içinde gerçekleşmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu kozmik nizam İlahi müdahaleden azade ve hiç değiştirilemez değildir. Kur’an’da izn kelimesiyle ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah (c.c.) herhangi bir uzay-zaman alanına müdahale edebilir ve onun özelliklerini yeni emrlerle (= yönergelerle) değiştirebilir. İşte bu şekilde O, dilediğinde bir uzay-zaman alanı içinde mevcut emrlerin etkileşimi ile gerçekleşemeyecek olan bazı olayları gönderdiği emrlerle gerçekleştirir. Aynı şekilde, O, mevcut emrlerle gerçekleşmesi gereken olayları da gönderdiği yeni yönergelerle engelleyebilir. Kur’an’da emr ve izn kelimelerinin geçtiği ayetlerden, Allah'ın (c.c) periyodik olarak gönderdiği yeni emrlerle (= yönergelerle) bazı olaylara müdahale ettiği açıkça anlaşılmaktadır[17]. Bizim ‘mucize’ adını verdiğimiz olaylar kısmen bu çerçeve içinde anlaşılabilir. (‘Kısmen’ diyoruz, çünkü mevcut emr çerçevesi içinde hangi olayların gerçekleşip hangilerinin gerçekleşemeyeceğini henüz tam olarak bilemiyoruz.)

Gene Kur’an’da sahhara kelimesi ilgili ayetlerde Allah'ın (c.c.), ‘göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanın kullanımına / kontroluna verdiği’ belirtilmektedir:

"Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmüyor musunuz?" (Lokman 31/20)

Kur’an'da emr kelimesi, izn, sahhara, sultan, kadr, ve kada kelimeleri çok dikkate değer bir kavramsal örgü oluşturmaktadır. Bu konudaki araştırmalarımızın sonuçları ‘İslam'da Bilginin Temelleri’ isimli kitabımızda ayrıntılı olarak açıklanmaktadır[17].

11. yüzyılda Kelamcılar ve Gazali (1058-1111) tarafından cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunun, ve fiziksel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi (= nedensellik) olduğunun inkarı, 12. yüzyılda, gene bir İslam düşünürü olan İbni Rüşd (1126-1198) tarafından ayrıntılı bir şekilde eleştirilmiştir[19]. İbni Rüşd ayrıca, Kelamcıların din - bilim ayırımının yanlışlığı üzerinde de durmuş ve bu konuda ‘Fasl el Makal’ isimli bir kitap yazarak din ve bilim arasındaki ayrılmazlığı sadece bir İslam düşünürü olarak değil, aynı zamanda bir İslam hukukçusu olarak mantıki bir örgü içinde ispatlamaya çalışmıştır[20]. Onun bu konuda müslümanları ciddi bir şekilde uyarmış olmasına rağmen eserleri kendinden sonra gelen müslümanlar tarafından hala tam olarak anlaşılamamış ve değerlendirilememiştir.

Daha sonraki yüzyıllarda kavramsal bozulmanın devam etmesi, 12. yüzyıla kadar geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin terkedilmesine yol açmıştır. (Nedenselliğin ve cisimlerin kendine has özellikleri olduğunun inkar edildiği bir ortamda klasik fizik ve kimya araştırmalarının yapılamayacağı açıktır.) Gazali ve İbni Rüşd arasında, genel olarak bilim-felsefe, ve özel olarak da nedensellik konularındaki görüş ayrılıkları 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet tarafından bir çözüme bağlanmak istenmiş, ve konu, bu gerekçeyle zamanın bilginlerinden oluşan iki heyetin tartışmasına açılmıştır. Bu husus tarihçi Osman Turan'ın tarafından şöyle ifade edilmektedir[21]:

"Devrin büyük ilim ve fikir adamlarını etrafinda toplayan Fatih Sultan Mehmed din ile felsefe arasında devam eden münakaşaları ilmi bir esasa bağlamak ve bu mevzuda Gazali ile İbni Rüşd arasındaki ihtilafi halletmek istiyordu. Bu maksatla hikmet sahasında da eser yazan Hoca-Zadenin reisliğinde bir heyet teşkil etmiş ve bu suretle mezkur iki filozofa ait Tehafütlerden üçüncüsünü yazdırmıştır. Bununla beraber bilhassa o devir için bu çetin mesele yine de halledilememiş, felsefe ile din arasındaki niza devam etmiştir."

Yavuz Sultan Selim’den (1512-1520) sonra Osmanlı Medresesi giderek, araştırma ve düşünmeye daha çok önem veren Maturidi kelamcılarından Eş’ari kelamcılarının görüşlerine doğru kaymaya başlamış ve böylece bir müddet sonra bu görüşler resmen Osmanlı Medresesinin bilgi ve eğitim politikası haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da Osmanlı müesseselerinde deneysel bilimlere alaka daha da azalmıştır.

Medresenin daha sonraki yüzyıllarda matematik ve fizik bilimlerde Avrupa üniversiteleriyle neden boy ölçüşemediği, onun yanlış bilim ve felsefe anlayışı ile açıklanabilir. Fakat bu başarısızlığın temelinde önceki yüzyıllarda müslüman bilim adamları tarafından geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin giderek terkedilmesi de yatmaktadır. Ancak, fizik bilimlerdeki başarısızlığına karşılık Osmanlıların yönetimde ve siyasi düşünce ve uygulamalarda son derece başarılı olmalarını, Osmanlı yöneticilerine Medrese dışında eğitim veren Enderun geleneğine bağlamak mümkündür. Ayrıca Osmanlıların siyasi idarede, 14. yüzyılda yaşamış olan İbni Teymiye gibi bazı kelamcıların geliştirdiği şekilci siyasi teorileri reddederek, bir dereceye kadar İslam'ın orijinal siyasi kavramlarına bağlı kaldıklarını belirtmemiz gerekiyor. Bu konu da araştırılması gereken önemli bir husus olarak karşımızda durmaktadır.

Başlangıçtaki teknolojik başarılara rağmen Osmanlıların bilim ve felsefede Avrupa'dan geri kalmakta oldukları bazı Osmanlı aydınları tarafından oldukça erken farkedilmiştir. Mesela Katip Çelebi (1609-1657) ‘Mizan-ül Hak’ isimli eserinde, Avrupa üniversitelerinde fizik bilimlerdeki büyük gelişmelere karşılık Medrese eğitiminin fizik bilimleri ‘felsefedendir’ diyerek dışlaması yüzünden bu bilimlerde geri kalındığını açık bir şekilde belirterek Osmanlı yönetimini uyarmıştır. Ancak ne yazık ki, bu tür uyarılar yeteri kadar etkili olamamıştır. Bunun da 12. yüzyıldan itibaren müslümanların düşüncesine hakim olan sınırlayıcı kavramsal yapının bütün topluma yayılmış olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.

6. Osmanlılarda Yenilenme Çabaları ve 20. Yüzyılda Müslümanlar

Osmanlılar bilim ve felsefe alanında, ve dolayısıyla teknolojide, ve bunun sonucu olarak da ekonomiden savunmaya kadar devletin tüm yapısındaki geri kalmışlığı 19. yüzyılda ciddi bir şekilde hissetmeye başlamışlardır. Ancak, Osmanlı yönetici ve aydınları (Katip Çelebi, Koçi Bey ve Ahmet Cevdet Paşa gibi birkaç istisna dışında) geriye gidişi, Islahat, Tanzimat, ve Meşrutiyet hamleleriyle sadece sosyal ve siyasi tedbirlerle durdurmaya çalışmışlardır. Sosyal dinamiklerin sadece ekonomik ve siyasi tedbirlerle bağımlı olmadığını, asıl problemin çok daha temelde, kavramlarla ilgili olduğunu ve bunun da bilim-felsefe alandaki motivasyonu derinden ve son derece olumsuz etkilediğini farkedememişlerdir. Bilimdeki bu başarısızlık da dolaylı bir şekilde sosyal ve siyasi yapıyı ve kurumları derinden etkilemekteydi.

Nihayet Sultan 2. Abdülhamid'in 19. yüzyılın sonunda başlattığı, ve zaman zaman bazı müslümanların da şiddetli tepkisiyle karşılaşan eğitim hamlesi, bu nedenlerle yetersiz kalmıştır. Sonunda Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşıyla birlikte bilim ve teknoloji üstünlüğüne sahip Avrupa devletlerine yenilerek tarih sahnesinden çekilmiştir.

Kavramsal problemlere siyasi ve sosyal tedbirlerle çözüm arama temayülünün Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyet'in başlangıç dönemindeki (1923-1933), yönetim biçiminin değiştirilmesi gibi siyasi, kılık-kıyafet ve alfabenin değiştirilmesi gibi kültürel, anayasa ve kanunların değiştirilmesi gibi sosyal tedbirler, ikinci dönemde (1950-60) sanayileşme, üçüncü dönemde (1970-75) ağır sanayi hamlesi, ve nihayet yakın dönemdeki (1980-90) liberalleşme ve pazar ekonomisi politikaları aynı doğrultudaki çabaların devamı olarak görünmektedir.

Osmanlılardan devralınan kavramsal yapı, yüzeysel ve zorlayıcı sosyal, hukuki ve kültürel tedbirlerle değiştirilemediği gibi daha da bozularak içinden çıkılamaz hale getirildiği için şimdiye kadarki gelişme politikaları Cumhuriyet döneminde de başarılı olamamıştır. Bu dönemde oluşturulan sığ pozitivist ve İslam'ı bazan resmen bazan da fiili olarak dışlayıcı kültürel politikaların zoraki ‘din–bilim’ ayrılığını ortadan kaldıracak yerde daha da gerginleştirerek bilim konusunda toplumsal motivasyonu daha da olumsuz yönde etkilediği söylenebilir.

Bilim konusunda üretilen çeşitli sloganlara rağmen Cumhuriyet döneminde tutarlı bir bilimsel gelişme sağlanamamasının sebepleri iyice araştırılmalıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Türkiye'nin neden hala bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığı kuramadığı, ve neden hala bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturamadığı da düşünen insanlarımız tarafından ciddi bir biçimde araştırılması gereken konulardır.

Cumhuriyet hükümetlerinin üniversitelere ve bilim adamlarına bakışı genel bir güvensizlik arzetmektedir. Bunun sebeplerinin her şeyden önce bilim adamları tarafından araştırılması gerekmektedir, çünkü onların bu ülke içindeki resmi konumları hala karikatüristlerin, gazetecilerin, ve hatta futbol taraftarlarının durumundan daha aşağıda sayılmaktadır. Bilim adamları da, - Ortaçağda müslümanların Avrupalılara hediye ettiği ‘hakikat aşığı’ (lover of truth) kavramından haberleri olmadığı için mi bilinmez - bazı ortak değerler üzerinde birleşip en azından toplum içindeki genel durumlarını düzeltecek dayanışmalar yerine birbirlerini dışlamayı tercih etmektedirler. Bilim adamı olmak adeta kendilerine de hiçbir şey ifade etmemektedir.

7. Diğer Çabalar

Yirmi yıl kadar önce bazı müslüman yazarlar ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ başlığı altında bir program başlatmışlardı. Bu yazarlar, bu güne kadar yapılmış bilimsel çalışmaların ve geliştirilmiş bilimsel teorilerin ‘İslami açıdan’ (tabii aslında bu, bazı relativist ‘Batılı’ felsefecilerden aktarma bir kavram sistemi üzerine kurulu kendi açıları olmaktadır) süzgeçten geçirilmesini ve böylece bunların ‘İslamileştirilmesini’ savudular. Biz olaylara yanlış bir çerçeveden bakan bu kimselerin, iyi niyetli görünseler veya olsalar da, meseleleri ele alış biçimlerinin ciddiyetten uzak olduğunu ve bunların, müslümanların karşı karşıya bulunduğu ciddi kavramsal problemlere çözüm getiremeyeceklerini görüyorduk. Bilindiği gibi bu proje yürürlüğe konulduğunda bir kaç yıl içinde tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.

Diğer bir teşebbüs, İslam ve bilim konusundaki çalışmalarında müslümanlar arasında bilimsel araştırmayı teşvik için bunun mistik temeller üzerine oturtulmasını teklif eden Seyid Hüseyin Nasr'dan geldi[22]. Nasr, ilk dönem müslüman bilim adamlarının, ve özellikle de simyacıların gizli bir takim ilimlere sahip olma iştiyakı ile araştırmalar yaptıklarını öne sürüyordu.

Bize göre, ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ programı da, bilimsel çalışmaların mistik temellere dayandırılması programı da içinde taşıdıkları yanlışlar yüzünden başarısızlığa mahkumdu. Çünkü müslümanların bilim alanında (ve buna bağlı olarak birçok alanda) geri kalmalarının esas sebebi bilimsel araştırma geleneğini, ve daha temelde araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını kaybetmiş olmalarıdır. Bu motivasyonu yeniden kazanmaları ancak halen içinde bulundukları bozuk kavram sistemini terkedip Kur’an’daki kavram sistemine yeniden sahip çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde gerçekleri daha açık ve net bir şekilde görmeye başlayabilecekler, ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim politikalarının aldatıcılığından kurtulabileceklerdir.

Pervez Hoodbhoy'un[23] yorumlarına gelince: Bu yazarın günümüz müslümanlarının yanlış bilim anlayışı konusundaki eleştirilerini ciddiye almamız gerekmektedir. Ancak öne sürdüğü yorumlardaki ciddi hataları da ele alamamız ve düşüncelerinin nasıl temelde yanlış bir dizi önermeye dayandığını ortaya koymamız gerekiyor.

Pervez Hoodbhoy'un ciddi hatalarından biri bilimin laik bir etkinlik olduğunu öne sürmesidir[23, s. 17]. Bunun da temelinde İslam tarihinde 8-11. yüzyıllardaki bilimsel motivasyonun nereden geldiği konusundaki yanlış değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu dönemdeki müslümanlar yaptıkları çalışmaları laik bir motivasyonla değil, İslam'ın onlara kazandırmış olduğu belli bir gerçeklik ve bilgi anlayışı ve buna bağlı bir ‘insan olma’ anlayışı içinde gerçekleştirmişlerdir. Eğer Hoodbhoy'un dediği doğru olsa idi, Kuran'ın tebliğinden sonra, daha laik bir anlayışa sahip(?) birçok insan topluluğunun müslümanlardan çok daha göze çarpan bir bilimsel gelişme içinde olması gerekirdi. Halbuki bu yüzyıllarda müslümanlar - bu alanda diğer insanlara hiçbir engelleme getirmemiş oldukları halde - rakipsiz denecek kadar üstün bir konum içindeydiler.

Hoodbhoy, İslam ülkelerinin bu gün halk düzeyinden hükümet düzeyine kadar bir ‘bilim krizi’ içinde bulunduklarını ve bunun onları hayatın birçok alanında tam bir yıkıntı içinde bıraktığını doğru bir şekilde tesbit ettikten sonra, İslam ülkelerindeki bu bunalımın özünün incelendiğinde politik bir nitelikte olduğu teşhisini koymaktadır[23, s. 21]. Dikkat edilirse bu teşhis daha önce 19. yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet devri aydın ve yöneticileri tarafından da konulmuş ve bu doğrultuda üretilen tedbirler de bu güne kadar başarılı bir sonuç vermemiştir. Biz ise bu bunalımın temelinde, - politik veya ekonomik sebeplerden çok daha temelde, kavramsal nitelikte bir problem olduğunu görmekteyiz.

Sonuçta, günümüz müslümanlarının bilim konusundaki perişan durumunu tesbit eden Hoodbhoy, çözümü ‘din–bilim’ ayırımının kabul edilerek laik bir yaklaşımı müslümanların gelecekteki bilimsel atılımları için tek çıkar yol olarak görmektedir. Yukarıda, böyle bir çözümün Türkiye'de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana pek de başarılı bir sonuç vermediğini belirtmiştik. Sebeplerine gelince: Birincisi böyle bir yaklaşım bırakalım bilimsel araştırmayı, genel olarak müslümanların araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını dahi engelleyecektir. İkincisi ve daha da önemlisi, böyle bir kavramsal bölünme, Kur’an’daki bütünleyici ilm kavramı ve buna bağlı bir dizi kavramın oluşturduğu yapıyla çelişmektedir.

Müslümanların böyle çelişkili ve bozulmuş bir kavramsal yapılanma içinde bilim konusunda üstün bir motivasyona ulaşabileceğini düşünmek saflık olur. Başka herhangi bir motivasyon da dünyadaki modern bilim kültürü çerçevesindeki motivasyondan farksız olacaktır ki bu da modern bilimin mevcut meselelerine yeni çözümler getiremeyecektir. Mevcut bilim kültüründe esas motivasyonun kaynağı, hakikat aşkı değil, şöhret ve üstünlük duygusudur. Aynı motivasyonlara sahip daha fazla bilim adamı, içinde yaşadığımız adaletsiz dünyanın insanlarına daha iyi bir dünya kazandırmayacaktır.

Şunu da belirtmek gerekir ki, çağdaş dünyanın şartları, bazı istisnai durumlar dışında, tecrit edilmiş bilimsel faaliyetleri desteklememektedir. Bilim adamları birbirleriyle geçmişte olduğundan daha yakın temas halindedirler. Bu şartlarda müslüman bilim adamlarının, modern bilimin özel problemleri yerine, gerçeklikle tam bir uyum halindeki bir kavram sistemi içinde olmak kaydıyla bilimin en temel konularında araştırmalar yapmaları daha faydalı olacaktır. Çünkü çağdaş kültürün hastalıklarının temelinde, eski çağlardan devralınan ve şimdi ise bilimin gelişmesini engelleyen karmaşık bir kavram sistemi bulunmaktadır.

8. Geleceğe Dönüş

Biz, müslümanların bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne Hoodbhoy'un, ne de onun eleştirdiği müslüman yazarların önerdiği çözümlerde görüyoruz. Çünkü, bunların hiçbiri problemin temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun müslümanların bilim motivasyonunu nasıl engellediğini görememişlerdir, ve çözümü de ya sathi birtakım etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk kavramsal yapıya yeni eklemelerin yapılmasında görmektedirler. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevkeden şey motivasyondur. Motivasyon ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artarak gelişir. Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu o kavram sistemini bozmak suretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür. Peki, bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin kolay bir yolu var mıdır? Ne yazık ki, bozulmuş bir kavram sistemini yenilemek kolay bir iş değildir, çünkü insanların kullandığı dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat tarzları tarafından şekillenir. Bozulmuş bir kavram sisteminin düzeltilmesi, bunun desteklediği hayat tarzı ile birlikte ele alınıp dikkatli bir şekilde incelenerek yanlışların birer birer düzeltilmesiyle olabilir. Bunun da zahmetli bir iş olduğunu kendi şahsi tecrübelerimizden söyleyebiliriz.

Bu yazımızda bu yenilenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğinin tafsilatına giremiyoruz. Bu konudaki çalışmalarımız devam etmektedir. Ancak burada, müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden İslam medeniyetinin geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir gelişmeyi sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Müslümanlar, 11. yüzyıldan itibaren terketmeye başladıkları zengin kavram sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu geliştiremedikleri sürece bilim, ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da söyleyebiliyoruz: Eğer müslümanlar 11. yüzyıldan itibaren terketmiş oldukları kavram sistemine yeniden dönüşü, yani "geleceğe dönüş"ü gerçekleştirebilirlerse o zaman insanlık tarihi yeniden, ve içinde bulunduğumuz bilim ve teknolojik gelişme şartları içinde bile, müslümanlar tarafından gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir bilimsel ve teknolojik gelişmeye sahne olacaktır.

Referanslar

[1] Russell, B. (1974). History of Western Philosophy.
[2] Sarton, G. (1927-48). Intoduction to History of Science. 3 vol. 5 kısım. Baltimore. Williams and Wilkins.
[3] Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge University Press.
[4] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.
[5] Bilim tarihçileri genel olarak Yunan medeniyetini, İyon ve Helen medeniyeti olarak iki ayrı dönemde ele alırlar. Birincisinin başlangıç noktası Milet olmak üzere öteki merkezleri Atina ve Siraküza, ikincisinin merkezi olarak da İskenderiye gösterilmektedir. Her iki dönemde de Eski Mısır medeniyetinin etkisi görülmektedir.
[6] Bu konudaki çalışmalarımızı hem yapay zeka, hem de Kur’an’daki kavramların dile yansıması ile ilgili olarak felsefi alanda devam ettiriyoruz. Yapay zeka alanında konu ile ilgili yayınlarımızdan biri şudur: "Elements of Scientific Creativity", AAAI Spring Symposium Series, 23-25 Mart 1993, Stanford Üniversitesi, A.B.D. Bildiriler, s. 39-46.
[7] Bakınız: Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.
[8] Parantez içindeki rakamlar ilgili sure ve ayet numaralarını göstermektedir. Örneğin (006.108) 6. surede 108. ayet demektir.
[9] Bu fizikçilerden biri de Paul Davies'tir. Bakınız: Davies, P. (193). The Mind of God. Londra: Touchstone Books.
[10] Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden.
[11] Bakınız: Hamidullah, M. (1966). İslam Peygamberi. Çev. M. Said Mutlu. İrfan Yayınevi, Istanbul. s. 141. (Yazar bu bilgileri klasik İslam kaynaklarından, İbni Sa'd, Süheyli ve İbni Hanbel'den aktarmaktadır.) Aynı dönemde müslümanların Medine'de bir de okul açtıkları bilinmektedir.
[12] Bakınız: Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[13] Bu konularda şu kaynaklara başvurulabilir:
Sarton, G. (1927-48). Introduction to History of Science. Williams and Wilkins. Baltimore.
Nasr, S.H. (1989). Islamic Science. İnsan Yayınları. İstanbul.
Dögen, Ş. (1992). Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. (2 cilt). Istanbul. Y. Asya Yayınları.
Bayrakdar, M. (1987). İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara.
Bayrakdar, M. (1997). İslam Felsefesine Giriş. T.D. Vakfı Yayınları. Ankara.
Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge U. Press.
Akın, Ö. ve Desay, M. (1993). Beş Büyük Cebir Bilgini. MEB Yayınları. Ankara.
Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[14] Bakınız: Leicester, H.M. (1971). "The Historical Background of Chemistry". Dover, New York. sayfa 66.
[15] A.g.e. sayfa 66.
[16] A.g.e. sayfa 71.
[15] Topdemir, H.G. (1991). "İbnül Heysem'in Optik Araştırmaları". Bilim, Felsefe, Tarih. Sayı 1, sayfa 187-190.
[16] Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press.
[17] Bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). İslam’da Bilginin Temelleri. İstanbul: İz Yayıncılık.
[18] Gazali "El Munkiz min ed-Dalal" isimli kitabında felsefi bilimlerden sayılan mantik ve matematiğin din ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığıni ifade etmektedir. Onun iyi niyetle söylemiş olduğunu kabul ettiğimiz bu sözünün kolaylıkla yanlış anlamalara yol açabildiğini belirtmeliyiz.
[19] İbni Rüşd. "Tahafut al Tahafut". İngilizceye çev. Simon van Den Bergh (1978). Luzac, Londra.
[20] İbni Rüşd. Kitab Fasl al Maqal. "On the Harmony Between Religion and Philosophy". İngilizceye çev. G.F. Hourani(1976). Luzac, Londra.
[21] Turan, O. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt I-II, s. 542.
[22] Nasr, S.H. (1991). Islamic Science. Istanbul: İnsan Yayınları.
[23] Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.